Operatör - 5

13 Şubat 2012 12:29 / 1617 kez okundu!

 


Şoför Selim

- Ah Selim ah be çocuk. Nasıl da sessiz ve sakin kaderine boyun eğersin böyle.
- Ne yapsam ya abi… Başka çarem mi var?

Yoktu, başka çaresi yoktu Selim’in. Ayaklarının altındaki toprak bildik toprak değildi. Traktör değildi gazına bastığı. Traktör kullanıyor diye 56 model Dodge da kullanmak zorunda kalmıştı. İki aylık kursta olabildiğince şofördü işte Selim. Kısa boylu, tıknaz, biraz içine kapanık, sanki çok sır yüklenmiş dert biriktirmiş de paylaşacak insan arıyormuş gibi dolanırdı aramızda. Yüzünde ezikliğin hüznü, herkesin gözlerine takılırdı gözleri.

- ‘Ne bakıyon lan, ben tren miyim’ diye takılan kendini beğenmişler de vardı.
- ‘Hayrola Selim, iyisin değil mi?’ diye soran da…
- ‘Hayırdır Selim, kötü bir şey yok değil mi?’ diye soran da. Ona hal hatır soran çoktu da, bu insanlar neden beni bu kadar merak edip sorarlar diye Selim kendine sormazdı hiç.
- ‘İyiyim iyiyim, yok bir şey’ deyip geçiştirirdi hep.

Yine eğitim alanında bir tatbikat sırasında arabasındaki bir eksiklikten dolayı ya da derdini tam anlatamadığından da olabilir Şükrü astsubayı onu çekiçle döverken gördüm.

Çekiçle omzuna, koluna, sırtına vuruyordu Selim’in. Yavaş yavaş Selim’in etrafında dönerek yapıyordu bunu. Dayanılmaz bir işkenceydi. Çok ağır geliyordu bana. Selim sanki alışmış ya da kaderine boyun eğmenin boş vermişliği ile dayanıyordu.

Tümen tatbikatına gidiyoruz yine bir gün. Taburlar önceden planlanan biçimde tatbikat alanına intikal ediyorlar. Ben de Selimle beraber 56 model santral aracındayız. 20-30 km hızla ilerliyoruz. Önümüzde küçük bir yokuş var. Tırmanmaya başlamıştık ki konvoy yavaşladı, durduk duracaz derken yeniden ilerlemeye başladık.

Selim vites mi değiştirecekti ne oldu, anlayamadan birden bizim araç geri geri kaymaya başladı. El frenini çek, el frenini çek diye bağırırken ben, birden tarlanın içinde bulduk kendimizi. Selim şaşkınlıktan mı yoksa bilerek mi tarlaya girdi bilemiyorum. Ama arkadan gelen araçlara çarpmadan konvoydan sıyrılmıştık. Selim çok korkmuştu.

- Şükür bir şey olmadı dedi sessizce.
- Ne oldu Selim?
- Bilmiyorum abi ne oldu. Araba birden bire geriye kaymaya başladı.
- El frenini neden çekmedin?
- Bulamadım ki abi el frenini.

Birden yanımızda Nazmi teğmen belirdi. Deli olmuştu.

- ‘Ne oldu ne oldu’ diye ısrarla soruyor ama, daha gelişinden belli Selim’i dövecek.
- ‘Komutanım vites geçmedi, fren tutmadı’ dedi demedi, Selim’in suratına tokatlar inmeye başladı. Daha tatbikat başlamadan yaşadığımız bu kaza mı dersiniz beceriksizlik mi ya da Selim gibi ‘Olacağı varmış abi, boşver’ mi dersiniz Nazmi teğmeni oldukça kızdırmış olmalı ki, Selim’i acımasızca haşladı.

Zavallı Selim hiç sesi çıkmadan o kadar dayağa nasıl sessiz kalıyordu. Demek insan eli kolu gözü bağlanmadan da çaresizlik yaşayabiliyordu.

Daha sonra Selim, o tarla içindeki aracı nasıl tarladan sürerek konvoya dahil olduk bugün bile hatırladığımda inanamıyorum.

Tümen tatbikatından aklımda bir de çürümeye terk edilmiş bir tank kalmış. Cezalandırılmış söz de tank. Bir savaş ya da tatbikat sırasında ateş mi almamış ne olmuşsa cezası ölüm. Tanklar da ölürmüş öğreniyorum. Teğmen bunları anlatırken ‘Peki içindeki askerler?’ diye soruyorum teğmene.

- ‘Evlendiler askerlikleri bitince. Çoluk çocuğa karışıp dede bile oldular. Torunlar ellerinden öper’ diyor Nazmi teğmen.

Üç gün arazide kalıyoruz. Dönerken arabalardan biri çalışmıyor. Çebi. Ömer Çebi. Deli oğlan. Tatbikat sırasında Selim’i şoförlükten azat ediyorlar. Çebi geçiyor Dodge’un direksiyonuna.

Etrafına bakıyor, gözden uzaktayız. ‘Tamam’ diyor, ‘ben arkadan Dodge’la bastıracam’. Bir kaç yüz metre gidiyorlar böylece ve nihayet araç çalışıyor.

Bir 20-30 metre daha gitseler 2-3 metrelik bir derinlikten uçacaklarmış.

Geri dönüyoruz. Arazi koşullarında üç gün santralle telsiz bağlantıları üzerinden diğer taburlarla muhabere ağını kurup çalıştırdık. Benim santral “uzay”dı, diğerlerinde de hep ‘u’ ile başlayan isimler seçilmişti.

Etli (kurtlu) kuru fasulye konserveleri hiç aklımdan çıkmıyor. Yanımızda küçücük ocaklarda ısıtıp yiyorduk yemeklerimizi. Sahra mutfağında da bir şeyler kaynıyordu galiba.

İki defa takım olarak 25. Alay’ın tatbikatlarına muhabere desteği için katıldık. İlkinde Kars’ın Göle kazasında bir tepede koruluk içinde konuşlanmıştık.

Çok güzel bir manzarası vardı. Tepe dört bir yanından ormanla çevriliydi ve Göle ormanlarının tepeden manzarasına doyum olmuyordu.

Göle’de tek kişilik personel çadırlarda kaldık. Kantin olarak kullandığımız bir sahra çadırımız vardı. Toprağın yüzeyinden ranzanın yüksekliği kadar ve uzunluğu kadar kazıyorduk önce sonra da ikinci kat kazma işlemi için ortadan bir yerden ranzaya oturduğumuzda dizlerimizle ayaklarımız arasındaki derinlik kadar ikinci bir kazı yapıyorduk.

Yarım metre kadar yüksek olan çadırlarımızı da kazdığımız çukurları kapatacak şekilde yerleştiriyorduk. Nedense çok sevmiştim bu çadırları. Çok pratik ve oldukça kullanışlı oluyordu. Oturup kitap okuyabiliyor ve rahatlıkla uzanıp ranzaya derin bir uyku çekebiliyordunuz.

Aşağılarda kağnılar görüyoruz. “Yekpare meşeden tekerlekleri” ilk defa Göle’de görmüştüm. Ot kesiyor köylüler. Sonra da kestiklerini kağnılara yüklüyorlardı.

İki defa ot yığınlarının en tepesine çıkarak kağnılarla bir kaç yüz metre gidebilmiş olmaktan çok mutlu olmuştum. Üç gün süren tatbikattan aklımda kalan ne top ne tüfek, yemyeşil Göle ormanları ve bir de tek kişilik personel çadırı.

İkincisinde ise yine 25. Alay’ın Ardahan tatbikatına katıldık. Oldukça maceralı bir yolculuk yaşamıştık.

Fazlı üsteğmenin yüzbaşı olarak Malatya’ya tayini çıkmıştı. Bizim bölüğe de Ankara Mamak muhabere okulundan telli tabur telefon bölüğü komutanı Ali teğmen gelmişti.

Kadere bak. Adam faşist. Tescilli hem de. Ankara’da öyle anlatmışlardı. Şimdi bölük komutanı oldu başımıza. O geldiğinde Osman’ın terhisine üç ay kalmıştı. Bu nedenle de gitmeden Fazlı Üsteğmen onu koğuş sorumlusu yaptı.

- ‘Yeni gelenin ne olduğu bilinmez, sen burada tezkereye kadar rahat edersin’ demişti Osman’a.

Adam sicillerimizi gözden geçirmiş, ondan sonra da bize takmıştı. Çok sık koğuş denetimine gidiyor, Osman’a onu rahat bırakmayacağını hissettiriyor, bazen de doğrudan yüzümüze söylüyordu.

- Fazlı üsteğmen yok artık beyler!..

Bir koğuş denetimi sırasında bir nedenden dolayı Osman’a iki tokat atmış, üçüncüsünde Osman elini tutarak, ‘Bir daha vurursan ben de sana vururum’ diye tehdit etmişti. Bir hafta disiplin cezası verdi Osman’a. Osman da ‘Canıma minnet’ diyerek cezayı ödül gibi kabul etti.

Disipline gittiğinde de nasıl olmuşsa, o gelmeden, bölük komutanına yumruk atmış diye hakkında bir söylenti yayılmış. Osman’ın ziyaretine gelen gelene. Hem de eli boş değil her gelen bir şeyler getirmiş beraberinde.

- Vay abim, helal olsun sana!..
- Neden?
- Amma çakmışsın bölük komutanına.
- Yok kardeşim, adam vurmasın diye kolunu tuttum sadece.
- Bırak abi, biz yabancı mıyız. Amma da mütevazısın sen de.
- Eline sağlık abicim, ellerin dert görmesin.
- Yok kardeşim, bak bildiğin gibi değil.
- Boş versene abi, gel bak kendi ellerimle sana köfte yaptım. Yakışır abime, hadi gel afiyet olsun.
- Allah allah ya. Bir de bu yüzden başıma bir iş gelmesin.
- Ne gelecek be Osman. Bırak insanlar neye inanıyorlarsa öyle olsun, ne çıkar?
- Ama elini tutunca yüzünü bir görecektin nasıl korkmuştu.

Evet, korkak bir adamdı Ali üsteğmen, hele de araziye tatbikata gidildiğinde.
Bütün gün konvoy ağır aksak yol aldıktan sonra Olur’da gecelemiştik. Ertesi gün Olur'dan Ardahan’a hareket ettik. Bir süre yol aldıktan sonra birden konvoy durdu. Üzerimizde helikopter uçuyor. Ali Üsteğmen arkaya bizim araçlara doğru ilerliyor. Herkes sigaraları zulalıyor. Biz altı asker Dodge’un kasasındayız. Askerlerden birini sigara içerken görmüş. Çocuk da sigarayı postalın altına saklamış. Oradan çıkartıp yedirdi çocuğa sigarayı.

- ‘Miğferin neden başında değil, miğferini giy başına’ diye bağırıp duruyor. Dudaklarımı ısırıyorum sinirimden. Bana seslendiğinin farkında bile değilim.
- ‘Ali Rıza, sana söylüyorum’ diyene kadar ben hiç üstüme alınmadım. Öyle dalıp gitmişim ki kafamda miğfer olmadığını fark etmedim bile.
- Gel buraya!..

Kasanın arkasına doğru yaklaşıp iki elimle kapağa dayanarak kafamı ona doğru uzatıyorum. Öyle bir tokat atıyor ki…

- Fazlı üsteğmen çok şımartmış sizi. Artık öyle ayrıcalık yok, sen de herkes gibisin.
- Emredersin komutanım...

Ardahan’ın dışında tepeler arasında bir yerlere konuşlanıyoruz. Araçları da araziye uydurup kamufle edeceğiz. Beş kilometre uzaklıkta da 25. Alay karargâhı var. Ben alay karargahı ile telsiz arasında santralım. Telsiz, Palandöken üzerinden Ankara’ya bağlı.

Altı metre yüksekliğinde anten kuruyoruz. İlk gece anten kuvvetli rüzgârın etkisi ile kırılıyor. Yedek borulardan yeniden kuruyoruz ve destek bağlantılarını sağlamlaştırıyoruz. Ben de bir çadıra santralımı kuruyorum. Bölük komutanı teftişe geliyor. Bütün takım içtimaya. Ben santralın başında kalıyorum. Santralcı olduğumdan katılmak zorunda değilim. Özel olarak çağırtıyor beni.

- Neredesin sen?
- Santraldayım komutanım.
- Biliyoruz herhalde. İçtimaya çağırıyoruz, gelmiyorsun.
- Sanralın başından ayrılmamam söylendi komutanım.
- Tamam tamam.
-Bakın arkadaşlar, burası arazi koşulları. Tatbikat bu. Hepimiz denetim altındayız. Bu nedenle bazen kırıcı olabiliyoruz. Ama ‘olanlar’ burada kalır. Değil mi Ali Rıza?
- Kalır komutanım.
- Tamam, herkes görevinin başına marş marş!..

Tekrar santral çadırına dönüyorum. Kablolar takılıyor aklıma. Santral çadırı ile 25. Alay karargâhı olarak kullanılan özel donanımlı araçlar arasında yaklaşık beş kilometre vardı. Zor bela, dere tepe aşarak telefon hattını döşemiştik. Hattı kontrol ettiğimizde bağlantı sağlayamıyorduk. Yaşadığımız can sıkıcı atışmalardan sonra şimdi bu sorunla Ali üsteğmenin karşısına çıkmak istemiyordum. ‘Beceriksiz komünist’ dedi mi sinirlerim boşalıverir diye korkuyordum. Her zor anımda oğlum Yaman geliyordu aklıma. Dayanıyordum. Hemen sorunun ne olduğunu anlamak için hattı kontrole gittik ve gördük ki telefon tellerinin bir bölümü yok. Çalınmış. Kim, neden çalmış bilmiyoruz ama hemen eksilen hattı tamamlayarak tekrar kontrol ediyoruz. Bu defa tamam her şey hazır, bağlantıya hazırız. Telsizde çavuş Hüseyin var. Elazığ’lı Hüseyin. Her ikimiz de hazırız. Telaşlı ve sinirli biri gibi görünse de yaptığı işi ciddiye alan bir genç Hüseyin. Elektronik okumuş meslek lisesinde. İşini seviyor ve askerlik bitince de haberleşme alanında bir işte çalışmak istiyordu.

Nihayet bağlantı sağlandı. Alay karargâhı tümen üzerinden Palandöken dağlarının en tepesindeki anten aracılığıyla Genel Kurmay’la konuşabildi. Bu nedenden dolayı da takım takdir almıştı. Daha sonra bölük komutanı gelip bizleri tebrik etti.

Tatbikatlarda sakıncalılar önemli görevler üstleniyorlardı hep. Onlar sayesinde de birlikler takdir alıyorlardı. Yine böyle tatbikatlardan biri için bizim bölükten beni seçiyorlar. Bu defa Tümen karargâhında plan tatbikatı yapılacak. Üç kişi bizim taburdan gideceğiz. Karargâh taburundan Ankara’lı Kılıç Ali diye takıldığımız Ali Kılıç, ben ve bir kişi daha vardı ama hatırlamıyorum. Tümenden de Dursun diye uzun boylu, İstanbullu bir asker vardı. Dursun’u ben tanımıyordum. Ama Kılıç Ali’yle birçok noktada ortaklığımız vardı. Benden daha yaşlıydı. O da Osman gibi kırklara merdiven dayamıştı.

Uzatmayayım, bizi tümen komutanının karşısına çıkardılar. Üç gün yoğun bir tempoyla çalışacaktık. Plan çizecektik. Ve bu plan üzerinde taktik tatbikat gerçekleşecekti. Birliklerin konuşlanmasından cephanelerin yerlerine kadar her şey plana girecekti. Bu yüzden de Tümen komutanı ‘Buradan çıkınca burayı unutacaksınız. Yazdıklarınızı çizdiklerinizi unutacaksınız. Yoksa siz zarar görürsünüz’ diye tehditkâr bir buyurmayla uyarmıştı bizi. Gerçekten de ne kadar çok gizli cephanelik vardı. Sonradan tanık olduğum kültür mantarı üretilen mağaraları görünce nedense cephanelik olmalı yahu burası diye düşünmedim değil doğrusu.

Ergenekon soruşturması çerçevesinde ortaya çıkarılan cephanelikler acaba var olanın yüzde kaçı kim bilir?

Selim benden önce terhis olmuştu. Ben, neden bilemiyorum uğurlayamamıştım Selim’i. Anlattıklarına göre, giderken kafasındaki kasketi koltuğunun altına alıp yanağını Nazmi Teğmen’e uzatmış...

Ah be Selim… Bugün seni yazarken bile içim nasıl sızlıyor bir bilsen çocuk...


Ali Rıza ÜLEÇ

05.02.2012-Almanya

Son Güncelleme Tarihi: 13 Şubat 2012 14:02

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.