Piston aşağı indi: Gezi Parkı protestoları
04 Haziran 2013 14:39 / 2029 kez okundu!
31 Mayıs 2013 tarihinden bu yana Taksim Gezi Parkı’ndan başlayıp tüm Türkiye ve hatta dünyaya yayılan Başbakan Erdoğan karşıtı protestolar Türkiye ve dünya kamuoyunun ilgisini çekmeye devam ediyor. Bu olayların yaşanması elbette Türkiye’nin iyiliğini isteyen insanlar için sevindirici değil, üzücü olmalıdır. Zira Türkiye’nin demokrasiden uzak ve halkının otoriterlikten yılmış bir görüntü vermesi Türkiye modelinin zayıflamasına ve ülkemizin dünyadaki prestijinin düşmesine neden olmaktadır.
Bunun yanında olaylar nedeniyle yabancı sermayenin rahatsız olduğu ve borsanın büyük kayıplar yaşadığı da görülmektedir. Bu nedenle herkesin sağduyulu ve yurtsever davranması gerekmektedir. Ancak bunu talep etmeden önce, olayların neden ve nasıl bu noktaya geldiğinin analizinin yapılması gerekir. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım.
Türkiye’de 2002 yılından beri iktidarda olan ve 2007 seçimleri sonrasında yapılan referandumlarla sistemin tek hakimi konumu gelen Başbakan Erdoğan’ın, demokrasinin ruhundan uzak ve yabancıların “check and balance” adını verdikleri hiçbir fren mekanizmasını kabul etmeyen tek adam yönetimi, uzunca bir süredir Türkiye’deki demokrat çevrelerde büyük rahatsızlık yaratmaktaydı. Erdoğan’ın, asıl işi makro politikayla (yani güvenlik, dış politika, ekonomi, anayasa-yasalar vs.) ilgilenmek olmasına rağmen, halkın yediği ekmekten tutun hosteslerin sürdüğü ruja, insanların yaşam biçimlerinden çocuk sayısına kadar her konuda fikrini beyan etmesi hem Türk kamuoyunda, hem de Erdoğan’ın giderek partiyi gölgeleyen tavırlarından rahatsız olan Adalet ve Kalkınma Partisi mensuplarında bir süredir sessiz tepkilere neden oluyordu. Ancak devlet meseleleriyle yoğun olarak ilgilenmesi nedeniyle artık halktan kopan, özellikle de genç nesille arasında ciddi bir mantalite ve üslup farkı olan Erdoğan’ın bu tavırlarında ısrarcı olması, bilhassa da modern yaşam biçimini benimsemiş kesimlerin yoğun rağbet gösterdiği Taksim’de kalan son yeşil alanlardan olan Gezi Parkı’nı Topçu Kışlası’na dönüştürmekte ısrar etmesi olayların başlangıç noktasını oluşturdu.
Son derece barışçıl başlayan gösterilerin bir halk ayaklanmasına dönüşmesinde ise kanımca iki önemli ve vahim hata yapıldı. Birincisi artık bir siyasal parti mensubu gibi hareket etmeye başlayan ve yoğun ideolojik endoktrinasyona tabii tutulduğu anlaşılan polis güçlerimiz, maalesef oradaki barışçıl gösterilere biber gazı ve tazyikli su ile çok sert bir müdahale yaptılar. Bu görüntüleri izleyen onbinlerce insan da polis şiddetine tepki olarak Taksim’e koşmaya veya bulundukları yerlerde sokağa çıkmaya başladılar. İkinci vahim hata ise Erdoğan’ın kucaklayıcı bir Başbakan görüntüsü yerine, buradaki insanlar sanki kendi ülkesinin vatandaşları değil de, düşman kuvvetleriymiş gibi gördüğünü ele veren çok sert açıklamalarıydı. “Siz ne yaparsanız yapın biz orayı yıkacağız”, “Çapulcular”, “Marjinal gruplar” gibi ötekileştirici söylemler Erdoğan’ın halk nezdindeki saygınlığını düşürürken, göstericileri bir anda haklı duruma getirdi ve gösterilere katılan eylemci sayısını arttırdı. Bu noktada Başbakan Erdoğan’ın maalesef çok kötü yönlendirildiğini, zira artık kendisini kutsal bir şahsiyet olarak görmeye başlayan AKP’li danışmanlarının -muhtemelen saygıdan- Erdoğan’a hatalarını söyle(ye)meyerek kendisine ve Türkiye’ye büyük kötülük yaptıklarını düşünüyorum. Oysa iyi bir kriz yönetimi ile olaylar birkaç saat içerisinde yatıştırılabilir ve toplumsal huzur sağlanabilirdi. Fakat gelinen nokta itibariyle Erdoğan’ın kırıcı ve yangına körükle giden üslubu Türkiye’yi Paris Komünü’nü hatırlatan bir Taksim Komünü vakasıyla karşı karşıya bırakmıştır.
Bu noktada Başbakan Erdoğan’ın demokrasi anlayışını da bilimsel açıdan incelemek lazım. Erdoğan’ın demokrasi anlayışı nesnel bir gözle incelendiğinde, bunun son derece demode bir anlayış olan Rousseau’cu “milli egemenlik” ya da “milli irade” kavramı üzerine kurulu çoğunlukçu bir çizgide olduğu kolaylıkla fark edilebilir. Erdoğan sırasıyla yüzde 34, yüzde 47 ve yüzde 50 oy alarak üç dönem üstüste hükümet kurduğu için, meclis içerisindeki çoğunluğun kendi kontrolünde olması düşüncesiyle her istediğini yapabileceğini sandığını görüyorum. Oysa günümüzün demokrasi kriterlerinde artık çoğunlukçuluk (ki Erdoğan’ın en fazla aldığı oy yarı yarıyadır, dolayısıyla çoğunluğu dahi temsil etmemektedir) modası geçmiş bir kavram olup, demokrasinin derinleşmesi için çoğulculuk anlayışı takip edilmektedir. Bu nedenle farklı yaşam tarzları, görüşler ve inançlara demokrasilerde bırakın baskıları, tamtersine devlet koruma sağlamakta ve onların gelişimi için çaba göstermektedir. Oysa Türkiye bu açıdan son derece ilkel bir çizgidedir. Yine bir diğer önemli sorun, Erdoğan’ın hala Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olduğuna alışamaması ve kendisini sadece AKP’li seçmenlerin Başbakanı zannederek sadece o kitleye yönelik hizmetler yapmasıdır. Oysa seçilmiş bir Başbakan o andan itibaren tüm ülkenin lideri ve yöneticisi olmak zorundadır. Aksi takdirde demokratik bir meşruiyeti kalmayacaktır. Bugün Türkiye’de binlerce insan baskılara, haksızlıklara maruz kalırken Erdoğan ve AKP’li yöneticilerin partizan bir mantık gütmesi, ileride iktidar değişimi sonrasında yaşanabilecek çok tehlikeli bir rövanş dönemini akla getirmektedir.
Erdoğan’ın demokratik yönetimle ilgili bir diğer sorunu da, daha önce akademisyen Ahmet İnsel’in de altını çizdiği otoriter kişilik meselesidir. Maalesef Erdoğan Soğuk Savaş döneminde yetişmiş ve hayatı mücadeleyle geçmiş bir lider olduğu için, bir türlü otoriter kişiliğinden sıyrılarak yumuşayamamakta ve korkuya dayalı yönetimi, sevgiye dayalı yönetime tercih etmektedir. Takdir edilmelidir ki, 21. yüzyılda internetle, sosyal medya ile yetişen özgürlük düşkünü yeni kuşaklar için otoriterlik en istenmeyen yönetim biçimidir. Başbakan’ın sosyal medyayı kötülemek yerine bir an önce burada nasıl popülaritesini arttırabileceğine dair çalışmalar yaptırması demokratik açıdan daha doğru olacak ve dünyadaki saygınlığını da arttıracaktır. Aksi takdirde Türkiye giderek bir kuşak çatışması içerisine sürüklenecek ve ileride bugünlerin hesabını soracak bir intikam nesli yetişecektir. Gösterilere ortaokul ve lise öğrencilerinin dahi katılması durumun vahametini göstermektedir. Başbakan’ın otoriter kişiliği ve gergin üslubu toplumu radikalleştirmektedir.
Son olarak bu olaylar göstermiştir ki, son yıllarda vesayetin kalkarak demokrasinin derinleşmesi ve demokratik bilincin artmasıyla birlikte Türkiye’de artık giderek bireyselleşen ve kişisel haklarına ve yaşam tarzlarına bir müdahale ve saldırı olması durumunda buna çok sert tepki gösteren bir gençlik yetişmektedir. Bu kesim dünyaya açık, yabancı dil bilen ve son olaylarda görüldüğü üzere eski kuşaklardan dünya ile çok daha entegre durumdadır. Bu gençlik kanımca Türkiye’nin demokratik ve çağdaş bir ülke olması için elindeki en büyük şanstır. Türkiye’nin yaş ortalamasının 29-30 dolaylarında olduğu düşünülürse, bu grup giderek iş-kariyer sahibi olmakta ve güçlenmektedir. Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın yaptığı gibi bu grubu karşısına alan politikacıların siyaset sahnesinde elleri zayıflarken, ileride bu grupları karşılarına alan politikacıların yaptıkları “siyasal intihar” olarak bile adlandırılabilecektir. Taksim ve tüm Türkiye’de halkın ve demokrasinin gücünü siyasal seçkinlere bir kez daha gösteren tüm onurlu insanlarımızı bu vesileyle kucaklar ve Kıbrıs’tan selamlar-sevgiler gönderirim.
Dr. Ozan ÖRMECİ
04.06.2013