Kadınlara yönelik şiddetin önlenmesinde adalete erişim
18 Ekim 2011 01:28 / 3200 kez okundu!
Kadınları şiddetten korumaya yönelik belli yasal iyileştirmelerin yapılmış olmasına karşın genel olarak şiddetin ve özellikle de kadın cinayetlerinin bunca yoğun olarak sürüyor olmasının temel nedenlerinden biri olarak kadınların adalete erişimlerinin önündeki engeller dikkat çekiyor.
Kuşkusuz gelenekler, zihniyet kalıpları, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, şiddet kültürü, yoksulluk, ekonomik ve sosyal destek mekanizmalarının yokluğu/yetersizliği, eğitimsizlik gibi etkenler de çok önemli, ancak bu yazıda S.P. olayı özelinde, şiddet mağdurlarının adalete erişimlerindeki olanaklar ve güçlüklere göz atmak hedeflenmektedir.
Adalete erişimde ilk adım: Başvuru
Şiddet mağduru kadınların, şiddetin önlenmesi, can güvenliklerinin sağlanması için güvenlik güçleri ve/veya Savcılıklara, Aile Mahkemelerine başvuru oranlarının düşüklüğünün (KSGM verilerine gore % 8) temel nedenlerinden biri, kadınların kendi haklarına dair bilgisizliktir. Bir diğer etken de ailelerin kadınlar üzerindeki fiziksel, ekonomik ve psikolojik kontrolü. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadoluda yerel kadın örgütleri ve Baroların kadın hakları komisyonlarının görüşü, kadınlar üzerindeki baskı ve kontrolün boyutlarının aileleri aşan ve aşiretler boyutuna varan düzeyde olduğu yönünde. Toplumsal önyargılar ve geleneklerin yarattığı baskı atmosferi kadınların adalete erişimlerini sağlayacak ilk adımların önünde önemli bir engel oluşturuyor
Bir başka engel dil sorunu. Van ve Urfa baroları kadın Hakları Komisyonlarıyla yaptığımız çalışmalarda şiddet mağduru kadınların önemli bir kısmının Türkçe bilmemeleri nedeniyle yasal haklarından haberdar olmadığı, güvenlik güçleri ve adli mercilere başvuramadıkları, baroların adli yardımından habersiz oldukları, avukatlarla iletişim kumada sorun yaşandığı tespit edilmiştir. Aynı çalışmalar kapsamında savcılık, aile mahkemesi hakimleri ve bu alanda çalışan sivil toplum örgütleriyle yapılan görüşmelerde de dil sorunu ve yerel dillerde ücretsiz tercüman sağlanması gereği vurgulanmıştır.
Nitekim tartışma konusu SP olayında da mağdurun yıllarca eşinden şiddet görmesine rağmen yasal korumaya ulaşamamasının temel nedenlerinden birinin dil sorunu olduğu, adli mekanizmalara ulaşabildiği anda dahi savcılık ifadesinin hukuka aykırı olarak fail kocanın çevirmenliği ile alındığı, mahkemede dahi tercüman olmaksızın yargılama yapıldığı görülmüştür. Bunca yoğun şiddet yaşayan ve resmi dili bilmeyen bir mağdurun adli aşamada dahi tercüman yardımından yararlandırılmaması adil yargılanma hakkının ve adalete erişimde devletin özen yükümlülüğünün açık ihlalidir.
Şiddet mağduru kadınların adalete erişimlerinin sağlanabilmesi bakımından polis ve jandarma karakollarında özellikle kürtçe ve arapça bilen, şiddet mağdurlarıyla görüşme teknikleri konusunda eğitimli kadın personel bulundurulması, başvuruların sağlıklı bir şekilde alınabilmesi bakımından çok önemlidir. Aynı şekilde adliyelerde de tercüman istihdamının yanı sıra,kadına yönelik şiddet alanında savcılık ve aile mahkemelerinde görevlendirilecek, kürtçe ve arapça başta olmak üzere farklı dilleri konuşabilen sosyal hizmet uzmanları, psikolog ve pedagogların istihdamı adalete erişimin temel gereksinimlerinden biridir. Mülteci ve sığınmacı kadınların tercüman sorunu nedeniyle kendilerine yönelik başta cinsel taciz olmak üzere tüm şiddet türlerine karşı korumalardan yararlanamaması da bir an once çözüme kavuşturulması gereken sorunlardan biridir
Kamu görevlilerine güven sorunu:
Şiddet mağduru kadınların, başta karakollar olmak üzere adli başvuruda bulunmamalarının temel nedenlerinden biri de kamu görevlilerine olan güvensizlik olarak belirtilmektedir. Bu konuda Urfa ve Van Baroların kadın hakları komisyonu avukatlarının mağdurlarla yaptıkları görüşmelerde , mağdurların gerek kendi deneyimleri gerekse çevrelerinde yaşanan deneyimlere dayanarak “nasıl olsa bir şey değişmez”, “onun arkası güçlü ona bir şey olmaz”, “beni dinlemeyecekler ki”, “barıştırmaya çalışacaklar” düşünceleriyle başvurudan kaçtıkları tespit edilmiştir.
Nitekim Türkiye’deki yargı pratiği de kadınları doğrulamaktadır. Örneğin İzmir Şiddete Karşı Kadın Koordinasyonu’nun İzmir Emniyet Müdürlüğünden aldığı verilere gore 2009 Kasım – 2010 Kasım arasında emniyet birimlerine aile içi şiddet nedeniyle 4.640 kadının başvurmasına rağmen aynı sure içinde Aile mahkemelerinde 4320 kapsamında açılan dava sayısı 1.178 olarak belirtilmiştir. Bu davalardan; 556’sı şahsi başvuru olarak, 622’si savcılık kanalıyla yapılmıştır. Karakollara ve C.savcılıklarına yapılan başvuru sayısı 4.640 olduğu halde bu başvurulardan yalnızca 622 sinin (%13 nün) savcılık kanalıyla Aile Mahkemelerine yansıtılmış olması, başvuru yapan diğer %87 oranında kadının koruma kapsamı dışında bırakılmış olması, güvenlik güçleri ve savcılıkların 4320 sayılı yasayla getirilen koruma haklarının kullanılmasının kolaylaştırıcısı olmak yerine adalete erişimi engelleyici, geciktirici pratiğine ilişkin önemli bir veri oluşturmaktadır.
Tartışma konusu SP olayında da mağdurun ağır yaralanmasına, kulağının kesilmiş olmasına rağmen failin tutuksuz yargılanması ve kadının suçun faili kocaya teslim edilmesi, yine yakın zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)nin Türkiye hakkında vermiş olduğu Opuz kararında vurguladığı gibi sekiz kez eşine ve annesine ağır şiddet uygulayan kocanın cezasız bırakılması gibi pek çok örnek mağdurların kolluk güçleri ve yargıya yönelik bu düşüncelerinde çok da haksız olmadıklarını gösteriyor.
Soruşturma ve yargılama aktörlerinin zihniyet kalıpları ve tutumları:
Karakollarda toplumsal cinsiyet ve kadına yönelik şiddet konularında eğitim almış polislerin ve özellikle de kadın polislerin sayısının artması, kadınların başvuru konusunda cesaretlendirilmesi, başvuruların doğru değerlendiririlmesi, uzlaştırma girişimlerinin azaltılması bakımından önemli bir adım olacaktır.
Şiddet mağduru kadınla özel görüşme ortamı ve mutlaka kadınla aynı dili konuşabilen bir sosyal çalışmacı ya da psikoloğun varlığı, şiddetin travmasını yaşayan kadının kendini daha iyi ifade edebilmesi bakımından önemli bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır.
Gerek kolluk güçlerinin gerekse savcı ve hakimlerin yasada yer almamasına rağmen mağdurlardan delil istemesi, delil sunmaya zorlaması, delil sunma olanağı olmayan kadınların 4320 sayılı yasanın koruma kapsamı dışında bırakılması, koruma alanını daraltan önemli faktörlerdir. Bu nedenle bu kesimlere yönelik toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddet konularında devletlerin özen yükümlülüğüne dair sürekli eğitim ve denetimin önemi açıktır
Soruşturma ve kovuşturma aktörlerinin şiddeti bir “aile içi mesele” olarak algılayan tutumları karakol ve savcılıklara yapılan başvuruların aile mahkemelerine yansıtılma/yansıtılmama oranlarından da anlaşılmaktadır. İzmir Şiddete Karşı Kadın Koordinasyonu 2009-2010 raporunda belirtildiği gibi karakol ve savcılıklara yapılan 4320 başvuruların büyük çoğunluğu karakolda uzlaştırma, geri gönderme, delil bulmaya zorlama vb nedenlerle aile mahkemesine ulaşamamaktadır. Tekrarlayan şiddet vakalarında dahi şiddet uygulayan kocanın karakola çağrılarak uzlaştırmaya çalışıldığı ve kadının şiddet ortamına geri gönderildiği yaygın bir uygulama olarak devam etmektedir.(HRW 2010 raporu) Nitekim SP olayında da mağdurun yıllarca ağır şiddete maruz kalmasına rağmen jandarmaya her başvurusunda kocasının karakola çağrılarak uzlaşmaya zorlanması ve S.P.nin şiddet ortamına geri gönderilmesi, ağır dayak ve kulağının kesilmesinden sonra dahi savcılık tarafından dayakçı kocasına teslim edilerek eve gönderilmesi soruşturma ve yargılama makamlarının zihniyeti kalıplarının örneklerinden biridir
KSGM güvenlik güçleri, yargı mensupları ve sağlık çalışanlarına yönelik olarak gerçekleştirdiği toplumsal cinsiyet eğitim çalışmaları yürütmekteyse de henüz geniş kesime ulaşılmadığından belirgin bir tutum değişikliği gözlenmemektedir. Örneğin Urfa Barosu Kadın Hakları Komisyonunun 4320 sayılı yasadan kaynaklanan koruma tedbirlerinin infazına yönelik olarak iki farklı karakola yaptığı ziyarette karakollardan birinin toplumsal cinsiyet eğitimi aldığını ve başvuruları düzgün kaydettiklerini, risk analiz formlarını eksiksiz doldurduklarını görmüşlerdir. Ziyaret edilen diğer karakol görevlilerinin ise kayıtlarının eksik olduğu, görevli polislerin risk analiz formlarından habersiz olduğu görülmüştür.
Savcılık ve aile mahkemelerine yapılan başvurularda, bu makamların olayın gerektirdiği aciliyete uygun davranmaması, bürokratik işlemlerin uzatılması, sıradan yargılama olayı olarak algılanması, tanık istenmesi, olayın özelliğine uygun tedbirlerin alınmaması (yetersiz tedbirler) mağdurların adalete güveninin sarsılmasına yol açan etkenler olarak gözlemlenmektedir. Örneğin Türkiye yargı pratiğinde bıçakla yaralama olaylarında şüpheli/sanığın tutuklanması yaygın bir uygulama iken S.P. olayında olduğu gibi aile içi şiddet vakalarında failin serbest bırakılması yargının bu konudaki zihniyetinin göstergesidir. Şüphesiz yargı içinde CEDAW ’ a atıf yapan, olayın özüne uygun alternatif tedbirler geliştiren, yasaları mağdur lehine yorumlayan ve kararları ivedilikle alıp kurumları harekete geçirmeye çalışan yargıçlara da rastlanmaktadır. Ancak ne yazık ki bu zihniyetteki yargıçlar henüz azınlıktadır.
Kadına yönelik şideeti soruşturacak uzman savcıların görev yapacağı savcılıkların kurulması ve bu savcıların 7/24 ulaşılabilir olmaları, aynı şekilde Aile Mahkemelerine de hafta sonları nöbet uygulaması getirilmesi şiddetin önlenmesi ve adalete erişim bakımından önemli bir adım olacaktır.
Adli yardıma ve adalete erişimde Baroların sorumluluğu:
Baroların, Avukatlık Yasası 76.madde gereğince “ hukukun üstünlüğünü, insan haklarını korumak ve savunmak” görevleri çerçevesinde sorumlulukları ve çok geniş olanakları bulunmaktadır. Ancak bu yasal sorumluluklarına ve adli mekanizmaların her alanına doğrudan müdahale edebilme olanaklarına rağmen bir kaç baro dışında kadına yönelik şiddeti durdurmak için baroların görevlerini yaptıklarından söz edebilmek olanaklı değildir.
Öncelikle baroların şiddet mağdurlarına ücretsiz, nitelikli, kesintisiz ve etkin hukuksal yardım sunacak mekanizmaları oluşturmaya yeterli avukat kitlesi, adli yardım bütçeleri, mesleki bilgi birikimleri ve yasal olanakları mevcuttur. Nitekim az sayıda baronun kadın hakları merkezleri aracılığıyla şiddet tehtidi altındaki kadınlara ücretsiz ve etkin hukuksal yardım verdikleri görülmektedir.
Özellikle kırsal kesimdeki kadınların ücretsiz avukat yardımından (adli yardımdan) yararlanmaya olan gereksinimlerine karşın bu olanaklardan habersiz olmaları, baroların yeterli bilgilendirme yapmamaları, adli yardım başvurusunda bulunan şiddet mağduru kadınlardan tapu daireleri, bankalar vb kurumlardan belge getirmelerinin istenmesi, ivedi görevlendirme mekanizmalarının kurulmaması nedeniyle şiddet mağdurlarının adalete erişimlerinin önünde önemli engeller oluşmaktadır. Oysaki şiddet mağduruna bir telefonla ulaşacağı ve mağdurun beyanını esas alarak anında avukat görevlendirileceği sistemlerin oluşturulması barolar için hiç de zor olmayan görevlerdir.
Barolarca tpkı CMK sisteminde olduğu gibi anında ücretsiz avukat görevlendirilmesinin, şiddet mağdurlarının korunması için etkin tedbirler alınması, tedbirlerin uygulanma süreçlerinin ve kolluğun sivil denetimi bakımından da önemi açıktır. Çünkü SP olayı da dahil, koruma tedbirlerinin uygulanıp uygulanmadığının denetiminin yetersizliği ve öldürülen kadınlarının önemli bir kısmının mahkemece koruma tedbiri verilmiş kadınlar olduğu bilinen bir gerçektir.
Kadına yönelik şiddet alanında görevlendirilecek avukat gruplarının, bu konudaki ulusal ve uluslararsı hukuka hakim, mağdurla iletişim teknikleri konusunda bilgi sahibi, alanda çalışmaya istekli kişilerden oluşması adaletin sağlanması ve mağdurların korunması bakımından oldukça önemlidir.
Adalete erişimde barınma ve güvenlik sorununun önemi:
Her gün bir çok benzerine tanık olduğumuz SP olayında da , mağdurun çok ağır şiddete maruz kalmasına ve yaşamsal tehlike geçirmesine rağmen şikayetini geri almasının ve şiddet ortamına geri dönmeyi kabul etmesinin temel nedeni, çocuklarıyla birlikte kalacağı güvenli bir ortamın sağlanmayışıdır. SP nin ailesi çocukları evlerine kabul etmeyeceklerini her aşamada açıklamışlardır. Ağır fiziksel şiddet gördüğü ve kulağının kesildiği olayda, SP tedaviden sonra sığınma evine alınmış, ancak çocukları sığınma evine kabul edilmeyerek SHÇEK na bağlı yurda yerleştirmiştir. Öncelikle mağdur kadınların çocuklarından ayrı yerlerde kalmaya zorlanmaları hem kadınlar hem de zaten ev içi şiddetin tanığı/mağduru olan çocuklar bakımından önemli bir sorun oluşturmakta ve tıpkı SP gibi bir çok kadın salt bu nedenle evlerine geri dönmek zorunda kalmaktadırlar.
Sığınma evlerinin sayıca yeresizliği bir çok şiddet mağdurunun şiddet ortamına geri dönmesi ve dolayısıyla şikayetini sürdürememesine, yasal korumadan yararlanamamasına neden olmaktadır. Belediyeler yasasına gore nüfusu 50.000. üzerinde olan her belediyenin sığınma evi açma zorunluluğu olmasına rağmen belediyeler sığınma evi açmamakta ve İçişleri Bakanlığı da denetim yükümlülüğünü yerine getirmemektedir. Şiddetin yaygınlığına rağmen , valilikler yeterli sığınma evi açılması için bütçe ve personel tahsis etmemektedir. Var olan sığınma evlerinin koşullarının yetersizliği, kıstlılık, özellikle SHÇEK na bağlı sığınma evlerindeki personelin tutumu, güvenlik sorunu, engelli vb kadın gruplarının kabul edilmeyişi, kadınların çocuklarından ayrı tutulmaya zorlanması gibi sorunlar bir çok şiddet mağduru kadının yaşamlarının riskine rağmen korumalardan yararlanamaması sonucunu doğurmaktadır.
Son olarak;
Kadına yönelik şiddetin önlenmesinde, kadınların adalete erişimlerini kolaylaştıracak yasal değişikliklerin ve sosyal destek mekanizmalarının oluşturulması, bu konuda bütünlüklü bir ulusal eylem planının hazırlanarak uygulanması yaşamsal önemde olduğu açıktır. Ulusal plandaki karamsar tabloya karşın, uluslar arası alanda kadınların şiddetten korunmasına yönelik umut verici ve ufuk açıcı gelişmeler yaşanıyor . Bu kapsamda, Mayıs 2011 de İstanbul’da imzaya açılan ve Türkiye’nin imzalamış olduğu, Avrupa Konseyinin “Kadınlara Yönelik ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Edilmesi’ne dair sözleşmesi bir dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir.
Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği arasında yapısal bağ kurması, devletlerin özen yükümlülüğüne yer vermesi, arabuluculuk ve zorunlu alternatif çatışma çözümlerinin yasaklanmış olması, mağdurun ifadesini ya da şikayetini geri çekmesine rağmen soruşturma ve yargılamaya devam zorunluluğu getirmesi, aynı cinsten eşleri de koruma kapsamına alması, mülteci ve sığınmacılara yönelik hakların genişletilmesi, barınma ve psikolojik sosyal destek mekanizmalarını oluşturma yükümlülüğü getirmesi, bağımsız denetim mekanizmaları getirmesi bakımından çok önemli bir adım.
Uluslararası hukukta kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet konusunda yaptırım gücü olan, bağlayıcı ve şiddetin kadın erkek eşitsizliğinin bir sonucu olduğunun vurgulandığı ilk sözleşme olan “Kadınlara Yönelik ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Edilmesi’ne dair sözleşmenin, bir an once meclis onayından geçerek yürürlüğe girmesi, artık başka kadınların işkence görmemesi, yeni cinayetlerin önlenmesi ve adaletin sağlanması bakımından önemli bir dönemeç olacaktır.
Nalan ERKEM
18.10.2011