Nasıl devrimci olmuştuk?

18 Eylül 2018 17:08 / 1270 kez okundu!

 

 

Lafı uzatmayalım, sizin anlayacağınız, biz fakirlikten devrimci olduk ama çok değiştiğimizi söyleyemem hep o sahilin çocuğu kaldık.
Hep çocuk kaldık...
Ne gülmemiz gitti, ne serseriliğimiz bitti...

 

****

 

Nasıl devrimci olmuştuk?

 

Görüntünün olası içeriği: açık hava ve su

 

Şimdi birilerinin yaptığı gibi çıkıp bunu yok efendim okul yıllarında sosyalist kültürle tanıştım da, yok efendim iş arkadaşlarımdan edindigim yüksek sınıf bilinci filan şeklinde süsleyerek masaya getirecek halim yok, zaten alakası da yok. Bizimkisi daha çok hatta tamamen alnımızda yazılanın bahtımızda çıkması hesabı bir durum, başka da bir şey olma şansımız yokmuş, ondan olmuşuz gibi bir durum.

1970’lerin ikinci yarısındayız.
TRT`nin siyah-beyaz yayını daha birkaç yıl önce yaygınlaşmış. Babamı kaybetmişiz, rahmetli annem bir dul maaşıyla bizi büyütmeye çalışıyor. Fakir mi fakiriz.

Mahallenin çocukları, gece sahildeki pavyonların önünde tatlı, sonra sabah işe giden işçilere simit satar, bütün akşamüstlerini ise palmiyelerin altına uzanıp, geleceğe küfretmekle geçirirdik...
Şöyle olsa imiş, böyle olsa imiş...
Açığa demir atmış şu büyük gemi Amerika`ya da gider miymiş..?
Deniz Gezmiş hakikaten denizlerde mi gezer imiş ?
Galatasaray bir gün şehre gelir miymiş?
Sonra birden fırlar çocuklardan biri yerinden,
Düşer gitmekte olan faytonlardan birinin peşine,
Diğerleri de ardından.
Sonra faytoncu anında kırbacı havada şaklatır! Hiç sevmedim onları...

Ve Bekçi Osman sahil boyunda ne olsa bizden bilirdi!
Şehrin en fakir semtinden gelmenin böyle de bir karşılığı vardı işte...Ve bize hiç "büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diye soran olmazdı,
Biz de onlara inat terk etmezdik yarınları...
Büyüdük,
Bekçi Osman`dan sonra komiserler, emniyet müdürleriyle tanıştık.
Kimler geldi geçti o koca şehirden kimler ama bizim sosyal statümüz hiç değişmedi.
Hep "potansiyel suçlu" kaldık...
Bundandır ki; alıştım artık ne suçtan, ne cezadan kaçarım,
Kimseleri bulamazsam kendime karşı ayaklanır, gölgemle kavga ederim.

Uzatmayalım, İskenderunspor`un başına dönemin efsane hocalarından rahmetli Kadri Aytaç gelmiş, altyapı için mahallelerde seçmeler yapılacakmış.
Bizde gözler parıldadı, topla yatıp kalkıyoruz. Soner, Durmuş ve ben ismimizi yazdırdık, seçmelere katılacağız.
Katılacağız ama bir spor ayakkabımız `bile` yok.

Soner, amcasına yalvar yakar aldırttı ayakkabıyı.
Durmuş da annesine. Benim durum zordu. Okul için kitap defterimizi dahi almakta zorlanan rahmetli annemin spor ayakkabısı almaya gücü yeter miydi, bilmiyorum ama ben sormadım bile.
Sonra! Biz kafadarlar kafa kafaya verip çareyi bulduk.
Benim şerefsiz bir amcaoğlu vardı, adı Hüseyin, babası Arabistan`da çalışıyor, maddi durumları iyi, ayağında da bir spor ayakkabısı? Pehhhh! Giydin mi uçarsın da, bu şerefsiz beceremiyor derdik. Neyse biz bir plan yaptık, okul çıkışı ben bir şekilde bu Hüseyin`i ikna ederek -bizim tayfanın önceden pusuya yattığı- dutlukların olduğu arka tarafdan getiriyorum.
Uzatmayayım, sota bir yerde birdenbire bizimkiler belirdi, Hüseyin`i yere yatırdık, abim üstüne oturdu, arkadaşlar ellerinden tutmuş, Hüseyin küfrediyor, küfredince tokadı da yiyor, bu arada ben ayakkabılarını çözdüm, aldım ve kaçtım.
O ayakkabılarla seçmelere katıldık. Katıldık ve kazandık.

Kazandık da, nasıl devam edecektik? O dönem şimdiki konfor yok, topçuluk revaçta değil, kimse sana bir şey vermiyor top oynuyorsun diye.
Stadyum şehrin öbür ucunda, nasıl gidip geleceksin? Ya malzemeler? Ayakkabı? Hangi parayla alacaksın?
Hergünde ayakkabı için elalemin çocuğunu dövemezsin ki kardeşim ?
Hem döv, döv nereye kadar?
Bıraktık o sevdayı. Daha doğrusu ben bıraktım.
Soner ve Durmuş devam edip çok büyük futbolcu oldular.
Soner`im önce Trabzonspor ardından Galatasaray`da, Durmuş Fenerbahçe`de oynadılar, hatırlayan hatırlar.

Bana dönersek, döndüm kürkçü dükkanına, kursağımda kalan heves ve `adaletin bu mu dünya?`makamından türkülerle gidip geliyorum okula.

O sırada şehre solcu abiler gelmiş, bizim okulun yolu üstünde küçük bir kitapçı dükkanı açmışlar.
Kitapları seviyorum. Bir iki yanaştım, tanıştım. Fena abiler değiller. Bütün gün taburelere oturup, çay sigara içiyor ve sürekli okuyor, okuyor ve tartışıyorlar.
Kesin dünyayı değiştirecekler ama nasıl? Onu tartışıyorlar.
Sonra bir şekilde "devrim"de karar kılıyor, bu defa da gerçekleştirecekleri o devrimin adı hususunda tartışıyorlar.
Bana kalsa abartmaya gerek yok abiler diyeceğim, bütün çocukları sorunsuz kitap-defter tamam bir de spor ayakkabısı sahibi yapsak yetecek, diyeceğim ama diyemiyorum.
Dinliyorum, dinliyorum, dinliyorum.
Arada gözüm duvarda asılı Deniz`in posterine gidiyor, aklıma sınıf arkadaşım Zeynep`in aynı fotoğrafı defterine yapıştırmışlığı geliyor?
Ortamı çok sevdim, hani terslerine gelip beni kovmasınlar diye gerekli her türlü yalakalığı yapıyorum.
Su getiriyorum, çay yapıyorum...
İskenderun`un cehennem sıcağını bilen bilir, leğene su koyup getiriyorum, "abi ayağınızı koyun, serinleyin" diye, maksat yalakalık olsun.

Okula gidip geliyorum, acaip devrimci takılıyorum, görseniz, hani dersiniz mektebini okumuşum mübarek. Ey fakirlik sen nelere kadirsin.

Bir gün kitapçı dükkanındayım yine, bir top bezle geldi abiler. Pankart yapılacakmış.
Dükkanın arka kısmında taşlık bir yer var oraya açtılar bezi, harfler çizildi, boyandı sonra: "İNCİRLİK`E EL KONSUN, AMERİKA DEFOLSUN!"
(O zamanlar tabii sol`umuzun Anti-Amerikan olduğu yıllar)
İskenderun`dan Adana`ya yürüyüş yapılıyor. Abiler önde, ben de aralarında.
Bağırıyoruz "TAM BAĞIMSIZ DEMOKRATİK TÜRKİYE!", "AMERİKA DEFOL!"

Bir iki gün sonra döndük İskenderun`a,
Rahmetli annem bir zaman beni evden dışarı bırakmadı.
Esaret çabuk bitti, okula arada kitapçıya bu arada dernek açıldı, oraya gidip geliyoruz.
Okullarda boykotlar filan örgütlüyorum, bildiğiniz devrimci oluyorum ufak ufak.

Sonra 1 Mayıs 1978 geldi. İskenderun`dan bindik otobüslere, İstanbul`a gittik. ilk defa görüyorum İstanbul`u.
Otobüs köprüye geldiğinde uyandırdılar beni, "Bak istanbul" diye. Beşiktaş`ta indik otobüslerden, sonra kortejler filan.
Taksim`e doğru yürüyüşe geçtik. Önümüzde dev bir pankart, üstünde "IMF`YE HAYIR!" yazıyor.
(Evet, o zamanlar sol`umuz IMF ile de kavgalıydı)

Lafı uzatmayalım, sizin anlayacağınız, biz fakirlikten devrimci olduk ama çok değiştiğimizi söyleyemem hep o sahilin çocuğu kaldık.
Hep çocuk kaldık...
Ne gülmemiz gitti, ne serseriliğimiz bitti...

Ha bu "Devrimcilik" de ne imiş, onu da daha sonraki yıllarda devrimcilikten hapse düşüp beş-on yıl yatınca, içeride öğrendik
Sonrasını üç aşağı beş yukarı biliyorsunuz, hapislik, kaçaklık, sürgünlük, mültecilik.

Yıllar çabuk geçti,
1991'de önce sosyalizm, ardından örgütle vedalaştım.

2002`de iktidar olan ERDOĞAN çocukluk hayallerim gibi, gençlik sloganlarımı da bir bir gerçekleştirdi.
Ülkenin bütün çocukları ücretsiz kitap, deftere, ayakkabı, ekmeğe kavuştu, çocuk işçilik bitti.
IMF kovuldu. Amerika`ya rest çekildi.

İşte biraz da bundan, çocukluğumuzun da hatırına Erdoğan`a desteğim.

Arada o günleri yaşanmışlıkları yazmayı, seviyorum.
"Aslında her insan bir romandır ve biraz kahramandır..." demiş Cengiz Aytmatov.
Hakikaten öyle...

İyi geceler cümleten...

 

Mehmet ÇEK

17.09.2018

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.