Herkes 15 Temmuz'un eleğinden geçecek! - Ertuğrul Başer

22 Şubat 2017 20:11 / 1933 kez okundu!

 

 

"Sosyalistler eğer gerçekten “devrimci” iseler, bu topraklarda tanık olduğumuz bu üçüncü özgürleşme dalgasını ıskalamazlar, ona katılır onu derinleştirmeye yaygınlaştırmaya çoğaltmaya süslemeye çalışırlar." 

Yazar-çevirmen Ertuğrul Başer'in 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye'de solun serencamı ve Türkiye'de yaşanan dönüşüm üzerine Ergün Munduz'la röportajı...

 

*******

 

Egemenlerin yazıp okuttuğu tarih kitaplarında devrim gökte üç elmadır… Biri Fransızın başına düşmüştür, biri İngilizin. Üçüncüsü bir ihtimaldi ve ihtimali bile güzeldi. Türkiye’de kaç nesil bekledik, beklerken birbirimizi ezdik. Türkiye’nin solcuları meydanlarda yüksek sesle, İslamcıları kısık sesle, Ülkücüleri ise gizli gizli Ahmet Kaya dinleyip tekrar etti, “Aynı daldaydık, aynı daldaydık…”

 

15 Temmuz gecesi minareden yükselen bir başka sesle ve cümle millet olarak buluştuk. Minareden “Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Rasulallah!” sesi yükseldikçe biz de yükseldik. Kabaran bir dalga gibi Cumhuriyet tarihinin ve dahi emperyalizmin üstüne kapandık. Yaramızdan irin çıkarır gibi söküp attık, atıyoruz hainleri…

Biz kim miyiz? Nasıl mı yaptık? Ertuğrul Başer, “Türkiye’nin kalbi kırıkları” diyor, bundan sonra siyaset yapacak olanların geçmek zorunda oldukları eleği dokuduk diyor.

Türkiye devriminin arka planını ve geleceğini Ertuğrul Başer’le konuştuk.

KİMDİR BU KALBİ KIRIKLAR?

Ertuğrul Başer'in 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yazdığı "Bir Fatiha: Arkadaşım Ahmet Aşık'ın Ruhuna Mektup" başlıklı yazısı yazarları arasında yer aldığı Birikim Dergisi tarafından yayınlanmadı. Başer yazısında, 15 Temmuz Devrimini "Türkiye'nin kalbi kırıkları yaptı", dedi.     

Sizin deyiminizle 15 Temmuz devrimini “Türkiye’nin kalbi kırıkları” yaptı. Kimdir bu kalbi kırıklar?

Çok geriye gitmeyelim. Cumhuriyeti kuran kadrolar, sırtlarını Kurtuluş Savaşına öncülük etmiş olmanın itibar ve meşruiyetine dayamışlardı. Ne de olsa Osmanlı’nın yıkıntılarından bir devlet/ülke çıkarmışlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında can telaşı içindeydiler, çok can yaktılar, çok kalp kırdılar, hadi bunu bir ölçüde anladık diyelim.

Ama daha sonra, neresinden baksanız mazur görülemeyecek bir efendilik iddiası içine girdiler. İmparatorluk batarken can havliyle Anadolu filikasına doluşmuş travmalı bir toplumu “adam etmeye” soyundular, haydi bunu da anladık diyelim, ama bunun için daha çok can yaktılar, kan döktüler, daha çok kalp kırdılar.

Nevşehir’in uzak tek bir köyündeki kalbi kırıkları diyeyim, siz pay biçin: tek parti döneminde kitaplarını sürekli saklamak, gömmek veya yakmak zorunda kalan dedem Hanifi Hoca, 60 darbesinde muhtarlıktan düşürülen, o yüzden de lakabı “düşük” kalan amcam, kötü muamele görmemek için uzun süre saklanan evine gelemeyen babam, 71 darbesinde korkunç hikayelerini ajanslardan dinlediğimiz, kitaplardan okuduğumuz solcu abiler, bizim kuşağın sırasının geldiği 80 darbesinin ülkücü, devrimci tanıdık arkadaş hısım hasım akraba kurbanları, onların hapishane kapılarında bekleyen anneleri, kardeşleri, annemin ağızdan ağıza dinlediklerinden aktardığı komşu Boğazlıyan köylerinden bizim köye sürülüp getirilmiş Ermeni kadın ve çocuklar ve onların akıbetleriyle yananlar, dilleri tutulanlar…

"KİM VAR Kİ KALBİ KIRILMAYAN?"

Çocuk yaşta en basit hakları ellerinden alınan 28 Şubat mağdurları, onların anneleri babaları, 37 Dersim’inin kurbanları, kayıp çocukları, “tarih öncesi köpeklerin uluduğu” gecelerde sürgüne gidenler, 80’de en seçme darbeci cehennem zebanilerinin iş başı yaptığı Diyarbakır cezaevine yolu düşmüş/düşmemiş tüm Kürtler, tutuşmuş bedenleri hala yananlar, imi timi belirsiz olanlar, uğradıkları aşağılık muameleye idamlarından daha çok yanmak zorunda kaldığımız bahtsız Menderes’ler, Seyit Rıza’lar, 20’lerde neredeyse 10 yıl boyunca seyyar idam sehpalarıyla tüm ülkeyi kasıp kavuran İstiklal Mahkemelerinin kurbanları… Sonra tekrar sürgünler, Sorgun’lar, kargınlar… Kim var ki kalbi kırılmayan bu ülkede?

Neyse, büyük bahisti, 15 Temmuz’da Cumhuriyet tarihinde ilk defa kalbimiz kırılmadı, ilk defa biz kalp kırdık, ilk kez bu dünyadan kalbi kırık gitmiş olanlara mahcup olmadık, şükürler olsun.  

“Seçilmiş cumhurbaşkanını, seçilmiş hükümeti, demokrasinin kalbi Meclisi (parlamentoyu) yeniden işler ve hâkim kıldılar”, diyorsunuz. Bu “yeniden” işler kılmayı biraz açıklar mısınız?

İki kelimeyle 15 Temmuz diye sorsam ne dersiniz? Ben şiddet ve demokrasi derim, yani şiddetin kategorik olarak siyasetten dışlanması ve bir kez daha Meclisin siyasetin kalbine oturtularak demokrasinin tahkim edilmesi. Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmış en büyük tahkimattır bu! Yüzyıllar sürecek etkileri olacaktır, şifalı bir iksir gibi dolaşacaktır kuşaklar arasında.

O gece çarpışma noktalarına bakın… Meclis, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Erdoğan’ın Marmaris’te kaldığı otel… Geçmiş bütün muhtıra ve darbelerde, sebepleri ne olursa olsun, meclis ve seçilmiş hükümetler çok kolay düşmüştü, darbeci generallerin şiddetine çok kolay teslim olmuştu ülke, kurumlar, güvendiğimiz dağlar.

Eğer 15 Temmuz’da dindar Müslümanlar ve onları temsil eden AK Parti hükümeti/Erdoğan da aynı kolaylıkla düşseydi Türkiye için hiçbir gelecek kalmamıştı, gerisini düşünmek bile istemiyorum.

O yüzden meşru iktidarın ve Meclisin devre dışı kalır gibi olduğu kısa bir gecenin sabahında bu toplum şükürler olsun, “Seçilmiş cumhurbaşkanını, seçilmiş hükümeti, demokrasinin kalbi Meclisi yeniden işler ve hâkim kıldı”, yüzlerce şehit Yeni Türkiye’ye nefes verdi, can verdi.

Türkiye’de şehirli, ideo-kültürel ortamda sol hakimdir ve muhafazakarlığı şiddete yaslanan bir ideoloji olarak statükonun bekçisi diye konumlar. 15 Temmuz bu ezberi bozdu mu?

Solun bu hakimiyetinin gerisinde Batılı zamanın (modern!) ruhu vardır, emir eri gibi gördükleri Doğulu/Osmanlı/Müslüman bir topluma bu ruhu enjekte etmeyi görev edinmiş asker-sivil Cumhuriyet elitleri vardır.

Bu elitlerin kaç kuşaktır kalkerli tabakalar halinde çöktüğü Dışişleri gibi öyle alanlar vardır ki o baba-oğul-torun elitler dışında “şüpheli” bir tek Allah’ın kulu bile sızamaz içeriye. En azından düne kadar böyleydi.

Bu yoğun, katı, Hint Kşatriya tabakasına benzeyen iktidar katı tabii ki zaman içinde kendi toplumsal tabanını da yarattı, şu an CHP’nin çekirdek seçmenini oluşturan %15-20’lik kesimdir bu.

Doğulu/Osmanlı/Müslüman bir toplumu Batılı, Ulus/Türk ve Laik yapmak için, 1932’de devrim adı altında dilimiz, alfabemiz değiştirildi. Tek başına bu örnek bile her şeyi açıklamaya yeter! Neyse.

Sol, ismini dahi işbu, egemenliğin kayıtsız şartsız Cumhuriyet elitlerine ait olduğu bir iktidar şemsiyesinin altında aldı (“ortanın solu”). Bu koruyucu “devrimcilik”, “halkçılık” şemsiyesi altında sol tabii ki her işe avantajlı başlıyordu, her yerde iltimaslıydı, nereye gitse yakasında “hamili yakinimdir” rozeti…

SOL, "DERİN TOPLUMU" İSTEDİĞİ GİBİ YAFTALADI

Kendisi gibi olmayan, iktidardan ve kamu alanından dışlanmış “derin toplumu” istediği gibi yaftaladı. Yobaz dedi, irticacı, görgüsüz dedi, testereyle kafa kesenler dedi… Ve bunları şiirde, romanda, sinemada, akademide kayda geçirdi, arşivledi, sonra dönüp okullarda, kütüphanelerde o “yobazlar”ın çocuklarına okuttu.

Bu adaletsiz, baskıcı rejime, toplumun en temel ihtiyaçlarını bile üretemeyen “gudubet” düzene ilk güçlü itiraz 50’lerde derin Türkiye’yi temsil eden Demokrat Parti hareketinden (ortanın sağından) gelmişti.

İkinci güçlü, değerli, kritik itiraz da 70’lerde sosyalist sola nasip oldu. Kemalist, cuntacı, vesayetçi solun eseri olan adaletsiz, kokuşmuş bir düzeni değiştirmek istediler. Maalesef, Demokrat Parti hareketi gibi onlar da yenildi. Vesayet rejimi, 80’lerde yeniden tahkim etti kendini.

Bu arada toplumla nefes/fikir açıcı bir irtibatı kalmayan ve iyice küçülen sosyalist sol da yenilginin mağduriyetine sığınmış, değişimcilik, devrimcilik, ilericilik, özgürlükçülük, modernlik, Batılılık, muhaliflik gibi birtakım ne idüğü belirsiz “janjanlı” vasıfları tümüyle ve adeta kimseye kaptırmamak üzere tekeline almıştı.

Ama 90’larda beklenen şey oldu, sosyalist yarımküre görkemli toz dumanıyla fiilen çöktü. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol, özellikle de sosyalist sol bir beka kaygısına düştü, bu kaygı halen de devam ediyor.

TAYYİP ERDOĞAN'IN BAŞKANLIĞI ALARM ZİLİ OLDU

Aynı yıllarda İslami hareket de yükselişe geçmişti. Muhtemelen 1994 seçimlerinde İstanbul belediye başkanlığını Tayyip Erdoğan gibi simge bir isimle Refah Partisinin kazanması, alarm zili oldu. Sol ürkmüştü ve acil bir seçimle karşı karşıya kaldı: Ya yenilgi psikozundan çıkıp dindar Müslümanlarla beraber yeni, demokratik bir ülkenin inşasına omuz verecek ya da ayak sürüyecekti.

Solun belli bir kesimi ilkini tercih etmedi değil, ama ana gövdesi, ezici bir çoğunluğu ikincisinde karar kıldı. Ve ayak sürüyüp bahane ürettikçe de Cumhuriyet tarihi boyunca her sarsıntıdan kendisini tahkim ederek çıkmayı başarmış Vesayetçi, darbeci bir derin iktidar bloğunun sularına doğru sürüklendi. Bu arada, yukarıda sözünü ettiğim “janjanlı” değerlere yenilerini katarak konforlu hayatına da devam ediyordu.

Ama 2000’li yıllarla başlayıp 15 Temmuz’la taçlanan değişim/dönüşüm süreci Solun bu konforunu darmadağın etti.

İlk iki özgürlük dalgasından (1950 ve 1970 dalgaları) daha derin, sahici ve gerçekten toplumsal ölçekli, yani sosyalistlerin “kitlesel” diye adlandırdığı türden üçüncü dalga geldiğinde, Türkiye tarihinde ilk defa hakiki bir değişim, eşitlik, özgürlük ihtimali belirdiğinde Sol, kısa bir Yetmez Ama Evet çıkışından sonra, ne yazık ki, iyice statükoya yanaştı. Bu eşitlik, adalet ve özgürlük dalgasına iştirak etmek yerine, “muhalif” ve “devrimci” birikimini bu dalganın istifadesine sunmak yerine, tam karşısında yer aldı.

Sosyalisti, Kemalist’i, özgürlükçüsü, liberali, yeşilcisi, silahlısı, silahsızı, vb., ile neredeyse topyekûn bir tavırdı bu. Ne idüğünü çok iyi bildiği İttihatçı, Vesayetçi, Benden Başkası Yalan’cı, Şiddet-perver bir anti-Erdoğan, anti-AK parti cephesinin “erdemlerini” sayıp dökmeye durdu.

90’larda başlayan Solun beka sorunu Sol’u bir takım iş birliklerine itti mi? Bir de HDP ile kurulan ortaklıkla Kürt meselesi üzerinden tekrar sahaya döndü, meclise girdi. Sol’un Kürt meselesindeki pozisyonu ve etkisi sizce ne oldu?

Dediğim gibi, sosyalist solun 90’lardaki beka kaygısının gerisinde, o zamana kadar eşitlik, adalet ve özgürlük bahsinde her ne olursa olsun Kapitalist sistemden farklı ve özgün bir şeyler yarattığı kabul edilen Sosyalist dünya sisteminin iskambil kağıdından bir kule gibi çökmüş olmasıydı.

Bu, neresinden bakarsanız bakın 200 yıllık bir teorik, felsefi ve pratik bir çaba, mücadele, emek ürünü, eser ve yaratımın kökten sorgulanır hale gelmesi demekti. Canı yanarak varlık sebeplerine yeniden bakmak.

Sol beka kaygısı içinde böyle bir varoluşsal soruşturmaya asla giremese de bu dönemin birkaç hayırlı sonucu oldu. Sol gruplar aralarındaki farkların sandıkları kadar büyük olmadığını, dağda taşta veya yer altında mücadele etmek yerine bizzat toplumun içinde ve yer üstünde, yani meşru siyaset zeminlerinde olmak gerektiğini fark ettiler. Birbirlerine yanaştılar, ortak partiler kurdular, seçimlere girdiler. İş birliği dediğiniz buysa, evet.

Bu aynı zamanda örtük bir “devrimci şiddet” eleştirisiydi. Solu felç eden, tümüyle siyasetin dışına düşüren ve genel olarak demokratik siyaseti zehirleyen “devrimci şiddetin” eleştirisinden bahsediyorum.  

SOLUN BEKA KAYGISI

1960’lı yılların sonlarından itibaren şu veya bu düzeyde sosyalist sola kulak ve destek veren “yığınların”, hayal kırıklığı, çaresizlik içinde aşağı yukarı 1977 1 Mayısından itibaren sosyalistlerden uzaklaşmasına yol açan kör bir şiddetti bu.

Fakat örtük veya açık, güçlü veya zayıf tüm bu hayırlı eğilimler dindar Müslümanların 2000’lere doğru net bir şekilde siyasete ağırlık koymasıyla akamete uğradı.

Beka kaygısından zaten köklü bir özeleştiri de yapamamış olan sol, tüm geleneksel takıntıları, iç kilitleri ve açmazlarıyla geri döndü. Öyle ki sosyalist sol Kemalist sola, özgürlükçü, meşruiyetçi sol ulusalcı, milliyetçi sola, siyasi mücadele diyen sol silahlı mücadele diyen sola benzemiş, adeta aralarında dişe dokunur bir ayrım kalmamıştı.

HDP ile iş birliği de bu dönemlerde gündeme geldi ve her şeye rağmen önemliydi. Tepeden tırnağa şiddete batmış, silahtan başka kuş tanımayan PKK’nin silah bırakmaya zorlanması, HDP’nin meşru siyaset zeminine oturarak zaman içinde PKK vesayetinden kurtulması ve dönüp PKK’yi silah bırakmaya ikna etmesi, Kürt sorununun demokratik bir zeminde sahici, gerçekçi bir şekilde tartışmaya açılması, çözüme kavuşturulması… Tüm bunlarda hayati bir katkısı olabilirdi Türk solunun. Maalesef olmadı. Zerre faydaları dokunmadı.

Özellikle 2013 Gezi olaylarından sonra hızla, kırk türlü safsata ve bahaneyle, “diktatörlüğe yürüyen” Erdoğan’ın önünü kesmek adına her yolu mubah gören bir tavra yuvarlandılar. 7 Haziran 15 seçimleri sonrasında olası bir AK Parti – HDP ittifakına destek vermek yerine, dindar Müslümanlarla Kürtlerin iş birliği içinde Türkiye ve Ortadoğu’nun önünü açma ihtimaline arka çıkmak yerine, çözüm masasının dağılmasına, PKK’nin tekrar kör şiddete dönmesine (ve HDP’yi tümüyle ıskartaya çıkarmasına) canları yanarak bir çift laf etmediler. O günden bugüne akan kanda doğrudan veballeri var. 

Yazınızda, “solculuğun”, “sosyalistliğin”, “devrimciliğin” anlamını değiştirdiler.” dediniz. 15 Temmuz sonrasının solculuğu, devrimciliği nedir?

Sol-Sağ eksenli açıklama modellerinin artık bir işe yaramadığını düşünüyorum ama şimdilik başka bir yolumuz da yok. Bu terminolojiyle konuşursak, az önce de söylediğim gibi “solculuk”, “sosyalistlik”, “devrimcilik” doğal ve tarihsel olarak Solun tekelindeydi.

Şimdi ve artık “sol” ve “devrimci” olan Sağdır. Şimdi özgürlük, bağımsızlık, adalet, kardeşlik bayraklarıyla dünyayı dönüştürmek isteyen, üstelik bunu şiddete başvurmadan, demokratik usullerle gerçekleştirmek isteyen sağ, muhafazakâr kitlelerdir.

Üstelik bu devrimi daha gerçekçi bir zeminden, her türlü çiçeğimizin açtığı, buğday, arpa, domates ve biberimizin yetiştiği, her türlü acı, keder, kelime, kavram, efsane, masal ve umut ambarımızın gömülü durduğu, özbeöz Doğulu/Osmanlı/Müslüman olan bir tarihsel-kültürel zeminden hareketle yapmak istiyorlar, istiyoruz.

YENİKAPI RUHU ÖLMEZ

15 Temmuz devrimciliğinin gerçekçi ve ayırt edici vasfı budur. Türkler kadar Kürtlerin de Müslümanlar kadar (ezici bir çoğunluğu Türkçeden başka dil bilmeyen) Hıristiyan azınlıkların, Rumların, Ermenilerin, Arapların da vatanı olan bir ülke. Bunun neresi ayıp.

Sosyalistler eğer gerçekten “devrimci” iseler, bu topraklarda tanık olduğumuz bu üçüncü özgürleşme dalgasını ıskalamazlar, ona katılır onu derinleştirmeye yaygınlaştırmaya çoğaltmaya süslemeye çalışırlar.

15 Temmuz’da oluşan ruh sonraki süreçte yaşatılabildi mi? Siyasi karşılığını, hak ettiği yeri bulabildi mi?

Büyük, çok büyük bir badire atlattık, üzerinden 7 ay gibi bir zaman geçti, ama hala hasarın boyutlarını, yerlerini saptamaya, acil ve önleyici birtakım tedbirler almaya çalışıyoruz. İşimiz kolay değil. Düşünün, biz kazandık ama içimize sinen bir Anayasa bile yapamadık.

Ama telaşa gerek yok, 15 Temmuz ruhu beyler bayanlar siyasette şiddet kapısı da darbe güzergahı da kapanmıştır, buyurun demokratik siyasete diyerek, şiddet/darbe “şövalyelerinin” kabuslarına çöktüğü gibi yeni Türkiye takviminin saydam, gül kurusu yapraklarına da ebediyen işlendi.

Bu ruh, bakın kolay kolay ölmez demiyorum, ölmeyecektir. Verdiğimiz, vereceğimiz fikri, insani, siyasi, sanatsal, felsefi, pratik emekler ölçüsünde hak ettiği yeri alıyor ve alacaktır. Hatırlatmak gerekir mi bilmiyorum ama, toplumsal zaman aylarla yıllarla değil nesillerle iş görür.

15 Temmuz’a kadar işletilen darbe mekaniği görülmedi mi? Görülmek mi istenmedi? Sizin durduğunuz yerden 15 temmuza giden süreçte ne görünüyordu?

Darbe mekaniğinin görülmemesi imkânsız, daha gezi olayları (2013) sırasında açık bir dille A. Öcalan ifade etmişti. FETÖ’nün daha önceki tüm gayrimeşru girişimlerine rağmen belki görülemeyen, belki beklenmeyen, “alnı secde gören” birtakım adamların böyle bir darbe girişiminde gözü dönmüş bir katil sürüsü halinde canla başla rol almalarıydı. Samimi olalım, hiçbirimiz beklemiyorduk bunu.

Mutlaka herkesin bir hazırlığı vardı. Ama ben bunları tümüyle “teknik” detaylar alanına havale ediyorum. Şu kadar fark edilmiş, şu derece tedbir alınmış, şu ölçüde göz yumulmuş… MİT atmış Genelkurmay tutmuş… Benim gözümde bunların fazla önemi yok, merak da etmiyorum.

Size de tavsiye ederim, gözünüzü 15 Temmuz’da ayağa kalkan ve aylarca oturmayan, hesapsa tereddüt etmeden hesap isteyen, bedelse gözünü kırpmadan bedel (246 şehitle) ödeyen dindar Müslümanların öncülük ettiği, adına layık, ahh söylemesek olmaz, İslam coğrafyasında Arap Baharının hüsranla sonuçlanmasına da izin vermeyen bir devrimci halk hareketinden ayırmayın, ben öyle yapıyorum.            

15 Temmuz ve sol dediğimizde solu topyekûn aynı safta anıyoruz. Ancak biliyoruz ki vatansever bir sol kitle de o gece Türkiye devrimine omuz verdi. Sizce bu kitle devrim sonrası Türkiye’nin ruhunu doğru okuyabilecek mi?

Bilgi istifçileri, söz ambalajcıları olarak bizler hala sol-sağ terimleriyle iş görmeye devam etsek de halk katında, mahalle, sokak, konu komşu düzeyinde işlemiyor bunlar. Bu bakımdan sadece 15 Temmuz’da değil, öncesi ve sonrasında da Türkiye devrimine omuz ve gönül veren bir sol kesim de var, hiç kuşkusuz.

Kimsenin hakkını yemeyelim. Bu eğilim halk katında sessiz sedasız kendine özgü değerlerin adını koyarak (yerlilik, kader birliği, tuz/göz hakkı, bağımsızlık, vb.) işlemeye devam edecektir.

Esas “sıkıntı” Kemalist/Devletçi ve Sosyalist sol, gerçi bu ayrım da açıklayıcı olmaktan çıktı ama şimdilik yapacak bir şey yok. Evet bu Sol elitlerin 15 Temmuz’u (bırakın katılmayı) anlamasına bile izin vermeyen fikri, genetik kodları… Son zamanlarda melankoli gibi kelimelere bulanan ağır üttürmüşlük psikozu… Ne yapalım, bekleyip göreceğiz demek konforlu olur, emek verip gayret göstereceğiz…

Bu topraklarda 70-80 arasında vaki olan ikinci kitlesel özgürleşme dalgasının mimar ve mağlupları olarak, kırgınlıkları biraz uzun sürmüş, biraz öfkeli, biraz karamsar kardeşlerimiz olarak bunu fazlasıyla hak ediyorlar. Tabii şiddeti dışladıkları, demokratik siyaset davetine icabet ettikleri ölçüde. Ne diyelim, insandan ümit kesilmez.        

Referandum sonucuna dair öngörünüz var mı?

Ben Anayasa değişikliklerinin otuna çöpüne bakmadan “Evet” diyeceğim. Getirilen Cumhurbaşkanlığı sisteminde eksik gedik varmış, olsun, geriden ve derinden gelen ve bizi yüz yıllık vesayet rejiminden çıkaran 15 Temmuz ruhu izin vermeyecek, her türlü eksiği gediği bihakkın ikmal edecektir. Uzmanlık alanım değil ama sandıktan “Evet” çıkacağını düşünüyorum.

Ulusalcı kesimin FETÖ sonrası rol kapması gibi bir algı var. Siz ne görüyorsunuz?

Bugün ana tablo şöyle görünüyor: Şimdiye kadar iktidardan, kamu, sanat, kültür, akademi gibi görünürlük ve değerlik sağlayan alanlardan dışlanmış, 90 yıldır inatla “çevrede”, vesayet altında tutulmuş derin Türkiye, dindar, muhafazakâr Müslümanlar ve AK Parti öncülüğünde hakkını aldı.

Olması gerektiği şekilde siyasetin merkezine yerleşti. Ve bu durumu 15 Temmuz’la yeni ve tersinmez bir aşamaya taşıyarak şiddete, darbeye, vesayete teşne yapıları dağıttı, dağıtıyor. Yeni ve tersinmez bir demokratik siyaset alanı inşa etti, ediyor. Başkanlık da bu inşaatın bir parçası.

Ve tüm bunları yüzlerce şehit verdiğimiz bir terör ablukası altında, komşu/kardeş coğrafyalarda bilfiil dahil olduğumuz bir ateş çemberinin içinde gerçekleştirdik.   

Dönüş yok. Şimdi eski veya yeni tüm siyasal, toplumsal güç ve mahfiller bu abluka ve fiili savaş koşullarına rağmen başardığımız yeni demokratik siyaset alanına göre sil baştan yeniden konumlanıyor, konumlanmak zorunda. Ulusalcısı da Kemalist’i de Anarşisti de Ayrılıkçısı da aynı tarifeye tabi…

Hayaller başka gerçekler başka… Üstelik yavaş yavaş da olsa herkesin boyunun ölçüleceği yeni bir elek de şekilleniyor, rasyonel/siyasal/demokratik standartlar eleği.

15 Temmuz’un getirdiği standartların adını koymaya çalışıyoruz. Örneğin, bu eleğin iki ana sicimi: her türlü şiddetin kategorik reddi ve kayıtsız şartsız demokrasi. Bir diğer sicim, Erdoğan’ın 2011 Mısır konuşmasından beri çeşitli vesilelerle şahane terimlerle net bir şekilde dile getirdiği yeni laiklik standardı. Vesaire.

Tüm siyasal güç ve mahfiller demokratik siyaset alanına girmeden önce bu elekten de geçecek, kimseye iltimas yok…

haber10.com

18.02.2017

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.