BENİM ADIM URLA - Selçuk KAYAN

16 Ağustos 2010 22:13 / 3419 kez okundu!

 


Urla'dan güzel bir ses... "Benim Adım Urla" yazısını bizlerle paylaşan Selçuk Kayan'a teşekkür ediyoruz. Urla'yı Urla'nın kendisinden dinlemek güzel...

-----------------------------------------------------------------------------------

Basit bir sahil kahvesinin tahta masasına oturmuşum, dudaklarımda Necati Cumalı’nın mısraları…

Diyelim bir masa var önümde
Elimde bardak
Oturmuş içiyorum
Bardak mı Urla mı tuttuğum?

Tatlı bir esriklik sarmış bedenimi, dalmışım. Bir el dokundu omzuma, “selam” dedi ve ilişti yanımdaki boş sandalyeye… Bir süre ufka baktı. Sonra derin bir iç geçirdi… Nedenini anlayamadım, sevinçten mi hüzünden mi? Ya da bir serzenişin ifadesi mi? Sonra döndü, “ benim adım Urla” dedi. Şaşkın bakışlarıma aldırmadan başladı anlatmaya…

Sana kendimi tanıtayım, Ege’de yaşarım binlerce yıldır. Yaşım yanıltmasın seni. Bu yılların bende bıraktıklarıyla hep gencim… Bak dinle;

Önce yakın zamandan bahsedeyim. Kimlere ev sahipliği yapmışım; kimlerin sevinçlerine, hüzünlerine ortak olmuşum.

Mesela Necati Cumalı… Ailesi Yunanistan’dan göçmüştü. Çocukluğunu sokaklarımda, ilk öğrenciliğini okullarımda yaşadı. Mustafa Kemal ziyaretime geldiğinde, Cumalı’nın o küçücük, çelimsiz haliyle kalabalıkları yararak yanına giderken nasıl heyecanlandığını dün gibi hatırlarım. Beni de pek severdi. Az önce mırıldandığın şiiri nasıl devam eder hatırlıyor musun?

Bardağı masaya
Tak!
Vurdum mu vurdum
Masaya dönüyorum
Urla, uzak, uzak, uzak
Diyelim oturmuş yazıyorum
Birden duruyor kalem
Bir görüntü ak kâğıtlarda
Ev ev, sokak sokak
Yine Urla oluyor konum


Yorgo Seferis de çocukluğunu benimle yaşadı. Yazlığa gelirlerdi ailecek İskele’deki evlerine. Tüm gününü Rum balıkçıların arasında geçirirdi. Yorgo’ya Nobel ödülü de getiren eserlerinde, o yıllarda Rum balıkçılardan dinlediği Girit destanlarının etkisi herhalde çoktur.

Çocukluğunu bende yaşayanlardan biri de Neyzen Tevfik’dir. Babası ilk “ney”ini hediye ettiğinde nasıl da sevinmişti. İlk kez bendeyken üfledi neyi. Sonrasını biliyorsun… Kaç neyzen yetişti ki onun gibi? Ekmeğimi yediği, suyumu içtiği için Neyzen’in ustalığından kendime bir parça pay çıkarsam ayıplamazsın herhalde…

Ya Tanju Okan... İstanbul’u, dostlarını, işini bıraktı bana geldi. Beni çok severdi. Ben de onu çok sevdim. İçkisiyle sigarasıyla baş edemedim ama biliyorum ki bende çok mutlu yaşadı.

Çok eskilerde kollarımda büyüyen Anaksagoras’dan da bahsedeyim. MÖ 462’de Atina’ya göçmeden önce ilk çalışmalarını bendeyken yaptı. Yıldızları benim sahillerimde gözledi. Benim göğsümde düşüncelere daldı, ilk fikirleri bendeyken filizlendi.

Evliya Çelebi de konuğum oldu bir ara… Sokaklarımı gezdi, üzümlerimi, zeytinlerimi tattı. Bak benim için neler yazmıştı o zamanlar. “Bütün evler mermer gibi beyaz taştan yapılmıştır. Etrafı baştanbaşa bağ ve bahçedir. Ağaçların çoğu zeytin ağacıdır. Zeytini, zeytinyağı, üzümü meşhurdur.

Sabunu cihanı tutmuştur. Çünkü bu şehirde 70 adet sabun imalathanesi, 240 zeytinyağı değirmeni vardır. Zeytin aslında acıdır ama bu şehrin zeytini taze iken diğer meyveler gibi yenir. İri ve yağlı zeytini olur ki aşlama derler, dünyada emsali yoktur.”

Evliya Çelebi’nin anlattığı evlerin yerinde bugün yeller esiyor. Nasıl kıydılar, nasıl canımı yaktılar anlatamam. O beyaz mermer gibi taştan yapılmış evlerime her kazma vuruluşunda sanki etimden bir parça koparılmış gibi inledim ama duyan olmadı.

Geçmiş deyince, 2500 yıl öncesi ne kadar mutluydum bir bilsen. M.Ö 500’lü 600’lü yıllar... O zamanki adım Klazomenai idi. Bağlarım, zeytinliklerim pek ünlüydü. Üzümlerimden mayalanan şarapların ve zeytinlerimden sıkılan yağların namı sınırları aşmıştı. Limanıma her gün onlarca tekne girer; fıçılar, küpler dolusu şarabı ve zeytinyağını yükleyip başka kentlere götürürdü. Yüzlerce insan karınca misali koşturur, limanda hareket hiç durmazdı. O günlerde zeytinyağı işliğini inşa ettiler. İşlik dediğim bugünün diliyle fabrika yani… Dönemin hızlı ve yüksek miktarda zeytinyağı üretebilen nadir işliklerinin ilkiydi. Bunca yılda o kadar çok olay yaşandı ki, işliğin yok olmasını engelleyemedim. Ancak kalıntılarını yıllarca sakladım derinliklerimde. Neyse ki son yıllarda akıllı birileri buldular zeytinyağı işliğimi. Anladılar nasıl çalıştığını. Ayağa kaldırdılar, yeniden ilk şekliyle kurdular. Şimdilerde, en sevdiğim takı olarak korumaya çalışıyorum bu nadir zeytinyağı işliğimi.

Sanma ki geçmişim 2500 yıl önceye kadardır… M.Ö 6000’lere kadar uzanır benim hayatım. Tarihçiler prehistorik dönem diyorlar. Mesela M.Ö 3000’lerde, bugün Limantepe diye anılan yer pek önemli bir limandı. İnsanlarımın Ege adalarıyla ve deniz aşırı kentlerle ticari ilişkileri vardı. Liman çok büyüktü. Yaşadığım depremler ve doğal olaylarla bu liman tüm sırlarıyla battı, denizin kat ve kat altında kaldı. Zeytinyağı işliği gibi limanı da bin yıllardır sularımın derinliklerinde saklıyorum. Önünde duramasam da doğal felaketlerin, kalanları elimden geldiğince saklamayı becerebildim galiba…

Bugünkü Karantina adası, benim bile hatırlayamadığım eski bir dönemdeki doğal olaylarla oluştu. Daha sonraki yıllarda, M.Ö. 225’de Büyük İskender Ada ile anakarayı birleştiren bir yol yaptı. O yolun kalıntılarını bugün çıplak gözle görebilirsin. Adada da sakladığım ziynetler var… Yeri gelmişken, neden Karantina adası dendiğini bilir misin? Osmanlı hükmederken bana, hacca deniz yoluyla giden İzmirlilerin gemileri dönüşte Karantina Adası’nın açıklarına demir atar, hacılar bu adada karantinaya alınır, sonra da dezenfekte edilerek İzmir’e gönderilirlerdi de ondan… Hatırlarım, karantina dönemi bitince, bir atlı koşturulurdu, İzmir valisine hastalık olmadığının müjdesini vermek ve hacıların İzmir’e hareketinin iznini almak için.

Neyse, yine o yıllara dönersem, denizin derinliklerinde sakladığım limanın çok önemli sırlar sakladığını bir ben bilirim bir de bugün limanı araştıran, kazılar yapan bilim insanları. Öyle sırlar ki gör bak, çalışmalar bittiğinde Ege’nin bilinen tarihi değişecek. Zaten bu nedenle Amerika’da yayımlanan bilimsel bir arkeoloji dergisi Limantepe kazısını dünyanın en önemli 10 su altı kazısından biri olarak ilan etmiş. Bir; kazının zaman zaman durmasına, bir de insanların bu önemli çalışmaya kayıtsız kalmalarına çok üzülüyorum.

Bu kayıtsızlık, üzülmenin ötesinde bazen beni kahrediyor… Bin yıllarca insanlara ekmek yediren; ünü denizleri aşmış üzümüm, şarabım, zeytinim, zeytinyağım son yıllarda öksüz kaldı. Daha düne kadar, 1950’li yıllarda Malgaca Pazarı’na yolu düşenler, ki herkesin düşerdi, ancak kuru üzüm çuvallarının üstünden atlaya zıplaya geçebilirlerdi. Bir şeyler oldu insanlarıma. Bağları kollayanlar, zeytinleri işleyenler sanki yok oldu. Ama birileri neyse ki bugün yeniden uyandı. Rüzgarımın, havamın ve toprağımın üzüme ve zeytine verdiği tadı yeniden keşfetti. Böyle bir coğrafyada doğmuş olmamı tanrının bir armağanı olarak görürüm. Bu armağanı değerlendirecek insanların bana gelmeleri nasıl bir mutluluktur, anlatamam. Şimdilerde bağlar yeniden dikiliyor. Geçenlerde hesapladım, 2000 dönüm bağım olmuş. Adım yine duyulacak, ünüm yine sınırları aşacak… Çok heyecanlanıyorum. Avrupa’dan bir şarap uzmanı ziyaretime geldi. Tattığı şaraplarımı pek beğendi. Yakında, ziyarete değer önemli bir şarap merkezi olacağımdan hiç kuşkum yok.

Ya zeytinyağı… Evliya Çelebi’nin ilk dikkatini çeken hem zeytin, hem zeytinyağı olmuştu. Zeytin de nasibini aldı ilgisizlikten ama direndi, hala da direniyor. Anıt güzelliğinde, kıvrımlarında yılların birikimini saklayan zeytin ağaçlarım zamana da ilgisizliğe de meydan okudu. Bıkmadan usanmadan yeni sürgünler verdi. Zeytinimin yağını bir tatsan, tiryakisi olursun. Ama gel gör ki yıllarca su şişelerinin, plastik şişelerin içinde mahzun, sahipsiz, boynu bükük, garip; pazar tezgahlarında alıcı bekledi güzelim yağlar… Dedim ya, umudumu yitirmemeye çalışıyorum. Şimdilerde zeytinyağımı da değerlendirmeye başladı birileri. Güzel şişelerde, şık etiketlerle zeyinyağımın değerini sergileyen; güzelliğini ortaya çıkaran girişimler var. Yeter mi? Yetmez, ama umutluyum.

Bilir misin, zeytinin, üzümün yetiştiği yerde hava çok temiz olur. Benim de havam temizdir, hem de hastalıkları iyi edecek kadar temiz... Bir zamanlar İzmir’de doktorlar hastalarını bana gönderirler, havamın temizliğinden yararlanmalarını salık verirlerdi.

Havam temiz olduğundan bahar aylarında çiçekten geçilmez bende… Önce ortalık yeşillenir; ardından çiçekler sırayla sökün eder. Bir bakarsın papatyalar sarmış her yanı. Bir sabah uyanırsın ki anemonlar da açmış. Sonra katırtırnakları sarıya boyar doğayı. Ya gelincikler… Gelincik yalnız temiz doğada biter. Bundandır gelinciklere özel ilgim ve sevgim.

Havamın temizliği, toprağımın bereketiyle birleşince, yalnız üzüm ve zeytin değil, her biri şifa kaynağı otlar da biter bende… Sirken, arapsaçı, rezene, radika, hardal otu, şevketibostan, labada, ebegümeci… Say say bitmez. Yıllardır kadınlar şifalı otlarımla zeytinyağımı birleştirerek tadına doyulmaz lezzetler yaratırlar.

Toprağım, havam gibi denizim de temiz ve bereketlidir. Çeşit boldur. Balığa çıkan boş dönmez. Çipura, Levrek, Sargoz, Mercan, Mırmır, Barbun, Dil… Şimdilik doğal deniz balığı yemek istiyorsan bana geleceksin. Ama “şimdilik” diyorum. Canımı yakan bir gelişme de balık çiftlikleri. Benim kıyılarıma da göz diktiler. Hele orkinos çiftliklerine ne demeli… Akdeniz’den topladıkları yavru orkinosları buralarda büyütecekler; bir an evvel kilolansınlar diye doğal veya yapay tonlarca gıdayla besleyecekler, suşi yapılsın diye ihraç edip para kazanacaklar. Sonra da kirli, doğal yapısı bozulmuş, canlıları ölmüş, kısacası tükenmiş denizimle beni baş başa bırakarak çekip gidecekler. Çok üzülüyorum çok… Bu girişimlerle mücadele edenlerin başarıları için dua ediyorum hep.

Neyse, biraz da güzel şeylerden bahsedeyim…

2500 Yıl önce, adım Klazomenai iken sosyal hayat çok hareketliydi. Ticaretin yanı sıra bilimle, sanatla da uğraşırdı insanlar. Müzik, edebiyat, felsefe konuşulurdu evlerde, sokaklarda. Bugün, o günlere özlemimi gideren mutlu anlarımın başında, müzik namelerinin sokaklarımı doldurduğu anlar geliyor. Bir yanda halk müziği ve Türk sanat müziği korolarının konserleri; diğer yanda Urla Müzik Akademisi’nden yükselen klasik müzik ezgileri… İnsanları konser dinlemeye giderken görmek büyük keyif… İşte, diyorum, eski parlak günlerime böyle döneceğim. Bekliyorum yine umutla, konserlerin günlerce süreceği; kalabalıkların yer bulmak için koşuşturacağı günleri. Konserler gibi sergiler de dolup taşacak izleyicilerle… Bilirsin eski Gazhane’yi… Aydınlanmanın gazla mümkün olduğu zamanlarda gazın depolandığı taş bina… Şimdi Fotoğraf Sanat Evi oldu… Umutlu olmak için nedenlerim var, gördüğün gibi.

Başını ağrıtmadım umarım… Anlatacak çok şeyim var. Benim adım Urla, binlerce yıl var arkamda; beni genç tutan binlerce yıl…

Sözlerimi, Cumalı’nın şiirini tamamlayarak bitireyim.

Bir ağız mızıkam var
Üflüyorum
Re mi fa sol la
Bir es mi giriyor araya
-Ya Urla?
Bardak değil o baylar
Tak!
Masaya vurduğum
Hak arıyorum
Düpedüz hak!
Bütün mahpus kasabalar
Küçük ölü kentler
Soyulan tarla tarla
Onlardan biridir Urla!
Yavaş yavaş sarhoş oluyorum...

---------------------------------

Selçuk Kayan

Mart, 2010


Son Güncelleme Tarihi: 30 Ağustos 2010 22:39

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
28 Ağustos 2010 16:27

GİRİTLİ KIZI

emeğinize sağlık Selçuk Kayan harika bir anlatım olmuş :))
22 Ağustos 2010 23:13

Seferis

Sevgili Selçuk Kayan,
Sevgili Hemşehrim, URLA'mız ancak bu kadar güzel anlatılırdı.
Bu güzel yazıyı kaleme alan ellere, beyine sağlık, sevgiler.
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.