'Ne barışı ulan'cılar ve 'aziz vatandaşlarımız'ın anakronik çıkmazı

02 Nisan 2013 16:15 / 2395 kez okundu!

 


Türk milleti kolektif kimliğini yeniden yapılandırıyor. Bu kimlik, toplumun değişik kesimlerinin özgün özellikleriyle etkileşimini sağlayan dinamik bir kimlik olacak. Üniter ulus devletin ulus paradigmasının ana etmenleri sarsılıp, tek tek devriliyor. Homojen ulus inşası ve toplum mühendisliğinin zorla dayatılmaya çalışılan milliyetçi, etnik bütünlük konsepti iflas etmek üzere.

Ulus devlet mimarlarının ordu ve yargı bürokrasisi üzerinden geliştirdiği vesayet sistemi ve ideolojik elitizmin çarkları eskisi gibi rahat dönmüyor artık. Vesayet sisteminin, geniş halk kitlelerinin demokrasi, hak ve özgürlük taleplerini, bu taleplerin vücut bulduğu siyasal akım ve partilerin yükselişini askeri darbeler, muhtıralar, 28 şubatlar ve yargı despotizmiyle kesme imkanı yok. “Ulusal cephede vuruşanlar”, cephelerini boşaltarak geri çekilmeye zorlanıyorlar. Siyasallaştırdıkları ideolojik normatif hukuk anlayışı terk ediliyor. Yeni, özgürlükçü hukuk konsepti arayışları başladı.

Ulus devletin vatanı ve milletiyle bölünmez etatizm öğretisi; özgürlüğü birincil politik değer olarak kabul eden, bağımsız hukukun üstünlüğünü savunan, şeffaf bir devlet modeli talep eden kitleler karşısında siyasal ikna gücünü yitiriyor her geçen gün. Geniş kitleler bu öğretinin mutlak doğrularının, mutlaklığın dogmatizmi ve doğrunun tarihsel perspektifi arasına sıkışan çelişkilerden öte bir anlam taşımadığını kavramaya başlıyor artık.

Ulusal azınlıklara yönelik 1920’lerde başlayan devlet destekli saldırılardan, 1934 Trakya olaylarına; ötekileştirmenin simgesi 1941 Kura İhtiyatlar uygulamasından, 1942 varlık vergisine, baskı ve bezdirme politikalarının taçlandırıldığı 1955 Kristallnacht’ı anımsatan 6-7 Eylül pogromu, vatandaş Türkçe konuş kampanyaları bu çelişkilerin en somut örnekleri olarak, TCK’nun 301 maddesinden kurtarılmış bir ortamda sorgulanabiliyor artık. Milliyetçi etnik bütünlük konseptinin “Ne Mutlu Türk’üm diyene” sloganının ulusal azınlıklar için birşey ifade etmediği gerçeği belirginleşiyor. Ulus devletin "Ben Türk'üm diyen herkes (etnik kökenine bakılmadan) Türk'tür" söyleminin boşluğuna sığan iki avuc gayri müslümün eşit vatandaşlık talebine toplumun her kesiminde destek ve empati artıyor. Etnik bütünlük konseptinin; dini, devlet kontroluna sokmaktan öteye gitmeyen laiklik anlayışının ve bu anlayışın Sünni temelinin Alevi vatandaşları ulusun ötekileri konumuna getirip yarattığı travmanın derinliği, kollektif vicdan kavramına yeni anlam kazandırıyor. Din özgürlüğünün ve dini özgürce yaşamanın türban tartışmasıyla sınırlı kalamayacağını, kalmaması gerektiğini öğretiyor bize.

Ulus devletin iflasın eşiğindeki milliyetçi etnik bütünlük konseptinin, toplumda çok daha derin bir yara açan diğer çelişkisi, Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren Kürt sorununun bir kimlik sorunu olduğunu inkar etmesi ve Kürtlerin kendi kültürel kimliklerine her türlü asimilasyon girişimine tepki göstererek sahip çıkmalarını, kültürel kimliklerini tanımlama ve yaşama hakkı için ayaklanmalarını şiddet ve kanla önlenmeye çalışmasıdır. Önceleri inkar edilen, yok sayılan Kürt kimliği, demokrasi ve hukuk devleti kavramlarının içeriğini evrensel değer ve normlar temelinde değil de kendi vesayet sisteminin gereksinimlerine göre tanımlayan ulus devlet tarafından topluma, Kürtleri temsil etme gücünden yoksun milliyetçi bir azınlığın gayri meşru “bölücülük” talebi olarak enjekte edilmeye başlanmıştır. 1984’ten itibaren başlayan terör, Kürt kimliği sorununun bir “‘üç-beş çapulcunun bölücü terörü” sorununa indirgenmesine neden olmuştur. 2002 yılına kadar Türkiye, PKK’dan kaynaklanan terör olayları nedeniyle, Kürt sorununu siyasal, sosyal-kültürel öğelerinden arındırılmış asayiş ve güvenlik sorunu olarak yaşayacaktır. Bu, otuz yıla yakın süren dönemde, kimi tanımlamalara göre düşük yoğunlukta diğer tanımlamalara göre kirli bir savaşta 50 bin civarında, çoğunluğu çok genç yaştaki insanın en doğal hakkı, yaşam hakkı yok edilecektir. Bazı verilere göre 20-30 bin civarında insan da savaşın yan ürünü olarak yaşamını yitirecektir. Ülkenin ekonomik kaybı 450 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Bu kanlı, bütün insani değerleri unutturan, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirip nefreti olağanlaştıran süreçe, hangi etiket yapıştırılırsa yapıştırılsın, "yeter artık!" denmeliydi. Toplumun bu kadar kayba daha fazla tahammül etmesi mümkün değildi. Türkiye’de yükselen etkin demokrasi talebinin güç kazanması nedeniyle Kürt etnik kimliğinin tanımlanması ve tanınmasına yönelik kısmi önlemler ve uluslararası konjonktürde yaşanan değişimlerin göreceli etkisiyle 2013’te Kürt sorunu tekrar nitelik değiştirdi. Asayiş ve güvenlik sorunu olmaktan çıkartılarak etno-kültürel bir nitelik kazandırılıp siyasal bir soruna dönüştürüldü. Yeni bir sürece, milyonlarca insanın özlemini çektiği silahları susturulabilecek, akan kanı durdurabilecek bir sürece, barışa doğru ilk adımlar atıldı. Kürt sorununun, Türkiye cumhuriyeti vatandaşlarına etnik ve dini kökenine vurgu yapmaksızın eşit hak ve özgürlükleri tanıyan Anayasal değişimle noktalanması gündemde.

"Ne mozaiği ulan"dan, "ne barışı ulan"a MHP

Ancak ulus devlet ideolojisinin ve ideolojik milliyetçiliğin siyasal ve hukuksal temsilcilerinin, derin ve dönüşü olmayan niteliksel değişimleri tepkisiz kabullenmesi beklenemezdi. Özellikle vatandaşlık kavramının anayasal düzenlenmesi ve aranan nötr vatandaşlık tanımlamaları toplum mühendisliğinin korporatist kültürizminin sonu olabilirdi. Bu da bir yenilgi olarak kabul ediliyordu.

MHP barış karşıtlığını siyasal stratejisine çevirmiş durumda. MHP lideri “Milli değerleri koru ve yaşat” mitinglerinin ilki olan Bursa mitinginde, bireyselleşememiş emir kullarının "Vur de vuralım, öl de ölelim" sloganına "Onun da zamanı gelecek" sözleriyle yanıt verdi. Barış karşıtlığı stratejisine şiddet boyutunu da ekledi ve Türklüğün faşizan fikriyatının kodlarıyla kemikleşmiş, gerilim ve çatışma simgesi “ne mozaiği ulan” yaklaşımının alternatifi "ne barışı ulan" versiyonunu sundu topluma. "Ne barışı ulan"cılar demagoji zeminlerinin hızla ayakları altından kaydığını fark ediyorlar aslında. Vatan sağolsun demiyen analar, barış sürecine destek veren Şehit Aileleri Dernekleri; bağımsız Kürdistan, federasyon veya özerklik talebini terk eden bir Kürt hareketi; BDP’lilerle beraber halay çeken vali ve komutanlar; Kürtçe konuşulamayan, Kürtçe şarkılar söylenemiyen diyarlarda Kürtçe öğrenen Emniyet Müdürü, çok şeyin değişmekte olduğunu anlatıyor onlara. Ülke bölünmüyor, vatan elden gitmiyor. Rasyonalite alan kazanıyor. "Ne barışı ulan"cıların gelecek sorunu var artık.

"Biz de barış istiyoruz" ezberiyle sürece fren olan CHP

Ulus devlet ideolojisinin en güçlü siyasal temsilcisi CHP, bir yanda liderinin, “devlet aklını devreye sokun (…),Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin binlerce yıllık birikimle zenginleşmiş aklı ve milletin derin irfanını acilen ve yeniden devreye sokmak mecburiyetindeyiz” açıklamasıyla ulusalcı sınırları aşamadığını gösterirken, diğer yanda vatandaşlık kavramının gündeme oturmasıyla daha da derinleşen iç çelişkilerinden kurtulmanın yollarını arıyor. Vatandaşlık ve millet kavramları etrafında oluşturduğu bir takım anlaşılması güç semantik kurgular çerçevesinde sürdürülen tartışma, CHP’nin açıklamalarına da yansıyor. Ana muhalefet partisi CHP’nin sürece etkin bir şekilde katılması demokratik bir gereksinimken, henüz somut, kristalleşmiş bir görüşünün olmaması nedeniyle elinde reaktif AKP karşıtlığının haricinde bir kozu kalmıyor. Bu nedenle barışı biz de istiyoruz tekrarlamasına ve bünyesindeki “yenilikçi” akıma rağmen barış sürecini frenlemekten kurtulamıyor.

Ne devlet ideolojisine endeksli büyük medyanın ‘sorumluluk’ sahibi yazarları, ne milliyetçiliğin alt kültürlerini temsil eden nefret ideologlarının marjinal gazeteleri bu sürecin önünü kesebilecek güce sahipler artık. “Türk milletine çağrı” başlığını taşıyan, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan Türk Milleti’nin adı, vatandaşlık tarifinden ve anayasadan çıkarılamaz” görüşünün savunulduğu bildiriyi imzalayanlar değişimin niteliğini ve onu taşıyan gücü anlamamakta direnenlerdir. İmzaya açtıkları metinin başlığı, homojen ulus inşası ve toplum mühendisliğinin milliyetçi etnik bütünlük konseptinin en tanınmış klişesidir. Türk ‘milleti’ hiçbir zaman kendisini tanımlama özgürlüğüne sahip olamadığı için devletinin de sahibi olamamıştır. Devletinin sahibi olabilme uğraşı gafletine kapılanlara zaten önce devlet haddini bildirmiştir. “Devletimizin eşit ve şerefli üyeleri olan aziz vatandaşlarımız, ırklara ve mezheplere ayrıştırılamaz” satırları bildirinin en ironik, yorum gerektirmeyen bölümüdür. Bu bölüm, toplumu oluşturan kitlelerin kendine özgü özelliklerini yok sayıp, tektipleştirmeye çalışan korporatist zihniyetin kandırmacası ve ‘aziz vatandaşlarımızın’ anakronik çıkmazının çarpıcı bir örneğidir.

Herkesin anayasal eşitliğe sahip olduğu, kimliklerin karşılıklı saygı temelinde birbirlerine kendi norm ve değer yargılarını dayatmadan özgürce yaşandığı, çoğulcu demokratik bir hukuk devleti özlemini çekenlerin beklentileri kısa dönemde gerçekleşebilir mi bilmiyorum. Ancak bu istikamette atılan her adım yeni doğan bir bebek gibi sevilmeli ve bağra basılmalıdır. Bırakın kendilerini “Türk milliyetçisi hukukçular” olarak tanımlayanlar, Genç Türkler savcılıklara suç duyurusunda bulunsunlar. Onlar bize bu özlemi neden çektiğimizi hatırlatıyorlar, yeterki biz Voltaire’i anımsamayı unutmayalım.


Aydın YENAL

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.