Operatör - 3

23 Ocak 2012 20:30 / 2169 kez okundu!

 


Dumlu

51. Tümenin aslında İzmir Narlıdere’de olduğu anlatılırdı. Doğru mu bilmiyorum; Narlıdere’den Erzurum’a sürülmüş koca Tümen. Nizamiyeden giriyorum. Nöbetçi çavuşlara belgelerimi veriyorum. Beklememi söylüyorlar. Uzunca bir zaman bekledikten sonra bir çavuşla beraber nizamiyeden ayrılıyoruz.

- Sen sürgün gelmişsin...

- Evet.

- Dosyan daha gelmediği için seni hizmet bölüğüne götürüyorum. Dosyan gelene kadar orada kalacan. Gerisini sana orada anlatırlar.

Hizmet bölüğü misafirleri ağırlama bölüğü sanki. Daha tam olarak nereye sürgün edildiğim belirlenemediği için burada beklemeye alınıyorum. Hemen herkes sürgün bu bölükte... Hani yersiz yurtsuz insanların yaşadıklarına benzer bir belirsizlik yaşıyorum. Geçici olduğum için de teçhizat vermiyorlar. Teçhizatsız günlük rutin eğitim programlarına katılıyorum. Eğitimin dışında kalan zamanlarda kantinde çay içerek, gazete okuyarak vs. işlerle geçiyor. Benim gibi başka sürgünler de var bu bölükte. Asteğmen yapılmamış sakıncalı bir er olarak yapıyor askerliğini. İyi futbol oynadığı için de tümen futbol takımında.

- Böyle rahatım. Benim bir şikayetim yok diyor.

İki asker sanki özellikle bana yakın oturuyorlar bir kaç gündür. Bulmaca çözüyorlar yüksek sesle. Aklıma rahmetli dedem geliyor. İzmir’den trenle Manisa’ya gidiyor bir gün Kınıklı Mehmet.

Kompartımanda dört kişiyiz. Kimse kimseyle konuşmuyor. Kimi uyukluyor kimi dalgın dalgın dışarısını seyrediyor falan. Benim de yanımda gazete var. Gazeteyi çıkardım ters çevirdim, okuyormuş gibi yapıyorum. Bir kaç dakika sonra genç olan kasketli ince bıyıklı delikanlı “amca gazeteyi ters tutuyorsun diye uyardı” beni. Eee birader, yüzden herkes okur mesele tersten okumak diyerek muhabbete başladık. Manisa’ya kadar dostça kardeşçe muhabbetle geçti yolculuğumuz.

Rahmetli biraz da kendini överek anlatırdı bu anısını. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır değil mi?
Bana duyurmak için yüksek sesle birbirlerine sordukları ve düşündükleri bir soruya ben cevap veriyorum.

Sinan ve Nevzat’la böyle tanışıyoruz. Uzun zamandır aç kalmış bir balık için esaslı yem hazırlamışlar aslında. Daha sonra itiraf ediyorlar. Ben de yüksek sesle yapılan bu daveti kabul ediyorum ve tanışıyoruz.

Sinan, bölük komutanının postası. Nevzat da hizmet bölüğünün demirbaşı. İkisi de Kurtuluş gurubundan. Askerde sürgün koşullarında bunlar ne kadar önemsizleşiyor.

Sıhhiye taburu etrafında dolaşırken bir gün sürekli eğitim yapıyor olmaları dikkatimi çekiyor. Sıhhiye taburunun da Kıbrıs mahkumu olduğunu anlatıyor bir gün Nevzat... Tabur komutanı rütbeleri binbaşılığa düşürülmüş bir albay. Çıkarmada piyade eğitimi yetersizliğinden çok zaiyat vermiş sıhhiyeciler. Deli gibi piyade eğitimi yaptırdığı için deliye çıkmış adı binbaşının. Anlaşılan epey günah keçisi kalmış orduda çıkarmadan sonra.

Hizmet bölüğünde bir aya yakın zaman dosyamın gelmesini bekledim. Nihayet bir gün deli dolu bir çavuş nerede benim hemşehrim diye bağırarak daldı kantine. Dosyam gelmiş, yerim yurdum belli olmuş, muhabere taburuna transferimi gerçekleştirmek için Eşrefpaşalı bir deli göndermişler bana. Muhabere Taburu karargah bölüğü yazıcılarından çavuş Erkan Kalkan. Bu deli çavuşu ne kadar sevgi ile ansam azdır.

“Bakma böyle deli dolu olduğuma ben akıllı adamdım abi, beni bunlar delirtti” derdi hep.

Daha sonra muhabere taburu ileri muhabere bölüğüne transferimle ilgili detayları aktardı yürürken.

Sen de benim gibi delisin galiba, sürgün yemişin diye bir yandan takılıyordu.

- Eşrrrrrrrrref paşalıyım abi ben. Delikanlı adamım. Buraya dayanamıyorum vallahi.

- Ben de Borrrrrrrrrnovalıyım, beraber dayanırız diye yanıt vermiştim. Erkan bir kaç sefer bileklerini kesti, bir kaç sefer hastaneye, bir kaç sefer disipline...

Dağıtım izni için Mamak’tan ayrılırken 1.Operatör Çvş. Talimgah bölüğünden Fethi asteğmene rastlıyorum.

Bölük komutan yardımcısıydı. Dağıtımımın nereye çıktığını öğrenince bana Erol ve Sedat asteğmenlerin orada olduklarını ve onları bulup selamını söylememi tembihliyor.

- Sana yardımcı olurlar, ikisi de iyi insanlardır.

İşte bu yüzden tam takımına düştüm. Aramadan buldum.

- Gel bakalım Ali Rıza.

Beni odasına çağıran bölük komutanı Fazlı üsteğmen ayakta karşılıyor beni.

Fazlı üsteğmene tekmil verdikten sonra, bana yer göstererek oturmamı söylüyor.

Emreden bir hali yok. Sanki sohbete çağırır gibi;

- Buyur otur şöyle diyor. Oturuyorum.

- Çay içer misin?

- İçerim komutanım.

- Oğlum, bize iki çay getir.

- Eeee anlat bakalım seni çavuş talimgah bölüğünden er olarak buraya sürmüşler. Ne haltlar karıştırdın?

- Komutanım, dernek başkanlığım vardı, bir de sendika temsilciği ondan olsa gerek. Bana da bir şey söylemediler.

- Bırak canım bu kadarcık şey olur mu? Hangi dernek hangi sendika?

- İGD ve Maden-İş komutanım.

- Yani başka bir şey yok öyle mi?

- Yok komutanım.

- Tamam öyle olsun. Yakında dosyan gelince göreceğiz. İnşallah söylediğin gibidir. Yalan söylüyorsan yakarım seni.

- Tamam komutanım.

Kimdir? Necidir? Neden sorgular beni? Benimle ilgili ne biliyor? Neyi, ne kadar söylemem gerektiğine kara veremiyorum. Ama verdiğim yanıtlardan da hoşnutum. Her şey yasal sınırlar içinde.

Geçen zaman içinde, Fazlı üsteğmenin demokrat ve insan yanını da, asker yanını da tanıyacaktım.

Askerlik anılarını anlatırken zaman kavramı kayboluyor. Bir olaydan ötekine atlayabiliyorsunuz kolayca, bu nedenle de zaman zaman zorlanıyorum. Anılarımın içinden olayları ve kişileri seçerek anlatıyorum. Bu nedenle de günlük gibi algılanmasın istiyorum yazdıklarım.

Muhabere taburunda ilk günüm. Koğuşa giriyoruz. Bana bir ranza gösteriyorlar. Hemşerine yakın olursun diyor koğuş sorumlusu. Yanında Osman abi yatıyor. O da İzmirli, senden biraz daha yaşlı.

Nihayet Osman geliyor koğuşa, tanışıyoruz. Ağız dolusu gülüşüyle insanın yüreğini ısıtıveriyor hemen. Osman Haklı’yı tanımış olmam beni psikolojik olarak oldukça rahatlatmıştı. İkimiz de İzmirli olunca çabuk ısınıvermiştik birbirimize. Aslında yalnızca İzmirlilik değildi bizi yaklaştıran, yaşlarımızın da etkisi vardı sanıyorum. Bir de Osman’ın ağız dolusu gülüşü ısıtıvermişti yüreğimi. Daha sonraları onun da sakıncalı olduğunu öğrendiğimde daha da yakınlaştık birbirimize.

Askerlikte askerler arasında böyle yakınlaşmalar, arkadaşlıklar, kalıcı dostluklar hep olagelmiştir. Benim için durum biraz daha farklıydı. 1983’den sonra giderek ağırlaşmaya başlayan koşullar zaten ağır olan illegal yaşam koşullarını daha da ağırlaştırıyordu. Sonra 1985’de gelen gözaltı ardından askerlik oldukça ağır gelmişti.

Beni hayata bağlayan damarlarım birer birer kopuyordu sanki. Kendime inanıyordum, güveniyordum da. En karanlık anlarda hep bir ışık bulabiliyordum. Gerçekten de atlatabilecek miydim? Neler oluyordu dışarıda?

Hala tutuklanmalar devam ediyor ve operasyonların ardı arkası kesilmiyordu. Anlaşılması zor bir durumdu. Bu kadar kayıp nasıl oluyor da veriliyordu. İnanılacak gibi değildi. Belki de biz büyütmüştük her şeyi gözümüzde. Sandığımız kadar güçlü değildik. İzin verdikleri kadar mıydı yoksa gücümüz? Bunlar tek başına altından kalkılabilecek sorular değildi.

Olsa olsa daha da yalnızlaştırırdı insanı. Kendimi toplamalıyım. Her şeye rağmen, inadına, evet aynen inadına sıkı sıkı sarılmalıyım yaşama.

Ertesi gün içtimadan sonra takımım belli oluyor. 2. takımda santralcı olarak görev yapacağım. Takım komutanı Erol asteğmen.

2. takımın görevi Kars’ta bulunan 25. alayın muhabere desteğini sağlamaktı. 25. alay ne zaman tatbikata çıksa biz de Dumlu’dan tatbikat sahasına giderek belirlenen yerimizde konuşlanıyor ve muhabere desteği için hazırlıklarımızı yapıyorduk. Bir kaç defa bu tatbikatlara katıldım. Daha ileride bu anılarımı da aktaracağım.

Sedat ve Erol asteğmenlerden başka er olarak askerleğini yapan bir de Selim vardı.

Adım Salamon demişti. Antakyalı. Sen neden sürgünsün diye sorunca, o da, gayrımüslim olduğu için askerliğini sakıncalı olarak yaptığını anlatıyordu.

Sakıncalılık listesi kabarıktı anlaşılan devletin. Gayrımüslimler, siyasiler, Ahmet Arif’in şiirlerinde “gayrı bundan böyle kaçakçıya çıkar adımız” diyenler, bitmez tükenmez kandavalarının silahlı figüranları v.s. v.s. hepsi sakıncalılar...

Sedat asteğmen ziraat mühendisi, Erol asteğmen elektronik mühendisi daha sonraları gelen Şeref asteğmen de elektronik mühendisi idiler. Sadece Müslüman olmadıkları için sürgündüler. Sen insanları mühendis yapıyorsun. Farklı devlet kurumlarında meslekleri doğrultusunda istihdam ediyorsun ama askerlik için sakıncalı buluyorsun. Peygamber ocağı olmasından mıydı acaba? Anlaşılamaz bir çelişkiydi bu. Ama gayrimüslimler durumu çok iyi anlıyorlardı. Yaşıyorlardı onlar. Ayrımcılığı iliklerine kadar yaşıyorlardı.

Nasıl bir yerdi burası böyle? Bir yandan 3. Ordunun kuzeyden gelecek Sovyet işgali tehlikesine karşı koşullandırıldığı söylenirken diğer yandan da birliklerin içler acısı durumu arasında tarif edilemez bir çelişki vardı. Belki de gerçek kuvvetler daha farklı askeri birliklerdi. Zaman içinde her şeyi daha iyi anlamaya başlıyordum.

Takım komutanı olan Erol asteğmene bir gün uygun bir zamanında Ankara’dan Fethi asteğmenin selamını söylüyorum. Yüzü gülüyor ve gözleri büyüyor. Aralarındaki muhabbeti anlamak zor olmuyor.

- Ne yapıyor ya bizim Fethi? Allahsız kaldı Ankara’da, biz buralara sürüldük.

- Selamı var işte komutanım. Yani iki aydan fazla oldu ama anca bulabildim sizi.

- Nereden geldin sen?

- Hizmet bölüğündeydim komutanım.

- Ha sen de sakıncalı mısın yoksa?

- Evet komutanım ben de sakıncalıyım.

- Neden?

- Benimkisi politik nedenler komutanım.

- Devrimci misin sen?

- Evet komutanım.

- Tamam anladım. Ama burada devrimcilik falan hava bilesin.

- Tamam komutanım.

- Tamam iyi ki selamı söyledin, iyi oldu. Görüşürüz.

- Tamam komutanım.

Çok ilginç bir bölük başçavuşumuz vardı. Adını unuttuğum için Mahmut başçavuş diyeceğim ona. Teçhizat-tüfek vs. malzemeleri depodan zimmetlenirken ayak üstü muhabbette meslek lisesi mezunu olduğumu söylediğimde seviniyor.

- Eee artık şu bölüğü biraz toplarsınız. Hep karargaha düşecek değiller ya biraz da bize takılsınlar. Hadi bakalım Ali Rıza aramıza hoş geldin.

Emekliliği yaklaşmış işin gırgırında bir başçavuş izlenimi bırakıyor bende. Bir ayağında sorunu vardı Mahmut başçavuşun. Bu nedenle de topallardı. Biz de Osman’la aramızda aksak başçavuş derdik ona.

“Dön bakalım kıçını memleketine ya da domal” derdi ve tüfek dipçikleri ile kıçına kıçına vururdu askerlerin. Başçavuş, bütün bölükte yazılacak çizilecek ne varsa önümüze serdi. Dershanelerden yatakhaneye, arabalardan deponun demirbaşlarına, eratın teçhizatına kadar her şeyi yeniden yazdık adeta. Denetleme sonucunda nasıl olduysa takdir almış bölük. Sonrasında biz de işi kaptık ve bazen ekstradan işler üreterek eğitimlerden kaytarmaya başlamıştık. Sabah içtimalarından sonra dershaneye ayrılıyorduk Osman’la.

Yapacak işimiz olmadığı zamanlarda da adını hep sevgiyle anmak istediğim bölük komutanımız sizin işiniz yok mu diye sorardı. Ama öyle bir sorardı ki işimiz yoksa da o anda bir iş üretmemizi isterdi adeta bizden. Bölük Komutanı Fazlı Üsteğmen benden, Osman’dan da 10 yaş daha küçüktü. Bölüğün en yaşlısı aksak başçavuştu. 50’lere yaklaşmıştı. Ama emekli olmuyordu nedense. Ondan sonra Osman, sonra ben geliyorduk. Askerlikte kuşkusuz kıdem her zaman en temel hiyerarşiydi. Ancak kültürümüzün önemli bir özelliği olan yaşa saygı her zaman olmasa da askerde de etkili oluyordu. Tek başına yaş değil tabii. Onun yanında farklı öğelerle de etkili oluyordu kuşkusuz. Bölükte bir de cezaevinden gelen Kürt mahkumlar vardı. Yıllarca cezaevinde yattıktan sonra askere alınan Yusuf ve Nurettin…

Okuma yazmaları yoktu. Türkçe de konuşamazlardı pek. Nurettin’in sevimli bir karakteri vardı. Sıkça kendisi ile dalga geçilmesine izin verir ama aslında asıl dalgayı kendisi geçerdi. Yusuf kafasına esince içtimaya da gelmez, koğuşta yatardı.

Seyyar bir santralim vardı. Santralın bulunduğu bir de 56 ya da 60 model Dodge bir kamyonet. Şoförü Balıkesirli Selim. Balıkesir köylerinden çiftçilikle uğraşan bir ailenin çocuğu. Malatya şoför kursuna katılmış. İki aylık kurstan sonra da kendisine bir santral aracı olan Dodge zimmetlenmiş. Dodge Selim’e zimmetli, santral bana zimmetli.

Özellikle tatbikatlarda 25. Alayın muhabere desteğini sağlamakla görevli olduğumuz için santralin ve kabloların belirli aralıklarla bakımının yapılması gerekiyordu.

İnsanın inanası gelmiyordu. Bu araç gereçlerle savaşa girilse takır takır dökülürdü ordu. Bütün malzemeler ikinci dünya savaşından kalma araç ve gereçlerdi. Bu savaş artıklarıyla bile her tatbikatta başarılar sağlanırdı. Nasıl olurdu da başarılı olurduk bilemiyorum.

Fazlı Burucu. Bölük komutanımız. Bir yandan da hukuk okuyor. Bu insanın iyiliklerini Osman ve ben unutamayız herhalde. Bölüğün önüne çıkardı bir gün ikimizi. Sonra da bu iki arkadaşınız ne söylerse ben söylemişim gibi anlayacaksınız. Onları üzen beni de üzer gibi şeyler söyleyerek bize yaşımızdan dolayı mı yoksa görüşlerimizden dolayı mı ayrıcalık sağlamıştı bilemiyorum. Yine bir gün Fazlı üsteğmen izinden dönen bir eri bölüğün önüne çıkardı. Er, yüksek rütbeli bir tanıdığı olan subaydan selam getirerek kendisine torpilli davranılmasını istemiş. Bakın şimdi bu arkadaşınıza nasıl torpil yapacağım dedi ve herkesin gözü önünde iyice benzetti askeri.

Dosyamın bölüğe geldiğini bildiriyor bana yazıcı arkadaş. Dosyam geldikten sonra Fazlı üsteğmenin beni yeniden görüşmek için çağırmasını bekledim hep. Ama o bana karşı davranışlarını hiç değiştirmeden beni rahatlatmaya çalışıyordu sanki.

Osman’la ikimiz bölük hatta bazı özel durumlarda ve denetimlerde tabur için elimizden geleni yapmaya çalışıyorduk. Fazlı üsteğmen, Nazmi teğmen, asteğmenler, Osman, ben ve bir kaç çavuş ve er hiç birimiz askerliğimizi gönüllü yapmıyorduk. Hepimiz ya geçmişimizden ya politik kimliğimiz ya da etnik veya dinsel kökenlerimizden dolayı sürgündük. Komutanlarımız ise yoksulluğun sürüklediği asker olmanın güvencelerine sığınmış, sonra da kişilikleriyle işlerinin uyuşmadığının farkına varmışlardı. Bu nedenle de sevmiyorlardı askerliği. Ancak öyle bir yoksulluk ve ilkellik vardı ki birliklerde, sanki zorluklar içinde el ele vererek yaratacağımız güzelliklerle kendimizi ispatlamaya çalışır bir halimiz var gibiydi. Bu neden belki de bizi birbirimize yaklaştırıyordu.

1986 yılının ilk aylarıydı. Kardeşim Sülo İzmir’den ziyaretime gelmişti. Şaşırmıştım. Önceden bildirmeksizin ani bir ziyaretti bu. Doğruca nizamiyeye giderek Sülo ile görüştüm. Bana ayaküstü izmir TKP davasının sonuçlandığını ve 6 yıl 8 ay 20 gün ceza aldığımı bildirdi. Yanında, bir haberin yer aldığı bir gazete getirmişti. Dava İzmir’de devam ederken avukat tutamamıştım. Fakat şimdi temyiz etmem gerektiğinden bir avukata vekalet vermem gerekiyordu. Bu nedenle de çarşıya çıkarak bir noterden vekalet işini halletmeliydim.

Önce bölük komutanına durumumu anlatmam gerekiyordu. Çarşı için izin almak zorundaydım. Hafta içi olduğundan da açıkçası umutlu da değildim. Durumu Fazlı üsteğmene anlattığımda hangi davadan yargılandığımı sordu bana. Hemen arkasından da ekledi; sendika davasından mı? Sorarken de yüzünde biraz alaycı bir gülümseme vardı. Bu defa doğruyu söyledim. TKP davasından yargılandığımı anlattım.

- Sen TKP’li misin diye sordu.

- Yok komutanım savcılar öyle diyor.

Yalan söylediğimi biliyor Fazlı üsteğmen. Alaycı bir gülümsemeyle;

- Tamam tamam değilsin anladım ben dedi. Bana yazıcıyı çağır diye ekledi.

- Emredersin komutanım...

- Emret komutanım diyerek yazıcı girdi odaya.

- Bana çarşı izin kartını getir.

- Emredersin komutanım.

Yazıcı kartı getirdi ve bölük komutanına verdi. Fazlı üsteğmen ayağa kalkarak yanıma yaklaştı ve gözlerimin içine bakarak kartı bana uzattı. Tam kartı alacakken geri çekti. Ben;

- Geri döneceğim komutanım dedim. Kartı bana almam için tekrar uzattı Fazlı üsteğmen. Gözlerimizin içine bakarak birbirimize güven tazelemiştik adeta. Kartı aldım ve Sülo ile beraber Erzurum şehir merkezine giderek noterden Kemal Kırlangıç adına vekalet çıkarttım. Sülo ilk otobüsle tekrar İzmir’e döndü.

İçim buruk, tekrar birliğe geri döndüm.

Sıkılmıştım. Kavganın içinde ailemizi unutmuştuk. Davamız her şeyin üstündeydi de neden kimse aramaz sormazdı? En zor zamanlarımızda hep kavgamızdan sonra gelen ailemizin kucağına sığınırdık. Sülo’nun gelişi beni oldukça etkilemişti. Demek ailem sahip çıkmasa temyiz yolunu kullanmadan cezam kesinleşecekti. Bu yalnızlık duygusu çok tehlikeli. Zaman zaman kendimi bu duyguya kaptırsam da her defasında bir çıkış yolu buluyordum. Hani belki de Sülo’nun bana gelmesini parti istemiş olamaz mıydı?

Kendisini davasına adamış ancak yargılanırken de partisinden çok ailesinin ilgilendiği ve sahiplendiği… Bu yakınmalar da olabildiğince insanca. Sahiplenilmek, aranıp sorulmak. Eşine çocuğuna elleri değsin istiyor insan yoldaşlarının. Bizim en az yapabildiğimiz şey.

Gözaltılar, tutuklular ve aileleriyle dayanışma en zayıf yanlarımızdan biriydi. Sonuçta gönüllülük işiydi komünistlik. Yürek işiydi. Hiç bir şeyin garantisi yoktu, olamazdı da. Ama her şeye rağmen insandık işte, insan...

Bu düşüncelerle döndüm geri. Kartı yazıcıya geri verdim ve bölük komutanına da geri geldiğimi bildirerek teşekkür ettim.


Ali Rıza ÜLEÇ

21.01.2012 - Almanya

Son Güncelleme Tarihi: 29 Ocak 2012 15:31

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.