MİSYON - Düzgün Gökhan/Hollanda

02 Ekim 2008 11:35 / 2278 kez okundu!

 

(...) Barışmış kafaların işidir bu. Sevişir gibi yenilenebilenlerin işi… Savaş yorgunlarından barış aktivisti pek çıkmaz kanımca. Savaşın izini bulaştırırlar çünkü. Barış platformları mola platformları değildirler. Barışsever kader insanıdır.

***


Misyon, değişik anlamlarda ifaa edilmiştir.



Sorumluluk anlamında ifade edildiği gibi elçilik manasında da kullanılmıştır. Özel bir görevi temsil etmeye de karşılık gelir. Özel görevler, özel yetenek ve beceri gerektirmiştir bazen. Bu bakımdan misyon herkese verilmeyeceği için, herkes de misyoner olamaz.



Kimi kez, sembolik temsiliyetle sınırlandırılmıştır misyonerlik.



Bazen de önceden belirlenmiş kamu yükümlülüklerini aşan, insani amaçlar atfedilmiştir misyona. Bu alanlarda sorumluluk alanlar, insanlığın vicdanında güzelliğe emsal olmuşlardır.



Erdemli alanlardaki misyonerler gönüllüdürler çoğunlukla. Barış alanındaki misyonerler, erdemlerin tarihinde öncelikli anılmışlardır hep.



Barışseverlik bir erdemdir kuşkusuz. Erdemin de ötesinde, kader insanın tasviridir, barış aktivistliği. Aktiviteleriyle savaşın ve hayatın kaderini belirler. Savaştan daha ciddi bir iştir ve ciddiyet ister.



Barışseverlik, özgün bir karakterdir bir bakıma. Barışçının karakteri mazeretlere yaslanmaz asla. Zira, can pazarında gönüllü çalışmak vicdani bir tercihtir.



Vicdan, güzellikleri güzel yaşama biçimini belirleyen şeydir. Yaşama ve yaşatma hakkını güzel kullanmak gibi… Bir romantik kadar vicdanlı olabilmektir…



Barışseverler yaşamdan bıkanlar degiller, yaşama doygunlar. Bundan ötürü üretkendirler.



Einstein, sivil militanlık, demiştir barış aktivistliğine...



Askeri militanlığı yaşadım da, sivil militanlığa giriş aşamasındayım henüz. Bunca birikim ve tecrübe, sivil militanlığa yetmiyor nedense… Zekasını yüzde 13 kapasiteyle kullanan bu adama göre, askeri militanlığın 13 kat fazlası uğraş vermem gerekecek, sivil militanlık için. Einstein’in zeka kat sayısına göre bu muhasebeyi yapıyorum. Yoksa, bir militan gibi çabalamak gerekiyor da diyebilirdi Einstein.



Buradaki sivil sözcüğünün, bizim gibi sivilleri anıştırdığını da sanmıyorum. Einstein, kendi kafasındaki gibi sivil zekayı kast etmiştir bence. Yani, düşüncesini askeri alanların dışına taşırabilmiş yenilikçi kabiliyeti… Anlamlardaki üretkenliği… Yeni anlamları…



Barışmış kafaların işidir bu. Sevişir gibi yenilenebilenlerin işi…

Savaş yorgunlarından barış aktivisti pek çıkmaz kanımca. Savaşın izini bulaştırırlar çünkü. Barış platformları mola platformları degildirler.



Barışsever kader insanıdır. Barış, kader degiştirir çünkü.

Barış aktivisti, can pazarında can simididir. Hayat mabat meselesidir bu iş... İhmalkarlık, erdemlerle oynamaya yol açar. Erdemli bir alanı suistimal etmek, öldürenlere yarar. Barış, ölüme ve öldürmeye alternatiftir.



Öldürenler mi daha aktif çalışıyor, barışçılar mı?



Genelde Türkiye Barış Meclisi’nin, özelde Avrupa Barış Meclisi’nin performansını Einstein’e sorsaydık, dilini çeker miydi ağzına, bilemem.



Barışseverlik harbiliktir. Savaşanlardan daha fazla cesur olmayı gerektiriyor. Kendini bir rest gibi taşımayanların, savaşanlar nezdinde itibarı olmaz. Ortanın diliyle taraflara yaklaşmak hayatı kurtarmaz bence. Yaşamın dili yeniliktedir. Bundandır ki, yenilikler ”savaştan önce-barıştan sonra” söylemiyle anılırlar (sanat bile). Zira barışa göre savaş, eski anlamlar üzerine yapılmıştır.
Anlam degiştirememiş bir platform, savaş seyircisi kalabilir ancak.



Geçenlerde, Roj Tv’deki programında barışı konuşan sayın Koray Düzgören, sivil pejmürde konuklarına utangaç ve mahçup bir edayla dönerek ”dünyada barışa da pek duyarlılık kalmadı sanki” demesine, gülmek tuttu beni. Doğduğum ve büyüdüğüm kent olan Elazığ‘ın Gakkoşlarının meşhur lafı aklıma geldi, -ayranın eşkimiş dayııı!... (ekşimişin Gakkoşça karşılığı eşkimiş-tir.)



Bu takatsız yolcuya bir tas su yetiştiresim geldi içimden. Su istemeye mecalsizdi sanki… Sanki, demesi de bundandı sanki…



Bir kere, siz kendiniz duyarlı degilsiniz ki, kimi duyarlı kılabilirsiniz? Öyle ki, duyarlılığın anlamını da bilmiyorsunuz. Bilseydiniz, kimseyi duyarlılığa çağırmazdınız.



Duyarlılık kişinin kendisine olan sorumluluğudur, kendi varlığına duyduğu ilgidir. Kişiyle sınırlıdır, çevreyi kapsamaz. Kişinin öz varlığına ilgisi sürüyorsa, çevreyi doğal olarak his eder. Öz ilgisi yoksa hisleri ölmüştür. İnsan olmayı his edemez ve insan sorumluluğunun gereklerini de. Hislerin ölümüne kişinin duyarsızlığı yani öz ilgisizliği sebep olur. Başkalarına karşı duyduğumuz sorumluluklar his ettiklerimizdir, duyarlılık degildir. Duyarlılık öznel sorumluluktur. Kimse başkasını duyarlı kılamaz ama, his ettirebilir.



His ettirmek için, his etmek gerekiyor tabi ki. His edebilmek içinse, duyarlı olmak gerekiyor. Duyarlı olanlar bilirler ki, ”duyarlı olun” demekle, kimse duyarlı olmaz. Ve duyarlı olanlar his ettirmenin yol ve yordamını mutlaka yaratırlar. Çünkü duyguları sağlıklıdırlar, duygularını algılarlar...



Kısacası, his ettikten sonra duyarlı olabiliriz. Önce his ederiz ardında duyarlı oluruz. His edemeden duyarlı olamayız…



Sonradan olmamız gerekeni önceden olmamız gerekenin yerine çağırırsanız duygular etkilenmez. Duyguların dilinde önceleme önemlidir. Aksine, çağrı sırasını bozduğunuz için duygular da size öfkelenecektir. Sizi en sona davet etmeye tepki duyabileceğiniz gibi...



His ettiğiniz kadar his ettirirsiniz. His ettirmek için uyarıcı olmak gerekir, duyarlılığa davet etmekle his ettiremezsiniz.



Savaşı bile his edemeyecek kadar, kendine duyarsız olan toplumun hislerini canlandırabilmelisiniz.



Dikkatinizi çekerim! Aktıvist degildi fakat, Gandi hep uyarıcıydı…



His edin! demekle de his ettiremezsiniz. Uyarıcı bir etki olmaksızın his edemeyiz çünkü…



Öyleyse, duyarcılığı terk edip uyarıcı olmalıyız. Uyuşuk üsluptan sakınmalıyız mesela… Duyarlılık davetlerini bir süreliğine yasaklayalım, yeteri kadar uyarıcı olduktan sonra yasağı kaldırırız. Sonrasında ihtiyacımız kalmaz zaten.



Nasıl uyarıcı olabiliriz? Sivil militanlık sınavında önemli bir sorudur. Duyarıcı (bu sözcüğü ben ürettim sanki) degil, uyarıcılıkla sivil şiddet etkileyici olur.



Ekşimiş ayran anlamında hisleri uyandırmayan duyarlılık davetlerini, savaşanlara sormalıyız bence… Onlar bu çağrıyı duyuyorlar herhalde... Etkileniyorlar mı?



Borç ister gibi duyarlılık dillenmek! İstediğiniz şey sizde bulunmuyor ki… Ne istiyorsanız o sizde yoktur.



Türkiye Barış Meclisi, barışı his etmiyor. Benim idamımdır bu da. Duyarlılık çağrıları, benim masum kanıtlarımdır. Meclis, bundan dolayı ciddiye alınmıyor.



Meclis hislerden yoksun olduğu için, savaşanlar kadar yeterlilik rüştüne sahip değildir.



Denemesi bedava!..



Yarın bir ateşkes çağrısı yapın! Hangi yanıtı alacaksınız? Hangi taraf, sizi ciddiye alarak ateşi keser?



Bu duyarlılık anlayışının çözülmesi gerekir öncelikle. Hislerden beklememiz gerekeni duyarlılıktan beklemeyelim. İnsanın ruhuna isabetle hitap edelim. Kişinin kendisiyle sınırlı olan ilgisini, kendimize istersek, bizi eli boş gönderir tabi ki...



Kişinin bize vermeye hazır olduğu şeyin adını asla veremeyeceği şeyin yerine isteyince, yanlış talepte bulunduğumuzun ayırtına varmadan, şikayetçi oluyoruz. Kimsede yok, deyip yakınıyoruz. Şekeri tuz diye istersek tuz verirler herhalde. Doğru istesek, herkeste var olduğunu ve bize vermek üzere hazırladıklarına tanık olacağız memnuniyetle. Hisleri uyararak!



Suyu kaynatmadan soğuk halde demlerseniz demini tutar mı?



Çağrılar demine getirmelidir duyguları. Suyu kaynatacaksın anlayacağın çayı içmek için. Barışın insanını sen yaratacaksın, savaşın yıkıntılarından… İnsanı yeniden oluşturmak gibi bir şeydir bu. Beklentiyle değil… Barışı kimden bekliyorsunuz sahiden?



Duyarlılığa güvenen aktivistler, beklenti yaratarak kendileri de başkalarından beklerler. Uyarıcılar beklemezler ve bekletmezler, ellerinden geleni artlarına koymadan üretken çabalarlar. Uyuşukluğu uyaracak etkinliklerle duyarlılığa davet eden aktivist aptaldır yani aptalisttir.



Duyarlılığa davet edenler ortaya konuşurlar hep, ortaya konuşma yolları kapanınca herkes netleşir. Barışçılar ortaya konuşmazlar, alternatif üretirler. Gerekirse, savaşanları kendi anlamları içinde dışlarlar yaşam karşısında… Bazen yeni anlamlar bütün savaşlara alternatif olabilir.



Savaşı ayıplamak mesela! Ayıplamayı örgütlemek!



Ayıbı bilmenin yolu utanmayı anlamaktan geçer. Utanmayı bilmek gibi… Ayıbı etkin kılmak için, utandıracak caydırıcılığa sahip olmalıyız.



Nasıl mı? Değerler sistemini yenileyerek… Savaşanların bilmediği değerlerle konuşmak ve o değerleri yaşamın ortak ölçüsü kılarak! Silah tutan elin duygularını boşa çıkararak, savaşı planlayan bilinci utandırarak!



Utanma derneklerini kurup yaygınlaştırarak başlayabilirdik.



Kamuoyuna açık iletişim adresinden, öneriler beklediğinizi ilan ediyorsunuz... Ve öneri bekliyordunuz. ”7 gün barış” çalışmamı, bu meclisin üyesi olarak his edip sizinle paylaşmak istedim. ”Duyarlı olduğunuz” için ilgilenmediğinizi anlıyorum. Orda, utanma duygusunun ve derneklerinin işlevini anlatmıştım.



Önerilerle ilgilenme tarzınıza hayran kaldım doğrusu. Temelin papağanı olsaydı, utanın! diyecekti size. Okumuşluğunuza varsayıp alınmayacağınızı bilerek…



Sivil pejmürde ile sivil militanlık kavşağında, sizi hangi yol kabul eder?



Ciddi çalışmadığınız için savaşanlar karşısında etkisiz ve çaresizsiniz.



Yaklaşık altı ay evvel kuruluşunu ilan eden Hollanda Barış Meclisi’nin komitesinde yer almama rağmen, yüzünü anımsadıklarımın sayısı birkaç kişidir. Daha önceden tanıdıklarımdır onlar da. Komitenin örgütlü çalışmasından, Hollanda kamuoyunun haberdar olduğunu sanmıyorum. Çünkü, örgüt oluşmadı mı desem yok mu desem, bilmiyorum.



Örgütlemeyi yürüten arkadaşın rahatsızlığına üzüldüğümü ve sağlıklı yaşam dileğimi yineliyorum. Fakat, can pazarına karşı kurulmuş bir örgütü çalıştırmanın geçici bir yolu bulunurdu bence. Bu süre boyunca, 10 kişi atıl kalmazdı. Şimdiye değin, Hollanda kamuoyu ve halkıyla ilişkilerimiz olmuştu. En azından bir can kurtaracak etkinlikte bulunmuştuk belki. Çok zeki ve yaratıcı bir insandı kurtardığımız, kim bilir? Belki de barışın dahisi olacaktı...



İki ayaklıların kavgasından bıktım. Savaşan halka mensup biriyim. İnsanların kavgasına karşı kaynaşma duygumu yaşamazsam, duygularım incinir. İnciniyorum nitekim. Özlediğim birine kavuşamamak gibi. Özlemlerim de barışla ilgilidir zaten.



Bunun için gerekirse, rezaleti göze alırım... Savaşan toplumların veziri mi olurmuş, Allah aşkına! Hepsi rezildirler zaten... Aktivistlikle hayatı kurtarıyorsun çünkü, sanıldığı kadar kolay değil... Hayat kurtarmak için rezalet bir erdemdir. Ciddiyet rezaletin içindedir. Gerekirse saçmalama kampanyaları örgütlemeliyiz.



Savaştan daha büyük saçmalık var mı?



Barış konusunda, rezalet çıkarmaya hayli yatkındır Hollanda.



Ben zaten rezilim. Bu savaşın ağır mağduru olarak, yaşadığım Hollanda’da sokağa atılmışım.



Savaşan toplumlar rezil olduklarını göremiyorlarsa, aptal oldukları içindir. Şekeri tuz diye istemezdiler yoksa.



7 Gün Barış’ta, aptallığa karşı mücadele derneklerini önermiştim, günümüzün aklına. Vicdanlılar Derneği’ni de… Aptallıktan nefret ederim çünkü.



Anlamak gerekiyordu. Temelin papağanı okusaydı, sizde o kafa yok! Diyecekti... Ardında, barış için yaratıcılık ensitütüsünün kurulmasını önerebilirdi belki de. İnsanın katilini araştıracaktı. Katil kimdir?



Sizi ve duyarlılığınızı baş başa bırakıyorum. Sizi Einstein’e şikayet edeceğim. Şimdi değil ama!…



His ettiğim kadarıyla, fıkra yazarlığına başlayabilirim sayenizde. Şakam yok, sokaktaki aktivistim ben...



Temel’in papağanını Avrupa Barış Meclisinin misyoneri olarak selamlayıp, Temel’i de, Türkiye Barış Meclisi’nin üyesi yazacağım.



Temel’in her uçak yolculuğuna, sekrateryadan degişik bir talihli eşlik edecek hep. İlkin kim alkış çalarsa, artık!



Misyoner papağan Nobel barış ödülünü alacak, sizden kimseyi davet etmeyecek ödül törenine. Neden dersiniz?



Diğer bir şans ta, her talihlinin Misyoner ile diyalogları olacaktı. Alın size talih kuşu işte!



Misyoner’in, Avrupa Barış Meclisindeki anılarını kitaplaştırabilirim öylece.



Şekilde görüldüğü gibi duyarlılığa davet etmiyorum kimseyi. Böyle uyarıcı oluyorum işte!



Misyonerin selamı var hepinize! Neden, ”sorumluluğa davet” edemediğinizi soruyor?




candost1@live.nl

02.10.2008



 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.