St. Petersburg (Leningrad)

28 Ocak 2007 17:27  

 

St. Petersburg (Leningrad)

Finlandiya'nın Baltık Denizinde, Rusya kıyılarında, Neva Delta'sına kurulan St.Peterburg şehri, şan ve şöhret uğruna, zenginlik ve saltanatın en büyük göstergesi olarak planlanmış zamanının en imitasyon mimarisi ile göz alıcı, parlak sözde romantik enstantanelerle dolu bir yer. Sovyet Devrimi'nin ateşinin yakıldığı yerde, o sokaklarda, şimdilerde billur kadar güzel fakat hafiflikleri, basitlikleriyle zengin adam peşindeki bazı kurnaz Rus kızlarının cinsel objeler olarak türlüm teşhircilikleri ve ısrarlı aşüftelikleri var. Her şeye rağmen gerçekte iyi ideallerin peşinden sürüklenmiş olan eski Bolşeviklerin ruhunu da aklını da bozan yozlaşma, her tür tehlikeye şapka çıkaran bir genç nesil ve ortada kalmış kapitalizm şaşkını kaba yontulmamış insan toplumu, bu ülkedeki ilk izlenimlerim.


Kutup çizgisinin 500 mil yakınında ve dünyanın kuzeydeki en kalabalık kenti St. Petersburg.



Alaska ve Shetland Adaları ile aynı paralelde olmasına rağmen iklim düşünülenden daha yumuşak olan bu kıyılarda, 44 ada elliye yakın kanal ve nehir kolu vardır.Topaklarının %10’unu su kaplayan şehirde 1400 km karede 5 milyon nüfus yaşıyor.



Geçmişte Avrupa şehirlerine olan büyük hayranlık ve özenmenin yarattığı delice bir arzu ile Çar ve Çariçenin isteği üzerine Rus topraklarındaki bütün inşaatçılar, ustalar, neredeyse tek bir yere toplatılarak yeni bir Paris, ya da Floransa, Venedik yaratılmaya çalışılmış ama özellikle de Amsterdam örnek alınmış. Yepyeni bir Avrupa şehri hem de batılısından, yaratılmış yaratılmasına elbette. Hatta bu arada, fazladan hiçbirinin sahip olamadığı dünyanın en büyük sanat şaheserlerinin de içerisinde olacağı muhteşem bir müzenin de sahibi olmuşlar.. Ancak belirli bir doğal birikim içerisinde ve yavaş yavaş değil de, suni bir süreçte oluşturulmuş bu güzellikler ve de özellikler ise aynı zamanda buraları yabancı tatlarından dolayı ülkenin geneline göre oldukça farklı kılmış. Bu yüzden yıllar içerisinde hal ve duruma göre Petrograd, Leningrad, St. Petersburg adlarını alan şehir aynı zamanda “yabancı karakterliliği” ile de anılır olmuş.
Sonuçta gelmiş geçmiş en tutkulu koleksiyoner tanımına herhalde çar ve çariçe yakışır. Toplayan, biriktiren, saklayan ve koruyan ve en önemlisi gelecek nesillere garip bir iç rahatlığı ile bırakmayı gerektiren bu akıl almaz merak bu şehri emsalsiz kılıyor günümüzde. Bu tutkuların “ zamanla birikmemiş” olmasını kim takar ki şimdilerde. Üstelik Eski Kışlık Sarayda bütün bu yorumlar çok zayıf kalır.Çünkü Saray artık Louvre Müzesi ya da New York’taki Metropolitan müzelerinden bile daha çok sükse yapar hale gelir.


Hermitaj en büyük kozudur bu şehrin.


Eşi bulunmaz para koleksiyonu, Avrupa Sanatlarının tamamına yakın örnekleri, tarih öncesi eserlerle dolu olan Hermitaj’da yaklaşık üç milyon sanat eserinin her birine onar saniye bakacak olsanız, 3.5 yıl bu müzede yaşamanız gerekmekte. Bu “İnziva” da, süt beyaz mermerler, altın kaplamalar ve gösterişli nişler ve süslemeler arasında ölecekseniz sanattan ölürsünüz olur biter.


İngilizlerin “Büyük” dediği bizim “deli” dediğimiz Petro ve Kraliçe Katerina gerçekten ölümsüzleşmişlerdir bu sayede.


İster sanattan hoşlanalım ister hoşlanmayalım, bu görkemli binada meşhur Ürdün merdivenlerinden yukarıya doğru çıkmaya başladığınızda geçmişin de izlerine rastlayacağımızı hem de el, ayak değmemişçesine korunmuş bu hazineyi bir ömür boyu unutamayacağınızı garanti ediyorum.
Oraya giden pek çok gezgin gibi ben de Puşkin, Dostoyevski, Çehov ya da Stravinsky, Çaykovski’ nin peşindeydim. “Bahar Ayini” ya da Mussorsky’ nin “Çıplak dağda bir gece “ si ama illa ki Dostoyevski’nin “Beyaz Geceleri”nin izini sürüyordum.



“Baltık’ ın Kızı” Helsinki’den sonra Baltık”ın Kız kardeşi

St.Petersburg için Tren Garında çok bilinçli hareket ediyorduk çünkü bir gün önce kontrol etmiştik istasyondaki peron ve benzer durumları.. Romantik bir sonlandırma olacaktı gezimizin son durakları. Tıpkı Ekim 1917 Devrimi’nin efsane lideri Vladimir İliç Lenin’in sürgünden dönerken yaptığı gibi trenle gidiyoruz St.Petersburg’a. Trenimizin adı Sibellius. Finlandiya’nın başkenti Helsinki’den kalkan Fin treni konforlu. Altı ya da biraz daha fazla sürede varacağınız St.Petersburg için en iyi yol. Gidiş dönüş 100 dolar civarında.297 km.lik bir mesafe.


Sibellius Tren’inde, first class vagonda dört kişiydik. Karşımızda biri İskoçyalı diğeri Gallerli bir çift oturuyordu. Çok neşeli, önyargısız ve hatta biraz kaygısız dünya insanları idi.Özellikle Galli zarif hanımefendi tam bir astroloji uzmanı idi ve tabii aynı zamanda her ikisi de gerçek birer barış elçisi gibiydiler. Trendeki restorana rağmen biz hiç yerimizden kıpırdamadık ve yanımızdaki yiyecekleri onlarla paylaşırken onlar da bize yol boyu şampanya ikram ettiler.Şans bizden yanaydı, keyfimiz de yerindeydi de ta ki Rus sınırına gelene kadar. Tren durdu. Rus polisleri girdi kompartımanımıza. Kirilce, hart hurt bir şeyler söylediler ve pasaportlarımızı aldılar ve gittiler. Bize potansiyel suçlu gibi davranıyorlardı. Ya da bize öyle geliyordu bilmediğimiz dilleri.Oysa şarkılarından duyduğum Rusça şiir gibi bir dildir. Gerçi vücut dillerimiz uluslarası ve çok anlaşılır ama…Bizde onlara güvensizlik diz boyu, bir miktar önyargı, hafiften küçümseme hallerimizi de unutmamalı. Kendi toplumumuza bile şefkatimiz hiç kalmamışken nerde elin toprak adamına anlayış göstereceğiz o da ayrı bir konu zaten. Sonuçta pasaportlarımıza tekrar kavuşana kadar epey endişelendik.


07.42 de hareket eden tren ne zamanki Rusya topraklarına girdi, peyzaj değişti. Artık İskandinavya’nın tahayyül edebileceğiniz zenginliği, yerini hızlıca yoksul ve pejmürde görüntülere bırakmıştı. Ama biz umudumuzu yitirmiyorduk. Bizi şimdiki hallerimize kavuşturan bilgi ve kültürel kaynakların en değerlilerinden oluşan Rus edebiyatının peşinde ve gerçekliğinde ciddi bir bilgeliğin görülebileceğinin farkında olmak istiyorduk.


Tıpkı Dostoyevski’nin ünlü romanı “Beyaz Geceler”de dediği gibi;
“Eylemliliğe, yaşama karışmaya, gerçekliğe susamış; ama zayıf, kadınsı, nazik olan karakterlerde az çok hayalperestlik denen bir hal doğmaktadır ve insan, insan değil de orta cins, yani hayalperest olmaktadır”


Trenden indiğimizde saat 14.00 civarıydı. Çok sonra öğrenecektik ki yolun başında Rusya olmalı. Üzerine Kuzey Avrupa Ülkeleri cila gibi çekilmeli. Petro’nun duygusunu daha iyi anlayabilirdik şimdi. Ancak eğer üzerinizde kimileri gibi beş altı milyar para varsa peşin peşin yolunuzu değiştirin. Bu kadar parayla girmek de dert, çıkmak da dert. Bazı tutuklanmaya çalışılan kişilerin haberlerini de aldık. Ama zaten devlet kızmazsa, mafya kızıyor oralarda bir şekilde gasbetme yoluna gidilebiliyor.Biz özellikle duyduğumuz nahoş haberlerden dolayı gezimizin sonuna yani paranın suyunu tamamen çekeceği günlere getirdik buralara gelmeyi. Üzerimizde limiti çok az olan kredi kartlarımız, üç beş yüz dolarımız ve bir de pasaportlarımız asılıydı boynumuzda.
Her neyse Lenin’in konuşma yaptığı tankın önünden geçerek istasyon binasına girdiğimizde kültür şoku da vurmuştu bizi. Kiril alfabesinden başka hiçbir tanıdık terminolojiye rastlamak mümkün gözükmüyordu. Keşke trenin tuvaletini kullansaydım da peynir arayan fareye dönmeseydim şuralarda. İşaretler de farklı, yönlendirme anlayışı da. Hiçbir şey bilindik ya da tanıdık değil. Cebimizde henüz ruble de yok. Zoraki bulduğum tuvalete girebilmek için tuvaletçi kaba kadınla kendi dilimde kavga ettim. Yoksa başka bişey edecektim.


Neyse kısa bir mola sonrası anladım ki taksi bulmak, tuvalet bulmaktan kat be kat daha kötü. Taksi yokluğundan çok güvenilir olması ve kazıklamaması önemli iş buralarda. Biz kazıklanmayı garantilemiştik. Turist bürosunun icazeti ile Victory Square’deki Pulkovskaya Hotel için yaklaşık bir saatlik yola 100 dolar ödemeyi kabul ettik. Her şey iyiydi de sadece yol yirmi dakika sürmüştü…


Zafer Meydanı St.Petersburg’un merkezine uzaktı. Ve berbat bir oteldi. Yatağıyla, yorganıyla, dekoruyla, kahvaltısıyla…İyi olan tek şeyi vardı otelin o da muhteşem porselen çaydanlıklar satan hediyelik eşya dükkanları. Çariçelere yapılan zarif dizayn ve kaliteye sahip sanat eserleri.
Otele kapağı attıktan sonra kendimizi tekrar büyük bir cesaretle dışarıda bulduk. Emin adımlarla ilk metro inişini bulmaya çalıştık. Bunun için epeyi yürümek zorunda kaldık. Yollar büyük, geniş caddelerde, karşıdan karşıya geçmek bile çok ciddi bir iş. Tıpkı bizdeki gibi arabalar yayanın geçmemesi için özel olarak hızlanıyorlar. Son model arabalarla savaştan kalma ucube taşıtlar garip bir paradoks yaratıyor. Yeni yetme zenginlerle asalet sahibi, kültürlü Ruslar arasındaki uçurum giderek büyüyor anlaşılan.


Rus aristokrasisi 82 yılda sosyalist rejimden dolayı pek çok özelliğini yitirmiş gitmiş olması zaten ciddi bir travma iken Perestroyka ve yeni Rusya modeli ile şimdi başka türlü kültürlerin yer ettiğini böyle bir seyahat içerisinde bile rahatlıkla görmekteyiz.
Metro’ya girdiğimizde Nevski Prospekt caddesi için inmemiz gereken yer hakkında yine ufak çaplı zorlandık. Çünkü Kiril Alfabesi pek de yaygın değil ülkemizde…
Neyse iman gücüyle bulduk indik metrodan doğru yerde. Haa unutmadan belirtmeliyim ki metro durakları birbirlerine çok uzak St.Petersburg’da.
Şehrin en popüler merkezine indiğimizde artık gözümüze, kulağımıza takılan çirkinlikleri unutmak, aklı başında mutlu turist olmak istiyorduk. Zaten buraların son derece gösterişli hali de bunu gerektiriyordu.


Nevski Bulvarında dolaştık. Ayaklarımızda derman kalmayacıncaya kadar. Lenin heykelinin önünde fotoğraf çektirdik. 300 yıldan fazla bir geçmişe sahip olmayan şehrin tarihi daha şimdiden pek çok hikayeye sahip.Ama biz öykülerle ilgilenmeyip Prospekt Nevski gibi bir alışveriş merkezinin tadını çıkarmaya baktık. Bana göre dünyanın en güzel el işi ve hediyeliklerine sahip bu diyarlar. Yemek için bir yere daldık. Kof çıktı. Kanal Boyunda sıradan bir şeyler yedik.
Daha sonra Ünlü Senato Meydanı’na Aziz İsaac Katedrali’nin de bulunduğu Donanma Yakası’na geçtik. Geometrik estetiğin, genişlik ve zarif çizgilerle beslendiği Saray Meydanı’nda, 700 tonluk kendi ağırlığında duran 48 metre yükseklikteki anıt Aleksandr Sütunu Napolyon’a karşı kazanılan zaferi her gün tazeleyecek kadar ihtişamlı. Biz bunu güneş altında olanca ağırlığı ile hissettik.


Dekabristler Meydanı ve Bronz Süvari Anıtı yine göz dolduran yerlerden.Gostini Dvor ise cebinizi boşaltacak alışveriş merkezlerinden.


Bir ara gözüm harika olduğu hemen anlaşılan Grand Otel Europa Oteline takıldı Griboyedov Nehri’nin kıyısında. Hermitaj için bir daha gelinirse orada kalınmalı diye düşündüm. Sonradan öğrendim ki otel Rus-İsveç ortaklığı ile kurulan enfes bir yermiş…
Buralar haziranda 20 derece gibi temmuzda yaz başlıyor, Eylül başına kar devam ediyor.Eylül ortasından itibaren de kar, kış başlamış oluyor.


İlk gün metroyu tercih etmiştik ama ikinci gün bir taksi ile anlaşarak kendimizi garantiye aldık. Üstelik “yes” ve “no” ile bir miktar tanışık gibiydi şoförümüz. Burada İntourist’e bağlı otellerin dışında (TÜRSAB vari) kalırsanız yabancı dil bilen birine rastlayamayacağınızı da bilmeniz lazım. Hermitaj için bir hafta kalmamız gerek esasında ama biz bu işi şimdilik 6-7 saatte halledebilir miyiz acep diye bakmaktayız. Hepsini tek tek saymayacağım. Bildiğiniz tüm en iyilerin en geniş koleksiyonları orada. Üstelik Kışlık Saray’ın eklenen yeni bölümleri ile sonsuzluğu ve ebediyeti çağrıştıran soylulukları içerisinde. Bir görevi daha yerine getirmenin iç huzuru ile Katerina’nın sarayından çıktık. Griboyedov Kanalı’dan bir tekneye bindik. Neva Nehri’nin kollarında gezindik. Aniçkov Köprüsü’nde şiirler, şarkılar söyleyen aşıkların kentine giderek ısındık. Griboyedov Kanalı üzerindeki “İsa’nın Yeniden Dirilişi” Müzesi fotoğrafını çekmeye doyamadığım hoşlukta ve mimaride yapılardan oldu. Neva Nehri’nin karşı kıyısındaki Petrograd Adası ve suyun rengi hoş olmasa da plajın doluluğu dikkat çekiciydi.Çarlık Rusya’sının mahkumlarının kaldığı Peter ve Paul Kalesi’nin önünde bikinili kızlar bize dünyanın nasıl hızla değiştiğini hatırlatıyor, Rostral Sütun ve Vasilyevski Adası ise saatlerce oturup etrafı ve özellikle de turkuaz renkli Kışlık Saray’ı ve bir de matruşkaları seyrettiğimiz yer.Ruslar kendi aralarında tartışıp dururlarmış hatta bir atasözü de böyle çıkmış kimbilir.


“Petersburg bizim beynimiz, Moskova ise kalbimiz” derler. imiş…Bakacağız “gezi-yorum” daha bitmedi…




 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0