FLAM'DA MEDENİYET MOLASI- FİYORT SAFARİ

28 Kasım 2006 09:37  

 

FLAM'DA MEDENİYET MOLASI- FİYORT SAFARİ

Seçkin bir sadelikle, ihtişamlı bir doğanın birleştiği yerlerde gezi-yorum.

Teknelerin serinliğine, buz parçacıklarını getiren rüzgarların, fiyort mavisinde buluştuğu Flam, benim her temmuz özlemle tekrar gitmek isteyeceğim, kuzeyin masal diyarı.

Yüce ağaçların, zümrüt yeşili gölgelerin, derin, yalçın tepelerin, sessiz çığlıklarla akan suların, talihli mi talihsiz mi olduğu bir türlü anlaşılamayan zengin insanların, sarhoş edici yüzlerce köpüklü şelalelerin bağımlılık yapan dokusu içinde gezinirken, ne tarihe ihtiyacım var artık ne de dünyevi kültürlere. Varsa yoksa doğa, sarp dağlar, çağlayanlar, gizli, saklı, ruhani yani en içteki duyguların Norveç Fiyortları ile dansı, güzel bir müziğin nağmeleri gibi işleniyor yüreğime.


Tıpkı göze inen perde gibi kargaşa ve kaosun kapladığı, medeniyet sandığımız geçip giden günlerde, hayatın kapılarını başka bir dünyaya açan kıymetli bir hazine, kısacık bir mola…Medeniyet molası.

Yüksek dağların, beyaz  başlıklı, kar pelerinli tepelerin kışlık sert öyküleri ile kısacık süren daha romantik yaz temaları bambaşka elbette.

Pastoral, saf ve idil hayatların, dramatik kontrastların, “ Karanlıklar Adası” yani İskandinavya’nın en tatlı tatil macerasının yaşanacağı

Fiyortların ucundaki Flam’a Oslo üzerinden özel otobüsümüzle ulaştık. Valdres ve Begna vadilerinden kıvrıla kıvrıla geçerek Fagernes’te öğlen molası verdik. 12. yüzyıldan kalma Borgund ahşap kilisesini Filefjell dağı ovasından geçtikten sonra tanıdık. Leardal Somon Nehri kıyılarından, dünyanın en uzun tünellerinden biri olan, 24,5 km’lik Leardal Tünelini kullanarak Flam fiyort ucuna kavuştuk. Yol boyu, incecik karayollarında nezaket dolu trafik akışına hayran kaldık. Uzun uzun gidilen yolda, bazen sürücülerin, tek araba geçebilsinler diye birbirlerini beklemeleri ve sabır ve sükunet içinde dağları aşmaları kayda değer notlardı.

Flam’ın küçücük rıhtımına hem tren hem de transatlantik yanaşabiliyor. Garip ama onca yalnızlığın kıyısında abartılı bir nimet bana göre. Üstelik Tren 800 metreye tırmanıyor. Şelalelerle çarpışıyor, yarışıyor. Doğanın içinden fışkıran buz gibi suların, akarken yarattığı rüzgarında durmak başlı başına iş. Üstelik ayakta durmakta zorluk çekerken kırmızılı bir kadının su perisi gibi dağların ve suların arkasında aryalar söylemesini ise hala nasıl yorum-layacağımı bilemiyorum. Garip bir efsane bilinçli olarak yaratılmış gibi. Hayalet operacı bir kurgu, bir teatral dekor muydu yoksa vikingten kalma orman cinlerinin dişi trollerinden miydi bilemiyorum. Tren birkaç dakikalığına deliler gibi dökülen çağlayanın önünde durduğunda (ki durabilene aşk olsundu) ben de poz verdim ama o hayalet operacının da hayal meyal fotoğrafını çekebildim.

Flam-Myrdal yolculuğu, Flamsbana adlı enfes bir manzara treninin

Demiryolu hattında gerçekleştiriliyor. Camlarından sarkarak, Norveç dağlarının günümüz topografyasını ele geçirmeye çalışıyorum. Tabii arada güzelliğe tapınan güzelleri çekmeyi de unutmuyorum.

Çekmeye doyamadığım fotoğrafları sizlerle paylaşmak ise elbette bu gezilerimin muhteşem finali.

Myrdal’ın karları bana hediyelerin en güzeli.

Track in Scandinavya da zaten başka türlü yapılamaz. Flam’a geri dönüşümüzün ardından Gudvangen’e kadar iki saatlik fiyort gezintimiz için, trenden inip, tekneye bindik. Tekne dediğime bakmayın kocaman gemi. Dünyanın en uzun fiyordu Sognefjord ise gerçekleşmeyecek rüyalara benziyordu. Gidildikçe bitmeyecek, atılan ipin tutulamadığı bir düş yolculuğu gibi. Fazla güzel, inanılmaz ve büyüleyici manzaralar tıpkı derin denizlerin içine çeken girdapları gibi bizi yakalamıştı.

Düşünsenize; Balıkesir’e ya da Denizli’ye yani denizden karanın en içlerine, incecik bir denizle ama kocaman transatlantiklerle gidebileceğinizi hayal etsenize…

Durgun, dingin, sessiz ve sade dekoruyla Sognefjord, sisler içinde yaratılan bir müzik, bir resim, bir sanat eseri gibi.

Loş karanlıktan daha zor bir ışıksızlıktır.

Akşam inmişti beyaz gecelerin yeşil, yemyeşil kıyılarına. Ve biz Flam’daki şahane beyaz otelimizin şahane dekorunda, büyük bir iç rahatlığı ile güneşi batıramadan yatıp, temmuzun şimşekten güneş ışınlarıyla, somon nehirleri ve buz gibi suların zengin kıyılarında, zengin insanların sessiz çığlıklarında

uyandık o sabah.

Flam eşsiz sessizliğimiz.

Mevsim normallerinin olamadığı zamanlar artık kuzeyde. Küresel ısınma yüzünden sürprizli hava durumları. Doğa-insan ilişkilerinin yazgısal sonuçlarını yazar, çizer, resmederiz durmadan. Kimimiz doğaya ihanet içindeyken , kimimiz şükranlarını sunar durmadan.

İç dünyamızı görmek için, her gün uyumaya kapatırız ya gözlerimizi, içerideki zehir gibi bir boşluğa yıldızlar doldururuz geceleri. Sonra yıldızlar kaydırırız geceden. Denizde taş kaydırır gibi… İçimizdeki sonsuzluğa taş atıp dururuz. Karanlığa yani. Dipsiz kuyudan o taşları bulup çıkarmaksa bilinmez bir hüner işi.

Çok dünyalı olmak, çok hülyalı olmaktan daha mı kolay?

Yüzyıl sonra nasıl bir Norveç’ten söz edeceğimizi bilmiyorum. Doğa kendisinden nezaketsizce ve hunharca alınan nimetlerinin geriye ödenmeyeceğini gördü. Anladı. Yaşadı.

Ve artık Doğa ödenmeyen alacaklarını tahsil etmeye başladı.

Benim dileğim Flam’ı görmeden ölmeyin.


Pervin Mısırlıoğlu/ DTemmuz 06           


   

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0