Açlık grevleri ve İzmir Körfezi...

21 Kasım 2012 16:20 / 1686 kez okundu!

 


Biliyor musunuz? İzmir Körfezi bir daha asla eski temiz haline kavuşamayacak. Yıllarca sanayi ve evsel atıkların acımasız ve umursamazca akıtılması sonucu kirlenen Körfez belki, bugün 10 yıl öncesine göre daha temiz… Belki 5 yıl sonra bugünden daha temiz olacak. Ama ne yazık ki bundan böyle değil sanayi atığı, bir tek kabak çekirdeği kabuğu bile atılmasa, yine de kirlenmeden önceki haline dönemeyecek. Çünkü kirlilik asla sıfır olamaz. Sıfıra yaklaşır ama ulaşamaz. Maddenin sakımı gereğidir bu…

O yüzden kirletmeyeceksin. Çevreye atık bırakırken bu gerçeği asla unutmayacaksın.

Elbette geride nasıl bir dünya bırakacağın senin için önemliyse…

Tıpkı doğada olduğu gibi sosyal yaşamda da böyledir. Topluma verdiğimiz her yanlış mesaj, yaydığımız her zerre kin ve düşmanlık, yaşattığımız her olumsuzluk, gerginlik, adaletsizlik bir daha asla tümüyle yok olmayacak kirli atık gibidir. Zararlı etkilerini toplum, yıllar boyunca, hatta nesiller boyunca -giderek azalsa da- hissedecektir. O yüzden, yazacağın her kelime, söyleyeceğin her söze, vereceğin her demece dikkat etmelisin. Hele etkili ve sorumlu bir yerdeysen… Örneğin bir ‘Başbakan’san, herkesten fazla sorumlu olman gerekir.

Elbette geride nasıl bir toplum bırakacağın senin için önemliyse…

Açlık grevleri boyunca Başbakan Erdoğan toplumsal belleğimizde, ülke insanlarının algılarında, etkisi yıllar sürecek zehirli atıklar bıraktı. Sorumsuzca, salt kendi hırs ve amaçları, siyasi ikbal hesapları uğruna, yıllardan sonra onca ölüm, kan ve gözyaşı pahasına oluşturulmaya çalışılan barış, hakkaniyet, kardeşlik gibi değerlere daha olgunlaşmadan acımasızca saldırdı.

Bu ülke bir takım tabularını, ön yargılarını yıkabilme adına alabildiği o mütevazı, yetersiz mesafe için yaklaşık elli bin evladını kaybetti… Belki daha da fazlasını kaybedecek. Zira alınması gereken daha çok yol var. Ve bu ülkenin yöneticileri, kendi bedenini ortaya koyarak yapılan mücadeleyi önemsizleştirdi, alay etti. Adeta “kan çıkmazsa para yok” der gibi, “şov yapıldığından” söz etti. Açlık grevi boyunca insan hayatının kutsallığı ayaklar altına alındı. Açlık grevine daha çok katılım sağlanmasını, “birileri kuzu kebabını götürürken…” gibi pespaye söylemlerle kışkırttı.

İdam cezası gibi çağ dışı bir cezalandırma yöntemini gündeme tekrar getirdi. Oysa bu ülkenin tarihinden biraz olsun haberdar olanlar anımsar ve bilir ki idam cezaları bu ülkede daima telafi edilmesi olanaksız adaletsizliklere neden olmuştur. Bu ülkenin vicdanını hala kanatmaya devam etmektedir.

Üstelik Başbakan Erdoğan ülke geçmişindeki bu acı olayları, siyasi getirime çevirmiş, gözyaşlı, hıçkırıklı gösterilerle bu ülkenin vicdanından adeta siyasi avans almıştır. Bu avansı, toplumsal belleksizliğimizin iflah olmaz sürekliliğinin kendisine tanıdığı olanakların yanında, hiç ummadığımız çevrelerin de -‘demokrasi’, ‘Kürt meselesinin çözümü’, ‘vesayetsizlik’, ‘tarafsız yargı’ gibi temel özlemlerdeki- kefaleti sayesinde alabilmiştir.

Şimdi büyük bir pişkinlikle bu avansların üzerine yatmaktadır. Bunun diğer bir tanımı, ‘siyasi dolandırıcılık’tır. Söylenceye göre ünlü dolandırıcı ‘Sülün Osman’ kurbanlarını kolay yoldan para kazanmak isteyenler arasından seçermiş. Erdoğan- AKP, cemaat ittifak çetesi de kolay yoldan ileri demokrasiye ulaşmak isteyenleri dolandırdı.

Başta küresel sermayenin uluslararası profesyonel kuruluşlarının koçluğu, medyanın yalancı şahitliği, her türden liberal aydınlarımızın kefaletiyle gerçekleştirilen, bu büyük siyasi dolandırıcılığın etkileri de uzun yıllar sürecektir. Hatta birçok konuda asla geri dönülmez aşamadayız.

Kapitalizmin biricik varlık koşulu olan “ekonomik büyüme”, bitmez tükenmez kar hırsı ve tüketim çılgınlığı sonucu, “küresel ısınma” artık geri dönülmez aşamaya gelmiştir. Dünya, geçmişteki hataları iyi değerlendirmek gerekliliği ile birlikte artık bu gerçeği kabul edip bundan sonra ne yapmak gerektiğini de düşünmek zorundadır.

Tıpkı ‘küresel ısınma’ da olduğu gibi Türkiye’de ta başından beri izlenen, AKP iktidarı ile doruğa ulaşan yanlış politikaların Türkiye’yi getirdiği bu noktada, birçok açıdan geri dönülmez bir aşamada olduğumuzu kabul etmemiz gerekir. Ve yine; tıpkı “küresel ısınma” meselesinde olduğu gibi, demokratik kazanımların bize kimse tarafından ve hiçbir zaman hediye edileceği yanılgısına düşmeden ve bunu sonu gelmez hesaplaşmalara dönüştürmeden bundan sonra ne yapmak gerektiğini de düşünmek zorundayız.

Önüne geçilmez ve olumsuz etkisinin bir daha silinemeyecek süreçlere şöyle bir bakarsak;

Yargının inanılmaz derecede yürütmeye bağımlılığı artık belli bir süreç kazandı. Yargıya, belli bir bakış açısının, nesnellikten uzak, mistik düşünme tarzının, bana göre çağdaş hukukla bağdaşmayacak bir düşünce tarzının büyük oranda yerleştiği kanısındayım.

Eğitimde ilköğrenimden, yükseköğrenime kadar yapılan formatlama çalışmalarının bundan sonra kolay silinmeyecek etkisinin olduğunu düşünüyorum.

Emek mücadelesinin hala başat ve belirleyici olduğu kanısını taşımakla birlikte, demokratik yollarının sistematik ve kalıcı şekilde yok edildiğini görüyorum.

Kürt meselesinde kalıcı çözümlerin ancak şiddet yoluyla çözülebileceği kanısının çift yönlü olarak giderek yerleştiğini üzülerek gözlemliyorum. Başbakan’ın ilk defa kendi bedenlerini ortaya koyarak yapılan mücadeleye karşı insani olmaktan uzak tutumu, bu kanının pekişmesinde büyük katkı yaptı.

Bilimsel düşünce yönteminin itibarsızlaştırıldığını dehşetle görmekteyiz. Artık, bulunduğu konum ve görev nedeni ile tarafsız ve nesnel olması gereken kişi ve kurumlar, inançları veya bağımlı hissettikleri çevrelerin çıkarları doğrultusunda konuşuyor. Ve bu kanıksanmaya başladı. Dahası ticari kaygılar ve inançlar doğrultusunda öznel kurgular bilimin yerine geçti.

Sağlık kuruluşlarının (hastane, sağlık ocakları) ticarethane, hastaların müşteri olarak görülmesi, artık sağlık çalışanlarının birçoğunca kanıksanan bir durum oldu. Ötesi öğretilmiş bir durum olarak, hastaların da kendisini müşteri olarak görmesi bir olgu haline geldi. Bu durum sağlık hizmetinin bir hak olmaktan, ancak satın alınarak elde edilebilen bir meta konumuna getirdi.

Bu gelişmelerin ve bu yazıyı daha da sıkıcı hale getirmemek adına ya da unuttuğumdan dolayı buraya taşımadığım daha birçoğunun, bu toplumun geleceğinde her zaman etkisi hissedilecek… Birçok bedel ödenerek, bilimin ve insani gelişimin ya da tek kelimeyle, en genel anlamda “gelişme” diye tanımlayabileceğimiz sürecin etkisiyle oluşmuş birçok olumlu gelişme de keza öyle… Yani kalıcı birçok olumlulukta gelecekte kendi izini bırakacak.

Ben belki de mücadelenin kapitalizme karşı olma noktasında yerine oturmadığını düşündüğümden olsa gerek sürecin tehlikeli ve olumsuz yanlarının daha baskın olduğunu düşünüyorum. Belki bu yazıyı okuyan birçok kişi, olumsuzluk diye yakındığım birçok konuda bana katılmayabilirler. Hatta olumsuzluk olarak nitelendirdiklerimi olumluluk olarak görebilirler. Tartışılır elbet…

Olumlu ya da olumsuz… Kesin olan bir şey var ki son on – on beş yılda Dünya ve ülkemiz büyük bir değişim geçirdi. Bu değişim süreci daha da hızlanarak devam edeceğe benziyor. Ben önceki yazılarımdan ‘Yılgınlıktan, Hayranlığa’ adlı olanında belirttiğim gibi mücadeleden yanayım. Ancak sözünü ettiğim değişimlerin, mücadele biçim ve yöntemlerinin bizzat kendisini de değişmeye zorladığı kanısındayım. Kafanızdan geçebilecek “İyi ki söyledin biz sanki bilmiyorduk” gibi alayımsı düşünceleri göze almak pahasına karşın bunu ifade etmemin nedeni; kast ettiğim bu ‘mücadeledeki değişim zorunluluğu’ nun basit ve yüzeysel bir şey olmadığıdır. Öyle ki bu yazının son bir kaç paragrafına sığmayacak kadar… Başlı başına bir yazının, ötesi, geniş kapsamlı bir tartışmanın konusu olabilir.

Küresel ısınmanın önüne geçilmez aşamaya girmesi sonucu bilim adamları, küresel ısınmanın ‘nasıl önüne geçilir ’in yanında ısınmanın +5 C dereceye ulaşması durumunda oluşabilecek felaketlere karşı ne yapılması gerektiğini araştırmaya çoktan başladı bile… İşte benim de sözünü ettiğim mücadelenin öz(sınıf mücadelesi) olarak olmasa bile, biçim-yöntem ve kapsam olarak değişmesi gerekliliği böyle bir şey. Önüne geçilmez toplumsal süreçlerin tamamlandığı ana hazırlanmaktan söz ediyorum. Elbette bugünü ıskalamadan, başlamış olan, ama önüne geçilebilecek olumsuz süreçlerle de mücadele ederek…

Önüne geçilmez süreçlerin ülke çapında olanlarının bir kısmını -kendimce- yukarıda sıralamıştım. Bunlara küresel bazda, aslında ülke çapında olanların birçoğunun bizzat temel tetikleyicisi olanları da eklemek lazım. Bu süreçleri tartışmak, varacakları noktaları öngörmek noktasında düşün fırtınaları oluşturmak, gerçekten önüne geçilmez süreçler olup olmadığını ve daha birçok yanını irdelemek gerekir. Ve insanlığın “kendisi ve yaşamla barışık bir toplum” mücadelesinde zorunlu değişimlerin neler olduğu da tartışılmalı. Bu, yeni ve daha büyük çapta “siyasi dolandırıcılığın” kurbanı olmamak için de gerekli.

Elbette bu yazıda değil. Dilerim ve umarım başka yazılarda.


Nadi ÖZTÜFEKÇİ

21.11.2012


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.