İlk bisiklet ilk aşk gibiydi... - Solmaz Kamuran

09 Mayıs 2012 08:56  

 

İlk bisiklet ilk aşk gibiydi... - Solmaz Kamuran

Bir zamanlar Göztepe, tek katlı villalar, kimi beyaz kimi aşıboyalı köşkler ve yeni yetme dört katlı binaların bol çamlı, erikli, atkestaneli, şeftalili bahçelerin içinde kaybolduğu bir yerdi. Baharda çiçekler açar ve ağaçların, çamların taze sürgünleri canlı renkleriyle yarışırdı onlarla; taflanlar krem rengi tomurcuklanırdı, güllerinkilerse şarap koyuluğundaydı...

Akasyaların gölgelerinde uzanan sokakların köşelerinde, leylakların morsalkımlarla kucaklaştığı duvar diplerinde kanı kaynayan delikanlılar birikirdi. Bisikletleri karmakarışık birarada, gidonları sarmaş dolaş, pedalları sırt sırta, omuz omuza...

12 yaşımdaydım ve en çok istediğim şey bir bisikletti. Bisiklet özgürlüktü, kanatsız uçabilmekti ve benim bir bisikletim yoktu. Aslında mahalledeki kızların pek çoğunun yoktu, olsa olsa üç beş kişinin, o kadar. Onlar akşamüstleri peşlerinde bir yığın bisikletli delikanlı fır dönerken nazlı nazlı dolanırlardı yollarda, bir sağa bir sola... Ve bizler de kedi ciğere bakar gibi iç çekerek bir kenardan onları seyrederdik. İçlerinden biri dışında bisikletini değil ödünç vermek arkasına bindiren bile yoktu, sadece Buket...

Bir gün mahallede bir haber dolaştı, hem de ne harika bir haber. Buket o öğleden sonra evlerinin yan tarafındaki arsada herkesi sırayla bisiklete bindirecekti, annesiyle babası tatile gitmişti. Ben de davetliydim müthiş partiye, bisiklete binecektim. Annemden izin alır almaz basamakları üçer beşer atlayarak kendimi dışarı attım, sokağın diğer ucundan “dondurmam kaymak” diye bağırıp çanını çala çala gelen dondurmacıya bile aldırmayarak arsanın yolunu tuttum. Başka zaman olsa onun yaklaşmasını beklemeden ben ona doğru koşardım.

Ama o gün ben mahalleyi adeta uçarak geçiyordum, bisiklete binecektim, iki tekerlekli gerçek bir bisiklete. Arsaya ulaşmadan önce Saraylı Hanım’a rastladım, elinde filesi ağır adımlarla geliyordu. Emindim kediciklerine yemek taşıyordu yine, iki günde bir kasaba gider yok canından onlara ciğer alırdı. Normalde durup Saraylı Hanım’a selam verir, filesini taşırdım, ama o gün yapamazdım, mümkün değildi. Sadece başımla selam verip geçtim. Arkamdan, “Dikkat et çocuk, düşeceksin,” diye seslendi. Düşmek... İşte, zaten ben de bundan korkuyordum. Düşmekten...

Arsaya vardığımda mahallenin bütün kızlarının sıraya girdiğini gördüm. Buket saatine bakıyor, hiç haksızlık yapmak istemiyordu. Kurallar kesindi, sırası gelen üç tur atıp inecekti, dakikalar sayılıydı. Kuyruğun sonuna geçtim, heyecandan düşüp bayılmak üzereydim, içim içimi yiyordu. Ya düşersem... Ya düşer de bütün mahalleye rezil olursam... Bir ara çaktırmadan oradan uzaklaşmak geldi aklıma, ama kendime yediremedim. Ben de binecektim bisiklete, her şeyi göze almıştım bu uğurda. Diyeceksiniz ki bu kadarı da fazla değil mi? Hayır, fazla değil, hatta az bile. Çünkü ben o âna kadar hiç iki tekerlekli bir bisiklete binmemiştim, kısacası bisiklete binmeyi bilmiyordum. Ama binebileceğimi biliyordum, yapabilirdim, babam ileriye bakmanın yeterli olduğunu söylememiş miydi bana, bisikleti vücudumun bir parçası olarak algılayıp, gözlerimi uzaklara dikmeliydim. Yürür gibi, koşar gibi... Bir yandan “yapacağım,” diyordu içimdeki ses, bir yandan da “çabuk kaç”. Sonra bir de baktım sıra bende, artık düşünecek zaman yoktu, kulaklarım zonkluyor, kalbim gümbürdeyerek çarpıyordu. Çevremdeki herkesi ve her şeyi unutturan, silen bir duygu yoğunluğuyla bisikletin gidonunu tuttum, seleye oturdum, ayaklarımı pedallara koydum ve nasıl oldu bilmiyorum, hatırlamıyorum iki tekerleğin üzerinde gitmeye başladım. Başarmıştım, yapmıştım, bisiklete ilk binişimde onu düşmeden ileri götürüp, üç zafer turu atmıştım. İnerken, Buket “Bayağı hızlı sürdün,” dedi. Gülümsedim. Gerçeği bir tek ben biliyordum ve bu bana yetiyordu.

Çocuk ruhumu damgalayan o günü asla unutmadım, unutamayacağım.

O günden birkaç ay sonra babam beni aşağı çağırdı. Bahçe kapısının önünde metal kısımları pırıl pırıl mavi bir bisiklet duruyordu. Kalbim duracak gibi olmuştu sevinçten, hemen atladım bisikletimin tepesine ve yokuş aşağı kendimi bıraktım. Enfes, müthiş, hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar şahane...

Nerelere gittim o bisikletle, neler gördüm, neler öğrendim. Tahta Köprü aşklarını, kıskançlıkları, dostlukları... Bostancı İskelesi, yakamozlar, lodoslar... O benim arkadaşımdı, en yakın arkadaşım. Çok çok sonra araba aldığımda bile o yaz gününde olduğu kadar sevinemedim, benim kuşağımın çocukları sanırım bu duyguyu çok iyi bilir. Ondan ayrılmak aklıma bile getirmek istemediğim bir faciaydı. Mavi bisikletimi yıllarca kullandım, ama isterdim ki bugün de yanımda olsun, ne yazık olamadı. Yine sıcak bir yaz günü su içmek için eve çıktım ve taşımaya üşenip bisikletimi kapıda bıraktım, geri döndüğümde yoktu. O günden sonra hayatım onsuz geçti. Dizlerimde, kollarımda eski yara izlerinin gölgeleri... Gönlümdeki yeri ise hâlâ taptaze, eski bir sevgili gibi ya da eskimeyen bir sevgili gibi...

solmaz@turkiye.net

Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0