Yakın tarihe tanıklık - 1
26 Ocak 2012 13:35 / 2168 kez okundu!
Son otuz iki yılda gelişen, değişen, olan sosyal ve ekolojik olayların anımsanması, gelecekte daha özgür-demokratik bir toplum ve temiz bir çevre için yararı olacağını düşüncesiyle bu yazıyı kaleme aldım. Yine yeri geldiğinde, yıllardan beri bize ezberletilen bazı yanlışların düzeltilmesini anımsatmaya çalışacağım. Yani “ezber bozma”yı önereceğim.
Birçok kimse, “Çoğumuz son otuz küsur yılda, yaşanan sosyal ve çevresel olayların canlı tanığıyız” diyebilir. İnsanlar bu anlayışta da olsa, bu önemli iki konuyu her an gündemde tutmak, anımsatmakta yine de yarar var. Öncelikle şu belirlemeyi yapmak gerekir. Olayların doğru algılanmasında, deneyim ve bilgiler bize şunu anımsatmakta, çoğu kez bilmek ve tanık olmak tek başına yeterli olmayabiliyor. Olayların ortaya çıkışı, büyüyüp yayılması konusunda, çok farklı algılarımızın da olduğu kesin. Her insanın, bulunduğu yerden olayın kendine görünen yönü hakkında algı edinmesi anlaşılır bir durum. Fakat, aynı olay hakkında çok farklı düşüncelere sahip olmak ise başka bir konu. Aynı olaydan çok farklı zıt sonuçlar çıkarmak, tamamıyla yanlı politik-ideolojik bir yaklaşım, çarpıtma ve yalandan maddi çıkar sağlama anlayışıdır. Aşağılık bir durum da olsa, birçok okumuş insan, bunu iş-meslek olarak yapıyor. Tarihin her döneminde de bu türden dalkavuklar, çanak yalayıcıları olmuştur. Önce uğursuzluğu ve insanı küçülten, onursuzlaştıran durumun reddi ile başlamak gerek. Bizler mevcut politikacıların bize sunduğu, alıştırılmış olduğumuz o dar geri politik açıyı aşmak zorundayız. Yani farklı, “başka şekilde de olur!“ anlayışıyla olaylara ve olgulara yaklaşım bizi daha da doğruya götürür ve yaklaştırır. Bunun için de, alışmış olduğumuzdan farklı düşünme özverisini göstermek, mevcut zihinsel ataleti ve tek yanlı o dar açıyı aşmak gerekir. Yaşanmış olandan, olumlu dersler çıkarmış, bilgi ve beceri yeteneği kazanmış bir yeni yaklaşımla, gelişen olayları değerlendirmek, sorunların çözümünün içinde bize önemli temel yeni algılama kazandıracak. Çeşitli kaygılarla, olay ve olguları çarpıtmak ve de gizlemek yerine, cesaretlice, çıplakça ortaya koyup, doğru radikal çözüm yollarını araştırmak ve bulmak gerekiyor.
Şu basit ve çıplak yalandan kurtulmakla başlanabilinir. Yıllarca ekonomi okuyan insanlara şu öğretildi: “Sosyal gelişmeyi, bilim ve teknolojiyi geliştiren serbest rekabettir!“ Yüzeysel bakıldığında, düşünmeden ve bir de yaşanan “reel-sosyalizm” deneyimini anımsayınca, bu anlayış doğruymuş gibi bir algı oluşabilir. Hayır! Bu eksik, yanlı, sömürücü, baskıcı sistemlerin, anlayışın bakış açısıdır. Sosyal gelişmeleri, bilim ve teknolojiyi geliştiren insan ihtiyaçlarıdır. Ta başlangıçtan ve ilkelden en gelişmiş olana kadar böyle bir doğal-mantıksal bir seyir var.
Toplumsal ihtiyaçların yerine getirilmesi ilerlemenin MOTOR GÜCÜDÜR
İnsanoğlu daha sosyal yaşama geçmeden önce, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için alet kullanmaya başladı. İlkel şekilde bir taş, bir kurumuş ağaç dalı, bir mağara ve bir ağaç kovuğu, o ilk insanlar için bir üretim aracından ve barınma mekânından başka bir şey değildi. Önce, taşı, ağaç dalını yerden aldığı gibi kullandı. Daha sonra, taşı yontup, uygun, kullanılır duruma getirdi. Mağarayı geliştirip ev haline getirdi, ateş dumanının çıkması için baca yaptı, vs. Aynı anlayışla, ağacın fazla parçalarını kırıp, daha kullanışlı hale getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Arkeolojik kazılar hayatın her alanında, bu türden mantıksal ve doğal bir seyir izlendiğini kanıtlamıştır. İnsanların sosyal yaşama geçip ortak üretim yapmaya başlamasıyla, artan sosyal ihtiyaçlara paralel bilim ve teknoloji, sanat, mimarlık da gelişmiştir. “Bilim ve teknolojik gelişmeyi sağlayan ana güç toplumsal ihtiyaçlardır” demek yanlış olmaz.
Üretimin insan ihtiyaçlarının karşılanması için yapıldığını kapitalistler de biliyor. Sermaye sahipleri, üretimin artması için de üretim araçlarının gelişmesi gerektiğini de biliyorlar. Kapitalistler, gelişmeyi sağlayan “serbest-rekabet”tir der. Bu doğru değil. Alışmış olduğumuz, bize öğretilen bir yanlışı düzeltmeden bir adım ilerleyemeyiz. İçinde dönüp durduğumuz çemberi aşmanın imkânı olmaz. Çemberin dışına çıkmak gerek. Konulan yasakların, haksızlığı artıran uygulamalar olduğunu görmek şart. Bilimsel-teknolojik gelişmeyi sağlayan, toplumsal (insan) ihtiyaçlardır. Bilim ve teknolojik gelişmelerin doğal mantığı ve seyri, insana yardım eden, üretimi kolaylaştıran (insan ihtiyaçlarının daha kolay elde edilmesi) aletlerin ve araçların üretilmesidir. İlk tekerleğin icadından tutun da, gemilerin icadından önce kas gücünün kullanılması ve daha sonra yelkenlerin icadı rüzgâr gücünü kullanmak, günümüzde güneş enerjisinden ve de yeniden rüzgâr gücünden enerji üretmek, gelişen devam eden hayatın doğal seyridir. Kapitalizmin ilk dönemlerinde “serbest-rekabet” bilim ve teknolojik gelişmeleri belli ölçüde sağladığını söyleyebiliriz. 20. yy.’da, tekelleşme başladığında, emperyalizm döneminde ve sermaye büyümesinin belli merkezlerde toplanmasının bir doğal sonucu olan, küreselleşme sürecinde, artık bilim, teknolojinin gelişmesi sadece kâr amaçlı olduğu için de, insan ihtiyaçları ön planda değildir ve unutulmuştur. Genel politikada Global sermayenin çıkarları ön plandadır. Bir de bilim-teknolojinin kendi bağımsız doğal seyri var. Tüm insanların teknolojiden olumlu ve eşit yararlanmasıyla büyük bir paradoks oluşuyor. Olması gerekenle, mevcut olan arasındaki uçurum giderek büyüyor.
21. yy.’da tamamıyla küresel güçlerin elinde olan bilim ve teknoloji sadece, doğayı kirletiyor ve doğal kaynakları tüketiyor. Bir örnek verelim; silah sanayi alanında geliştirilen sesten hızlı savaş uçakları, nükleer enerjiyle çalışan denizaltıları, nükleer başlıklı roketler, lazer silahları, kimyasal silahlar vs. hangi insan ihtiyacını karşılıyor? İnsanlar için gerekli olmadığı halde, sürekli militarist alandaki gelişmelerin mantıklı bir açıklaması yoktur. Bu sanayi dalını elinde bulunduran güçler giderek büyüyor ve dünyaya egemen olmaya çalışıyor. Bunlar sadece insan gelişmesine aykırı ve doğayı yok eden bir teknoloji durumuna getirilmiş. Bilimsel araştırmalar, teknoloji geliştirme kurumları insanların özel mülkiyetinde olduğu için de insan ihtiyaçları öncelikli değildir. Daha çok kâr amaçlıdır. Günümüzde de, çok azınlık bir kitle için az sayıda çok lüks az tüketim ve kullanım malları üretiliyor. Ultra lüks konutlar, lüks pahalı arabalar, azınlık için lüks okullar, lüks hastaneler, lüks eğlence dinlenme yerleri vs sadece çok parası olanlar içindir. Bu anlayış işsizliğin ve çevre kirlenmesinin de ana sebebidir.
Çevre kirliliği ve gıda maddelerinin bozulması
Dünyamız hızla kirleniyor. Su, hava ve topraklar her gün biraz daha kirleniyor. Havadaki CO2 ve diğer zehirli gazların oranı her gün artıyor. Suda kimyasal atıklar, toprakta zehirli maddeler ve ağır metaller durmadan artıyor. Bu kirlenmeyi en çok yapan da fosil yatakların enerjide kullanılmasıdır. Petrol, gaz ve kömürün enerji olarak kullanılması, CO2 atmosferde artmasını hızlandıran en büyük etken. Kimya sanayi, ağır metaller, silah sanayi-savaşlar dünyamızı en çok kirleten etkenlerin başında gelmektedir.
Son 20 yılda, artan gen teknolojisi kirlenmeyi ve doğayı tahrip eden başka temel bir etken. Gen teknoloji ve gıda maddelerinin genleriyle oynayıp, GDO’lu besinler dünya çapında yaygınlaştırıldı. Bu konuda küresel güçlerin (Globalizm) kurduğu iki yüz milyar dolar değerinde iki Tohum Bankası var. Biri Greenland’da buzların altında, diğeri ise Norveç’in kuzeyinde bir adada saklanıyor. Bu iki bankada, yeryüzündeki tüm canlıların doğal tohumları toplanmış durumda. Hayvanların ve bitkilerin doğal tohumlarının kontrolü tamamıyla küresel güçlerin denetimleri altında. İnsanların bundan yararlanması söz konusu bile değil. Bundan dolayı insanları yeni bir beslenmeye mahkûm ediyorlar. Fastfood ve hormonlu besinlere alıştırılıyor insanlar. Böylece, insanların ve diğer canlıların yüz bin yıldan beri edinmiş olduğu doğal yapısını değiştiriyorlar. İstedikleri yeni bir ırkın türemesi denemelerinin başlamış olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tüm insanların ortak, doğal varlığı olan bu tohumlardan insanların yararlanmasını engelliyorlar. Tüm canlıların malı olan doğal değerler, küresel güçlerin rant kaynağı durumuna getirildi. Bu doğaya ve insanlığa karşı haksız, kabul edilmez bir politik uygulamadır. Günümüzde insanları artık doğal meyve, sebze ve hayvansal ürünler et, süt ve sütten üretilen ürünler, yumurta, bal vb. doğal besinler yerine, hormonlu, GDO’lu besinleri yemeye mahkûm ettiler. Bundan yirmi, yirmi beş yıl önce yediğimiz birçok besin maddesi bugün artık yok. Onların yerine, insan sağlığına zararlı, tadı, rengi farklı yiyecekleri yemek zorunda bırakıldık. 21. yy.’da insanın beslenmesinin tamamıyla küresel sermayenin eline geçtiğini söyleyebiliriz. İstinasız tüm devletler, G7 ve G20’ler, kendi ülke halklarına, GDO ve hormonlu besinler yediriyorlar. Çürümeyen meyve ve sebzeler üretildi. Bunları yiyen insanlarda yeni tür hastalıklar meydana geldi. İstinasız, her ülkede küresel güçler, insanlara sağlıksız besin maddeleri üretip, satarak yüz milyarlarca dolar kâr elde ediyor. İkinci kez ürün vermeyen, kısır genleriyle oynanmış tohumlar elde edildi. Bu şu demektir; insan yaşamı Global sermayenin eline terk edilmiştir.
Sadece besin maddeleri konusuyla sınırlı değil; insanın temel yaşam kaynaklarında bir olan SU da, bugün artık bir rant aracına dönüştürülmüştür. Global güçlerin kirlettiği temiz su kaynakları azalınca, geride kalan temiz su kaynakları da yine Global güçlerin rant kaynağı oldu. Sudan rant elde eden ülkelerin başında Türkiye geliyor. Vatandaşların doğal hakkı olan SU bu ülkede, tamamıyla ambalajlanarak yüksek fiyatlarla satılıyor. Ayrıca bu ülkede birçok şehirde şebeke suyu da dijital kartlarla evlere dağıtılıyor. Parası olmayanın Türkiye’de yaşama hakkı da giderek yok oluyor. Türkiye vatandaşları, temel yaşamsal bir sorun olan besin maddeleri ve içme suyu konusunda yeterli bilgiye sahip değiller ve dolayısıyla böyle büyük bir sorunun farkında bile değiller.
Çevreyi kirleten, doğal dengeleri bozan etkenlerin başında nükleer enerji geliyor. Son yirmi beş yılda yaşanan nükleer facialarla da anlaşıldığı gibi, insan sağlığı ve doğal ekolojik dengelerin bozulması konusunda nükleer enerji santrallerinin ne kadar tehlikeli olduğu anlaşılmıştır. 1986’da Çernobil nükleer kazasıyla insan sağlığı ve doğal ekolojik dengeler büyük bir risk altında kaldılar. Bu kazadan sonra Türkiye dahil bir çok ülkede kanser olayları ve sakat doğum oranları artı. Tehlike bunlarla da sınırlı kalmadı. Çevreye yayılan radyo aktif maddeler, bitki, hayvan ve diğer canlılara da büyük zararlar verdi. İsveç ve Norveç’te on binlerce geyik telef oldu. Ormanlar çürümeye başladı. Su ve toprak kirlendi. Bu tehlike, geçen yıl Japonya’da olan nükleer kazayla daha da tehlikeli boyutlara vardı.
Kuşkusuz çevreyi kirleten, doğal ekolojik dengeleri bozan sadece nükleer santraller değil. Petrol tankerleri kazaları da başka bir büyük tehlike. Geçen yıl Meksika Körfezi’nde İngiliz Shell Petrol şirketi gemisinin yaptığı kazanın etkisi denizlerde yüzlerce yıl sürecek canlı yaşamını sona erdirdi.
Cep telefonları, TV alıcıları, PC’ler diğer elektronik maddeler de çevreyi kirletiyor
Orta-Doğu’da çevreyi en çok kirleten, doğal ekolojik dengeleri bozan 1991’de başlayan Körfez Savaşı oldu. Ondan önce de 1980-1989 arasında İran-Irak savaşı oldu. Daha sonra da, ABD’nin Irak’ı işgaliyle başlayan savaş, bölge ülkelerinin topraklarını, havasını ve suyunu kirletti. Arıca Türkiye’de yaşanan savaş yüzünden, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ormanlar büyük zarar görmekle kalmadı, içindeki hayvanlarla birlikte tüm canlılar yok oldu ve yok olmaya devam ediyor. Açıktır ki, Globalizm sadece insana karşı değil, o tüm canlıların yaşamına karşı bir “doğa-insanlık düşmanı” bir sistemdir.
Çevrenin kirlenmesi sonucunda doğal afetler oluştu, salgın hastalıklar, bitki ve hayvan türlerinin azalmasına neden oldu. Geçen yıl en büyük felaket Avusturalya’da oldu. Kıtanın büyük bölümünün günlerce sular altında kaldığını hepimiz biliyoruz. Son otuz yıldaki tüm doğal afetleri burada sıralamak gereksiz. ABD’de meydana gelen, kadın adlarıyla anılan tayfunlarda on binlerce ev yıkıldı. Yine Portekiz’deki orman yangınları günlerce sürdü. Bu örneklerden anlaşılacağı üzere, dünyamız hızla kirleniyor ve canlı yaşamında tehlike başladı bile. Bunun önüne geçilmemesi milyarlarca insanın hayatının son bulmasına razı olmak demektir. Bu felaketlerin önüne geçecek tek güç ise yeni, farklı küresel güçlerin karşıtı bir politikayla mümkün.
Küresel Isınma (Küresel İklim Değişikliği) nedir?
Sıkça küresel ısınmadan konuşulur. Bu konudan biraz bahsetmek, daha iyi anlaşılması için de yararlı olur. Aktüel bir doğal-çevresel olayla, savımızı daha somut anlaşılır duruma getirip, kanıtlamaya çalışalım. Küresel ısınmanın nedeni, atmosferde oluşan CO2 tabakasının, güneşten gelen ısının tekrar uzaya geri gitmesini engelleyen bir tabaka oluşturmasıdır (sera-olayı). Böylece atmosferde biriken ısı, yeryüzünde sıcaklılığın artmasına ve mevsimlerin değişmesine neden oluyor. Bu değişiklik de milyonlarca yıldan beri oluşan, doğal dengelerin bozulmasına meydana getiriyor. Bozulan doğal dengeler sonucunda, yeryüzünün kimi bölgelerinde aşırı yağışlar, kimi bölgelerinde kuraklık, bazı bölgelerde fırtınalar, şiddetli yağışlar, kimi bölgelerde ise orman yangınları meydana geliyor. Bu doğal afetler insan ve diğer tüm canlıların yaşamını olumsuz etkiliyor. Kuzey ve Güney kutbundaki buzullar erimeye başladı. Buzulların erimesi olayı deniz seviyesinin yükselmesine yol açıyor. Hollanda, Belçika’nın bir bölümü, Danimarka ve diğer ülkelerde deniz kıyısında olan kentlerin sular altında kalmasına neden olacak.
Küresel İklim Değişikliği, bölgesel faunaların bozulmasına neden oluyor. İklim değişikliği ve kirlenme neticesinde salgın hastalık ve kanser olayları artıyor. İnsan ve diğer canlı yaşamı konusunda bu kadar hayati olan bir konuyu, politikacılar görmemezlikten geliyor veya alakası olmayan, yüzeysel nedenlerle açıklamaya çalışmaları, giderek dünyamızı geri-dönülmez yaşanmaz duruma getiriyor. Bu konuda çalışan bilim insanlarının düşüncelerine, uyarılarına kimse itibar etmiyor. Oysa bu konu hepimizi ilgilendirdiği için, olayın farkında olan her duyarlı insanın “Küresel Isınmaya” karşı kayıtsız kalmaması gerekiyor.
Burada verdiğim örnekler dolaysız olarak insan sağlığını etkilemektedir. Onaylamadığımız, bize zararı olan bir konu hakkında, mevcut politikaları eleştirmenin, karşı çıkmanın temel görevimiz olduğu çok açık. İnsanların bu tür temel olay ve sorunların farkında olmamaları, sorunu ortadan kaldırmıyor, sorunun sonuçlarını bir şekilde yaşıyor ve çoğu kez de canıyla ödüyor. Böylesine yaşamsal konularda, insanların beğenmediği, istemediği ve tarafı olmadığı halde, çoğu kez de olayın asıl faillerini aklar durumlarda kaldığı da bir gerçek. İnsanın nedeni ve tarafı olmadığı, hatta olayların sonucundan çok yönlü zarar gördüğü halde, olanları onaylaması büyük bir paradoks. Bu durum, üreten, yaratan “İnsan” denilen sosyal varlığın doğasına da aykırıdır. Peki, neden böylesine açık ve bilinen haksızlığa insan tarafından onay veriliyor? Bu nasıl bir güç ki, insan gördüğü, yaşadığı ve bedelini çoğu kez canıyla ödediğinden yana tavır koyuyor. Bu gerçekten anlaşılmaz. Olması gerekeni değil de kendisine empoze edilenden yana bir tavır koyuyor, kendisine zarar verenden yana oluyor? Bence, insanın farklı algılamasını fırsat sayan kimseler bundan ekonomik ve politik çıkar elde ediyorlar. İnsanların iyi niyetinden ve bilgisizliğinden yararlananlar bu kurnazca oyuna insan son vermediği sürece, bu hileli politik oyunlar hep insanlığın aleyhine işleyecektir.
İnsanların olayları algılaması nasıl?
Bunun için de her olayın laboratuarı durumu olan Türkiye’ye bakmak bize genel bir fikir verecektir. Türkiye de çevre kirlenmesinden ve ekolojik dengelerin bozulmasından etkileniyor. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, sosyal ve hem de doğal olaylarda durum ciddi olduğu halde, Türkiye halkının algılaması maalesef oldukça geri, dikkatleri ise başka yönlere kaydırılmış. Türkiye’deki insanlar, her insan tarafından çok farklı algılanan soyut, hayati tehlike ve düşmanla yönlendiriliyor. Bu tür yaklaşım ve anlayış ise sadece mevcut egemen politik gücün iktidarına yaramaktadır. En “demokrat“ın bile topluma şu anlayışı vermeye çalışması da oldukça düşündürücü: “Sorunlarla yaşamak zorundayız”. Belli ki, mevcut iktidarlar Türkiye’nin sorunlarını çözmekten oldukça uzaklar. Unutmayalım ki Türkiye, bölgesinde Global güçlerin çıkarlarına göre bir politika yürütüyor. Türkiye G20’lerin içinde yer alıyor ve onlarla her düzeyde işbirliği içinde. Küresel çıkar, mantığa göre sorunları çözmek yerine, sorunlardan etkilenenleri ortadan kaldırmaktır.
Kuşkusuz toplumsal sorunların, her dönemde olması doğaldır. Sorunların varlığı toplumsal gelişme sağlayan temel etkendir. İhtiyaçlar her dönemde olacak, politikacılar, içinde yaşadığı sürecin sorunlarını çözerek toplumsal gelişmeyi sağlar. Toplumların sorunlarını çözmeyi amaçlayan politik hareketler, öncelikle içinde bulunduğu dönemin temel sorunlarının çözümüyle işe başlar. Bunun ardından daha ileri bir aşamaya geçme hedefini önüne koyar. Gelecek dönemde karşılaşacağı sorunlar için önlem alır. Yeni daha ileri hedefe varmanın yolu ise, içinde yaşadığı sürecin sorunlarını çözmekten geçer. Toplumsal ihtiyaçların gereğini yerine getirilmesi anlayışı, sosyal gelişmelerin de motor gücünü oluşturur. Toplumsal ilerlemenin sağlanması ve doğa ile barışık yaşamanın birinci koşulu olayların ve sorunların doğru tanımlanması ve doğru ortak algılama bilinci oluşmasıdır. Politik-ideolojik kaygılarla, olayları çarpıtmak, içini boşatmak, olması gerekenden farklı sonuçlar çıkarmak, sadece sorunların asıl nedenlerini gizlemeye yardım eder. Böyle bir anlayış, kamuoyunda düşünce bulanıklığına neden olur. Böyle bir politik anlayış, toplumsal gelişmenin önünde sürekli bir engel oluşturan baskıcı politik sistemlerin kullandığı anti-demokratik bir yöntemdir...
(Devam edecek)
Bahattin SEVEN
26.01.2012
Son Güncelleme Tarihi: 29 Ocak 2012 15:31