Gidelim serv-i revanım Sadabâd’a

03 Ekim 2011 14:58 / 4908 kez okundu!

 


Ramazan’dan beri İstanbul Beyoğlu’nda sokağa masa koyan eğlence mekânı sahipleriyle AKP’li belediye arasında süren ve arka planında bölge halkının şikâyetleri mi, İslami muhafazakârlık mı yoksa bölgenin yapısını değiştirme planları mı olduğunu tam anlayamadığım gerilimin esinlendirdiği yazımı paylaşmak istiyorum. Konuyu, Osmanlı Dönemi’nde eğlence hayatı ile sınırladım çünkü bazılarının Cumhuriyet Dönemi’ndeki eğlence hayatını ‘yozlaşma’ ile eşdeğer gördüğünü biliyorum. Bakalım, ‘muhafazakâr’ bir toplumda halk nasıl eğleniyormuş...


Hacivat-Karagöz

Osmanlı Dönemi’nde çoğunluğu oluşturan Müslüman toplumunda güçlü din kurumunun ve kapalı aile yapısının etkileri nedeniyle eğlence yaşamı içe dönük ve kısıtlıydı. Kadın ve erkekler genel olarak birlikte değil kendi hemcinsleriyle birlikte eğlenirlerdi. Bayramlar, doğum, lohusalık, nişan, kına, evlilik ve sünnet törenleri, cülus, fetih ve zafer şenlikleri, okçuluk, güreş, avcılık, cirit, tomak gibi sporlar, su kenarlarında yapılan âb âlemleri, Kâğıthane veya Göksu gibi mesirelere yapılan geziler, Hacivat-Karagöz oyunları, mehtap ve sandal sefaları, soytarıların, cambazların gösteri yaptığı salıncaklı, dönme dolaplı bayram yerleri Osmanlı döneminde geniş kitlelerin birlikte eğlendikleri etkinliklerdi. Ayrıca hanendeler, sazendeler, rakkaslar ve mukallitlerin (taklitçiler) katıldığı yemekler, mekik, yüzük, bilmece, mâni oyunları gibi ev içi eğlenceleri, iftar yemekleri de hayatı şenlendirirdi. Gayrımüslimler ise bunların dışında kendi bayram, yortu ve karnavallarında eğlenirlerdi. Ama bu kısıtlı eğlence hayatı bile, yönetenlerle halkın arasında bilek güreşine neden olurdu. Yönetenler halkın aşırıya kaçmaması için yasaklar koymaya, yönetilenler ise delmeye çalışırdı. Sonunda galip gelen hayatın kendisi olurdu.


Âşık, hayalci, semavi kahveleri

Örneğin günümüzdeki kafeteryaların nüvesi olan kahvehaneleri ele alalım. 16. yüzyıldan itibaren, değişik halk kesimlerinin toplumsal iletişimi sağlamak, boş zamanlarını değerlendirmek, eğlenmek gibi din dışı ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikteki ticari mekânlar olan ilk kahvehaneler 1550-1554 yılları arasında bir tarihte Tahtakale’de açılmıştı. Kahvehaneler başından itibaren gündelik hayatın en önemli unsurları olmuştu. Esnaf zümreleri, yeniçeriler, tulumbacılar kendilerine has kahvehanelerde toplanmış, iş arayanlar kahvehanelere gelmiş, ticaret anlaşmaları kahvehanelerde yapılmış, âşıklar, halk sanatçıları kahvehanelerde ünlenmiş, mahalleler kahvehanelerden idare edilmiş, heterodoks tarikatlar ve yönetime karşı muhalefet kahvehanelerde örgütlenmişti.

Ama kahvehaneler aynı zamanda fuhşun yapıldığı, içki, tütün, nargile, esrar, afyon gibi yasak maddelerin tüketildiği ve satıldığı mekânlardı. Bu özellikleri yüzünden de yöneticileri rahatsız etmişti. Kahve içmeye ilk yasak Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde (1512-1566) konuldu. Dönemin güçlü Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin “kömür derecesinde kavrulmuş maddeleri yemenin İslamiyet’e aykırı olduğu” yolundaki fetvasından sonra İstanbul’a kahve getirilen gemiler dibi delinerek batırıldı. Bu tarihten sonra pek çok padişah kahvehaneleri yasaklama yoluna gitti. Ama kapanan kahvehanelerin işlevini berber dükkânları üstlendi.

Ama en ağır tedbirler IV. Murad tarafından alındı. Padişah altı kızdan sonra ilk erkek çocuğu doğduğu için yapılan eğlenceler sırasında 1 Ağustos 1633’te Cibali’de bir kadırgada çıkan ve karada 20 bine yakın evi yok eden büyük yangından sorumlu tuttuğu tütünü tamamen yasakladı. Esas neden tütünün zararlarından çok, bu şenliklerle yangın arasında bağlantı kurarak Padişah’a kızan halkın, tütünün en çok tüketildiği mekânlar olan kahvehanelerde Padişah aleyhine konuşmalara başlamasıydı. Padişah öyle öfkelenmişti ki, kahvehaneleri yıktırmakla kalmamış, tebdili kıyafet edip sokaklarda tütün kullananları ve sarhoş gezenleri elleriyle öldürmüştü. Padişah böylece İslam’ın katı bir yorumunu egemen kılmaya çalışan Kadızadeliler denen medreseli zümreye de destek vermiş oluyordu. Ancak elbette bu dönem çok sürmedi, kahvehaneler zaman içinde eski cazibelerini kazandı. Öyle ki, 1849’da İstanbul’a gelen ve bir yıl kalan Fransız gazeteci Ubicini’ye göre ortasında havuzu, sonradan sandalye ile değişecek sabit kerevet düzenli oturma birimleriyle satranç ve dama oynanan, kahve ve nargile içilen, Karagöz-Hacivat oynatılan, âşık atışmaları dinlenen, siyaset tartışılan kahvehaneler Osmanlı erkeğinin iş ve ev yaşamı dışında vakit geçirdiği başlıca mekânlardı.


Göksu’da âb âlemleri

Peki, insanlar sadece kahvehane gibi kapalı mekânlarda mı eğlenirlerdi? Elbette hayır. 16. yüzyıldan itibaren İstanbul’un Avrupa yakasında Kâğıthane, 18. yüzyıldan itibaren ise Anadolu yakasında Göksu mesireleri halkın da seçkinlerin de gözde eğlence mekânları arasındaydı. Her iki mesirede de, gündüzleri halk dere boyunca sıralanan kahvehanelerde, kır gazinolarında, 19. yüzyıldan itibaren birahanelerde, lokantalarda zaman geçirirdi.

Elbette bir de işin yönetim tarafından onaylanmayan yanı vardı. Şer’i kurallar yüzünden ancak geceleri yapılabilen “incesaz”lı kayık sefalarına, mehtap âlemlerine ve fasıllara rakılar, şaraplar, biralar, konyaklar eşlik ederdi. Sazlı sözlü bu içki toplantılarına “ab âlemi” denirdi. İçkiden uzak muhafazakâr devlet adamlarından eğlence düşkünü mirasyedilere uzanan geniş yelpazede pek çok meraklısı olan bu eğlenceleri izlemek için bazen padişahlar, sultan efendiler ya da şehzadeler de buralara gelirlerdi.

Bizans’tan beri varlıklarını sürdüren meyhaneler ise, zaman zaman sıkılaşan içki yasaklarına rağmen, asırlarca Osmanlı erkeğinin en önemli eğlence mekânı idi. Fatih Sultan Mehmed’in (ö. 1481) divan kâtibi şair Melihi’nin Tahtakale’deki meyhanelerin müdavimi olduğu bilinir. 16. yüzyıl yazarı Kastamonulu Latifî’ye göre Galata demek meyhane demekti. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi’ye göre şehirde 2.623 meyhane vardı, buralarda 11.639 kişi çalışıyordu. Çelebi, “içkinin katresinin haram” olduğunu buna rağmen devletin sadece Galata’dan 70 bin kuruş “hamr” (içki) vergisi topladığını yazmıştı. 18. yüzyıl padişahı III. Selim’in bir Boğaz gezisi sırasında gördüğü âlemi yapanlara “âlemlerinde olsunlar” diye haber salmıştı. 19. yüzyılda şehrin “selatin camileri” gibi “selatin meyhaneleri” vardı. (30 Aralık 2007 tarihli “Kâfir işi fakat ne çare...” başlıklı yazımda bu konuyu işlediğim için bu faslı kısa kesiyorum.)

Kanto, revü, sinema ve tiyatro gibi Batılı tarzda eğlencelerle de halk ayyaşlık derecesinde içki müptelası olan Abdülmecit (1839-861) döneminde tanıştı. Levantenlerin yaşam biçimleri geniş halk kitlelerince olmasa bile devlet ricali ve aydınlar tarafından taklit edilirken, geleneksel kahvehanelerin yanı sıra balozlar (konsomatrisli meyhaneler), içkili, müzikli, revülü café chantant’lar [kafe şantan] açıldı. Batılılaşma sürecine paralel olarak gayrımüslim ve Müslüman aileler arasındaki ilişkiler sıklaşınca, ev içi ve dışı eğlencelerin de niteliği değişmeye başladı.


II. Abdülhamit içer miydi?

Bazıları tarafından Kızıl Sultan diye yerin dibine batırılan, bazılarınca Ulu Hakan diye göklere çıkarılan 34. Osmanlı Padişahı Halife unvanlı II. Abdülhamit’in eğlence hayatının ayrılmaz parçası olan içki konusundaki tavrı hakkındaki tevatür çeşitlidir. Bazı tanıklıklara bakılırsa Abdülhamit içki içmezdi. Muhtemelen bu bilgiler padişahlığı dönemiyle ilgilidir. Çünkü şehzadeliğinde, özellikle ağabeyi V. Murat’ın düzenlediği âb âlemlerine katıldığı ve içki içtiği konusunda bilgiler var. İçkiyle arasına mesafe koyması, yakalandığı şiddetli zatürree sırasında onu tedavi eden dönemin tanınmış Rum doktoru Mavroyani Bey’in verem uyarısından sonra olmuştu. Vesveseli bir karakteri olan ve annesi Tirimüjgan Kadınefendi ile babası Abdülmecit’i veremden kaybettiği için sağlık konularına aşırı önem veren Abdülhamit bu tavsiyeye uymuştu. Diğer özel doktoru Sarıca Arif Paşa’nın günlüklerinde de padişahın içki içtiğine dair bir not bulunmuyordu. Gene de II. Abdülhamit’in soğuk algınlığı geçirdiği zamanlarda, bu hastalığa iyi geldiğine inandığı konyak ve romu ilaç niyetine içtiği rivayet olunur.


Açıkhava meyhanesi

Öte yandan Abdülhamit cami ve mezarlıklara 100 arşından (yaklaşık 67 metre) daha yakın mesafeye meyhane açılmasına izin verilmemesi gibi önlemlerle sade Müslüman vatandaşlarını tatmin etmekten başka bir önlem alma gereğini duymamıştı. Hatta, Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminin unutulmuş gazetecilerinden Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu’na göre, Abdülhamit dönemi, etliye sütlüye karışmayan vatandaşlar için “kocaman bir meyhane” idi. Göksu ve Kâğıthane açık hava meyhanesine dönmüştü.

Aynı şekilde halk tarafından “meyhanenin alafrangası” denen gazinoların ilk örnekleri, II. Abdülhamit döneminin sonlarına doğru İstanbul’da açılmıştı. Bunlar arasında en ünlüleri Galata’daki Arkadi Gazinosu, Pangaltı Hamamı’nın karşısındaki Dimitri’nin Gazinosu, Haydarpaşa’daki Emperiyal Bağçesi, Karaköy’deki Filip’in Gazinosu, Beyazıt’taki Kadirpaşa Hanı’ndaki Fiks Gazinosu ile Tophane’deki Alkazar Amerikan Gazinosu idi. Bu gazinoların hepsi de, gerek nefis mezeleri, gerek hanende ve sazendeleri, gerekse servise sundukları zengin içki çeşitleriyle İstanbul’un eğlence hayatının önemli parçalarıydı.


Fertek ve Mürefte rakıları

Daha ilginci, II. Abdülhamit döneminde alkollü içki üretimi devletin resmî faaliyetlerinden biri olmuştu. Bu konudaki ilk adım 1880’lerin başında, o yıllarda Konya’ya bağlı olan Niğde’nin Fertek kasabasında üretilen Fertek Rakısı idi. Bu rakının yanı sıra Mürefte Rakısı adlı bir başka yerel rakıyı satan ünlü Fertek Meyhanesi’nin en parlak yılları 1890-1908 arasıydı.

Ama daha önemlisi Abdülhamit’in tam 32 yıl boyunca başmabeyincisi olan ve arada maliye nazırlığı da yapan Sarıca Ragıp Mehmet Paşa tarafından Tekirdağ yolu üzerindeki Umurca Çiftliği’nde Osmanlı’nın ilk rakı fabrikası kurulmasıydı. Umurca Rakısı halk arasında öylesine tutulmuştu ki, 1878’de devlet borçlarının ödenmesi için altı değişik verginin birleştirilmesinden oluştuğu için Rüsum-u Sitte (Altı Vergi) diye anılan verginin en önemli kalemini, bu rakıdan alınan vergi oluşturmuştu. Abdülhamit döneminin diğer ünlü rakıları Erdek Düzü ve Deniz Kızı (Bozcaada, Tenedos) rakılarıydı. 1897’de İkdam gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa “Halis üzümden istihsal olunan Erdek Düzü, dünyanın her cihetinde bihakkın kesb-i şöhret etmiştir. Taamı tatlı, sıhhate nâfi ve baş ağrıtmaz ve hararet vermez ve vücudu kuvvetlendirir, iştiha açar.”


Biranın hası burada

İsviçreli Bomonti kardeşlerin 1885’te Şişli’de bira imalathanesi kurması, 1890’da bu imalathanenin ürettiği “halis Osmanlı birası”nın satışa sunulması, bu tesislerin 1902-1905’te modernize edilerek Bomonti Bira Fabrikası adıyla faaliyete geçmesi de Abdülhamit zamanında olmuştu.

Lokanta ve meyhanelerde olduğu gibi, birahanelerde de müşterilerin çeşidi ve kişiliğine göre ünlenenler vardı. Sözgelimi Sinyor Nikoli’nin İsviçre Birahanesi’ne Anadolu Demiryolları Müdürü Mösyö Huguenin devam ederdi. Sinyor Yani’nin Viyana Birahanesi çoğunlukla Alman-Avusturya-Macaristanlıların gittiği bir yerdi ve mönüsünün başka bir yerde benzeri yoktu. Alman subaylar, burayı asker niyetine bock denen büyük bira bardaklarının dizildiği bir tür Yüksek Komuta merkezine dönüştürmüşlerdi. Yani’nin Strazburg Birahanesi’nde ise Galatasaray Lisesi’nin Fransız öğretmenleriyle Paris gazetelerinin muhabirlerini görmek olağandı. Tepebaşı’ndaki Çardaş Birahanesi, Lala Birahanesi ve Union Française’in karşısındaki Kohut Birahanesi’ne ise Levanten ve gayrımüslim aileleri giderdi. İlk sinema gösterisi de 1897 yılında Galatasaray’daki Sponeck Birahanesi’nde düzenlenmişti.

Abdülhamit döneminde içkinin sadece meyhanelerde, birahanelerde, gazinolarda tüketildiğini düşünüyorsanız yanılırsınız. Çünkü Ayşe Fahriye Hanım’ın ilk baskısı 1883’te yapılan ve çok tutulan Ev Kadını adlı yemek kitabının 34. bölümü “rakı içmemeyi nasihat ederek” başlıyor ama ardından “amma ille de içecekseniz Avrupa’dan ithal kötü ispirtolarla yapılan ve sağlığa çok zararlı olan rakıları içeceğinize, benim tarifim üzere evinizde rakı üretin onu için” diye devam ediyordu. Ardından basit bir imbik yapımı, iki tip rakı yapımı (mastika ve düz rakı) ayrıntılarıyla anlatılıyor ve bu düzenekle şıra ve şarap üretimi yapılabileceği de hatırlatılıyordu.


Beyaz Ruslar

Ama İstanbul’daki eğlence hayatının radikal bir biçimde değişmesi, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Rusya’yı terk ederek dünyanın değişik yerlerine, bu arada İstanbul’a da göç eden Ruslar sayesinde oldu. İstanbul’da bu kişilere Beyaz Ruslar denirdi, çünkü çoğu Çarlık yanlısı Beyaz Ordu mensupları ve aileleriydi. Ancak aralarında Rus aristokratları ve burjuvaları, bürokratlar ve halktan kişiler de vardı. İstanbul’a gelen Beyaz Rusların sayısının 40 bin ila 200 bin kişi arasında olduğu sanılır. Beyaz Rusların İstanbul’un toplumsal yaşamına, özellikle eğlence hayatına etkilerini Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle anlatır: “Tanzimat’ın başında Fransız ve bilhassa İtalyan tesiri ne ise Beyaz Rusların tesiri de odur. Kadın kıyafetinden, lokanta ve bardan plajlara kadar birçok modayı onlar getirdiler. Bu Rus muhacirleri Beyoğlu’nu iyice zapt ettikten sonra yavaş yavaş İstanbul semtine ve bizim çıktığımız kahvelere kadar yayıldı. Kürklü, çizmeli, saçları çok düz taranmış, hafif tombul yanaklı, beyaz yüzleri bol düzgünlü, bol mücevherli, bir yığın kontes ve prenses, parasını güçlükle ödediğimiz kahve ve çaylarımızı, lokantalarda rakı ve yemeklerimizi getirmeğe, vestiyerde yırtık ve eski pardösü ve paltolarımızı göğsüne kadar sakallı sabık generaller veya miralaylar tutmağa başladı. Çar yaveri, eski miralay veya asilzade delikanlılar karşımızda çevik Kafkas oyunları oynadılar. Hiçbir zaman İstanbul bu kadar bahtsız, sınıflar muvazenesini alt üst edecek derecede paralı ve eğlenceli olmamıştı. Hemen her köşeden balalayka sesleri geliyordu...”

Haraşo iyi, hoş güzel anlamına gelen Rusça bir sözcüktü ve Rusların işlettiği mekânlarda çok sık duyulurdu. Bu yüzden İstanbullular Rus göçmenlere (özellikle sarışın ve ak tenli olan kadınlara) haraşolar adını takmıştı. Haraşo edebiyatı gazete köşelerine, fıkralara ve karikatürlere kadar girmişti.


Demokratik tavır

İşte bugün AKP’li belediye başkanının zabıta tedbirleriyle hizaya getirmeye çalıştığı Beyoğlu’nun eğlence hayatı böylesine köklü bir geleneğin devamı. Nasıl ki camiler, minareler, serviler, sahilsaraylar, yalılar İstanbul’un dikey siluetini oluşturuyorsa, açık hava lokantaları, kahvehaneler, eğlence mekânları da İstanbul’un (deyim yerindeyse) yatay siluetini oluşturuyor. Bu silueti Halife unvanlı II. Abdülhamid bile bozmaya kalkışmadı. Kaldı ki, çağımız demokrasi çağı. Şehirler, iktidardakilerin zihinsel ve kültürel kodlarını sahnelemek, ya da gücün kimde olduğunu göstermek için kullanacakları araçlar değil. Bir şehirde yapılacaklara sadece başbakanlar, belediye başkanları değil, uzmanlar, sivil toplum kuruluşları, şehirlerin sakinleri birlikte karar vermeli.


Özet Kaynakça: Rakı Ansiklopedisi, Overteam Yayınları, 2010; Reşat Ekrem Koçu, Eski İstanbul’da Meyhaneler ve Meyhane Köçekleri, Ahmet Rasim, Fuhş-i Atik, Dünkü İstanbul’da Hovardalık, Arba Yayınları, 1987; Ahmet Refik Altınay, Eski İstanbul, İletişim Yayınları, 1998; Jak Deleon Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar, Remzi Kitabevi, 1996; Ekrem Işın, “Kahvehaneler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı ortak yayını, 1994, C.4, s. 386-392; Said N. Duhani Beyoğlu’nun Adı Pera İken, İstanbul Kütüphanesi, 1990; Willy Sperco, Yüzyılın Başında İstanbul, Çeviren: Ramime Köymen, İstanbul Kütüphanesi, 1989; Mustafa Cezar XIX. Yüzyıl Beyoğlusu, Akbank Yayınları, 1991.

Son Güncelleme Tarihi: 04 Ekim 2011 20:02

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.