Amerika'nın keşfi insanlık için hayırlı mı oldu?

15 Eylül 2014 21:45 / 1873 kez okundu!

 

 

ABD'nin gönülsüzce de olsa, IŞİD belasına karşı kolları sıvadığı şu günlerde, başlıktaki soruya veya Türkiye'deki Amerikan düşmanlığının nedenlerine cevap aramak yerine, Osmanlı-ABD ilişkilerinin tarihinden sayfalar çevirelim

 

Fransız filozofu Abbe Raynal (ö.1796), Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin yaklaşık 300. yılında “Amerika’nın keşfi insanlık için hayırlı mı yoksa zararlı mı olmuştur?” sorusuna en güzel cevabı verecek olana ödül vaadetmişti. Bu soruya verilen cevaplardan 8 tanesi günümüze kadar ulaştı. Bunlardan dördü bu keşfin zararlı olduğunu söylüyor, diğer dördü ise fikri olmadığını belirtiyor. Aradan 200 yılı aşkın zaman geçti. Köprülerin altından çok sular aktı ama bu soruya Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede verilen cevaplar genellikle olumsuz oldu. Olumsuz duygular 2003 Irak Savaşı ile zirveye çıktı, Kasım 2008’de Barack Hüseyin Obama’nın ABD Başkanı seçilmesiyle inişe geçti. Yine de Türkiye dünya yüzünde Amerikan düşmanlığının en yüksek düzeyde olduğu ülkelerin başında geliyor. ABD’nin gönülsüzce de olsa, IŞİD belasına karşı kolları sıvadığı şu günlerde, başlıktaki soruya veya Türkiye’deki Amerikan düşmanlığının nedenlerine cevap aramak yerine, Osmanlı-ABD ilişkilerinin tarihinden sayfalar çevirmek ilginizi çekebilir diye umuyorum. 

MAĞRİP SULARINDA İLK KARŞILAŞMA 

Osmanlıların Amerikalılarla ilk tanışması, 1779’dan itibaren ABD ile Trablus, Cezayir ve Tunus sularında Mağripli korsanlar arasında yaşanan silahlı çatışmalarla olmuştu. O tarihe kadar İngiliz bayrağı altında bu bölgelerde rahatça dolaşan ABD gemileri, 1776’da İngilizlere karşı verdikleri bağımsızlık savaşından sonra kendi bayraklarını çekmek zorunda kaldıklarından, Osmanlı Devleti’nin Garp Ocakları diye anılan Kuzey Afrika eyalerindeki korsanlar için bir geçim kapısı olmuşlardı. Ancak korsanlar, gemilere saldırmakla kalmayıp, gemilerdeki Amerikalıları (ki ‘semiz ördek’ diyorlardı onlara) esir almaya başlayınca işler değişti. 1793’te, çetin pazarlıklar sonunda Cezayirliler, ABD'den 2 milyon 274 bin Meksika pezosu fidye aldılar. 1795 yılında Cezayir, izinsiz sefer yapan iki Amerikan gemisini limana bağlayınca, ABD yılda 12 bin altın vergi ödeme şartını kabul ettiği bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı.

 

(Amerikalılarla Mağriplilerin karşılaşmasını gösteren bir gravür)


Bazı kayıtlara göre, Amerikan ticaret gemileri, Britanya’nın himayesinde 1786’da İstanbul'u, 1797’da İzmir'i, 1800’da ise İskenderiye'yi ilk kez ziyaret etmiş, yine 1800’de Cezayirli korsanlara ödenecek haracı bizzat Padişah III. Selim’e takdim etmek için, George Washington Savaş Gemisi İstanbul’a gelmişti. İlişkiler oldukça yoğun olmalıydı, çünkü 1803’te Amerikan Maliye Bakanlığı'nın ithalat-ihracat istatistiklerinde Türkiye için ayrı bir sütun açılmıştı. Bu yıllar aynı zamanda ABD’nin Osmanlı Devleti nezdinde diplomatik misyon açma girişimlerinin de yapıldığı yıllardı. Ancak Osmanlı tarafı bu isteğe sıcak bakmadı. 


KAYSERİ’DEN AMERİKA’YA 


Osmanlı uyruğundan ABD’yi ilk ziyaret edenlerin ise 1808’de Kayserili Mehmet Dayı ile Giritli Mustafa Dayı olduğu biliniyor. Bu kişiler, yaklaşık bir yıl süren gezilerinin ardından Bâbıâli’ye bir rapor sunarak, ABD’nin İngiltere’den bağımsızlığını kazandıktan sonra, denizcilik alanında ilerlediğini, tophane, baruthane ve tersanelerinin son derece gelişmiş olduğunu ve Osmanlı Devleti ile diplomatik ilişki kurmayı hedeflediğini ifade etmişlerdi. 

1795’te imzalanan ahidname ile 1815'e kadar Cezayir dayılarına düzenli olarak vergi veren ABD bu tarihten sonra Amerikan ticari gemileri Britanya ile Osmanlı Devleti arasındaki ticari imtiyaz anlaşması kapsamında başta İzmir olmak üzere Osmanlı limanlarına yanaşmaya başladı. Bütçenin beşte birini Cezayirli korsanlara haraç olarak vermekten yılan ABD Başkanı James Monroe, 1820 baharında Luther Bradish adlı bir tacirle Akdeniz Filosu Komutanı William Bainbridge’i (ki 1800’de George Washington Savaş Gemisi ile İstanbul’u ziyaret etmişti) Bâbıâli ile görüşmeler yapmak üzere ayrı ayrı görevlendirdi. Ancak Bâbıâli temsilcilerle görüşmeyi kabul etmedi. Monroe yönetimi yine de, ticaret uğruna 1821’de Osmanlı Devleti ile ipleri koparmış olan Yunanistan'ın bağımsızlığını tanımayı geciktirerek jest yaptı. 


“EN ZİYADE MÜSAADEYE MAZHAR MİLLET” 

1827’de Fransız, İngiliz ve Rus gemilerinden oluşan Müttefik donanması tarafından Osmanlı donanması Navarin’de yok edilince, Osmanlı Devleti yabancı yardımlara muhtaç hale gelmişti. Donanmanın yok edilmesinde İngiltere’nin de rolünün olması, ABD seçeneğini cazip kılmıştı. II. Mahmud, ilk adımı 1828’de ABD’den bir korvet satın alarak attı. ABD ile Osmanlı Devleti arasında ilk diplomatik ilişki, 7 Mayıs 1830’da imzalanan Seyr-ü Sefain ve Ticaret Anlaşması ile kuruldu. Anlaşma ile iki taraf birbirine “en ziyade müsaadeye mazhar millet" statüsü tanımıştı. 1831’de David Porter, ilk Amerikan elçisi olarak İstanbul’a tayin edildi. Amerikan gemi, maden ve ziraat mühendisleri Osmanlı ülkesinde eğitim vermeye başladılar, Osmanlı subayları gemi inşa tekniklerini öğrenmek için ABD’ye gittiler. Amerikan Protestanlarının misyonerlik örgütü The American Board of Commissioners for Foreign Missions (ABCFM) Bursa, İzmir, İstanbul’da okullar açtı. Amerikalılar İzmir, Selanik, İstanköy, Bozcaada, İskenderiye, Beyrut, Kudüs, Bursa ve Çanakkale’de konsolosluklar açtılar. Ancak bu işbirliği havasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu (bu konulardaki geleneksel tavrıyla uyumlu olarak) uzun süre ABD’de konsolosluk açma ihtiyacı duymadı. İlk olarak 1845'te Washington'a şehbender (ticaret ataşesi) sıfatıyla Zapçıoğlu Abraham tayin edildi. 


ABDÜLMECİD’İN HEDİYELERİ 


1850'de (ki tahtta Abdülmecid vardır), Bahriye Mektebi’nde Mühendis Binbaşı olarak hocalık yapan Emin Efendi, askeri ve teknik temaslarda bulunmak üzere resmi davetle ABD'ye gitti. Kongre tarafından resmen kabul edilen Emin Efendi, gittiği her eyalette bando-mızıkayla, fener alaylarıyla, havai fişek gösterileriyle karşılandı. Bu beklenmedik karşılama Emin Efendi’nin ana vatanında o kadar büyük mutluluk yaratmıştı ki, Abdülmecid, Emin Efendi'ye ABD Hükümeti ve halkı tarafından gösterilen iyi muameleye mukabele olmak üzere 1852'de Boston’da açılan Şark Lisanları Mektebi’ne hediye etmesi için aralarında lügatler, edebiyat, mantık ve tarihle ilgili 56 kitap göndermişti. Ayrıca Washington'da George Washington için yapılan dev anıta, tuğralı bir mermer kitabe yaptırılıp hediye edilmişti. Bu yıllardan itibaren iki ülke arasındaki ticaret hacmi öyle genişledi ki, 1862’de bir Seyr-ü Sefain ve Ticaret Anlaşması daha imzalandı. 


ABDÜLAZİZ-GRANT İLİŞKİSİ 

1861-1865 arasındaki Amerikan İç Savaşı sırasında ilişkiler biraz tavsadıysa da, Sultan Abdülaziz 1864’te ABD’ye gemi sipariş etmekten geri durmadı. 1869’a kadar Amerikan İç Savaşı’ndan kalan 239 bin (Enfield ve Springfield markalı) tüfek satın alındı. Abdülaziz, silah bedeli olan 1.351.442 doların yanında, ABD Başkanı (General) Ulysses S. Grant’a bir de Uşak halısı hediye etmişti. Halı, ABD’de büyük ilgi uyandırmış, gazeteler Beyaz Saray’ın balo salonuna serilen halının sarı, kırmızı ve mavi renklerde, 1.500 pound (675 kilo) ağırlığında ve yaklaşık 10 bin dolar değerinde olduğunu yazıyordu. (Bu arada belirtelim ki, bugün bazı popüler tarihçilerin “Abdülaziz’in New York simgesi olan Özgürlük Heykeli’nin masraflarının bir bölümünü ödediği” iddiası doğru değil.) Ertesi yıl 700 bin dolar verilip 100 bin kullanılmış tüfek daha satın alındı. (İddialara göre Grant, bir jest yaparak bu tüfeklerden 50 binini, yeni tüfeklerle değiştirmişti.)

(Osmanlı askerleri Amerikan tüfekleriyle talimde)



İlişkilerin bu sıcaklığına rağmen, Amerikalı iş adamı Christopher R. Robert’ten hatırı sayılır bir mali destek alan Cyrus Hamlin adlı Protestan misyonerinin İstanbul’da Bebek’te Robert Koleji kurmasına izin verilmedi. Bu engelleme iki ülke arasında diplomatik krize neden oldu. ABD, 1868’de Washington’daki Osmanlı Devleti’nin Washington’daki ilk elçisi Edme Blacque (Balak/Bulak/Blak) Bey’e (1867’de bu göreve gelmişti) bir nota verdiği gibi, Amiral Farragut komutasındaki bir gemiyi ‘özel ziyaret’ kisvesi altında İstanbul’a gönderdi, Farragut’un sadrazamla yediği akşam yemeğinden sonra kolej meselesi halledildi. Daha sonra bir devlet görevlisi “o sırada Girit’te ayaklanma olmuştu. Eğer inşaat iznini vermeseydi Amiral’in isyancılara yardım edeceğinden korkmuştuk” diyecekti. 


II. ABDÜLHAMİT VE CHİCAGO FUARI 


1876’da tahta çıkan II. Abdülhamid’in döneminde silah alımları devam etti. Ancak 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı yüzünden ödemeler aksamaya başlamıştı. Rus ordusunun Yeşilköy’de kararg?h kurdukları günlerde birkaç ay önce başkanlık görevi bitmiş olan General Grant ailesiyle birlikte Kutsal Topraklara yaptığı ziyaretin parçası olarak Kahire, Beyrut, Kudüs, Şam’dan sonra İzmir’e, ardından da İstanbul’a geldi. Anlaşılan silah tüccarları alacaklarını garanti etmek için Generali görevlendirmişlerdi. Nitekim Ruslarla Yeşilköy Antlaşması’nın imzalandığı buhranlı günlerde, en yüksek düzeyde ağırlanan Grant ve ailesi, İstanbul’dan ayrılırken yanlarında yeni ödeme planıyla, II. Abdülhamit’in hediyesi olan iki Arap atını götürüyorlardı.

 

(General Grant, eşi, oğlu ve maiyetiyle kendisini İstanbul’a getiren USS Vandalia gemisinin güvertesinde)

 

(II. Abdülhamit’in Grant’a hediye ettiği iki Arap atının adları Linden Tree ve Leopard idi.) 


Amerika kıtasının Avrupalılar tarafından keşfinin 400. Yıldönümü şerefine 1893’te düzenlenen Chicago Fuarı’na Osmanlı İmparatorluğu resmi bir payvon ve dört başı mamur bir ‘Türk köyü’ ile katılmıştı. Bu olay, bir dönemin sonuydu çünkü Almanya’nın dünya hegemonyası için iddiasını koyması, Osmanlı-Amerikan ilişkilerini bozacak, 1894-1896 Sason merkezli Ermeni katliamlarından dolayı ABD, Osmanlı İmparatorluğu’nu ağır şekilde eleştirecekti. (Abdülhamit Dönemi’nde resmi ilişkilerden daha da önemli olan, Protestan Amerikan misyonerleriyle ilişkilerdi ancak bu karmaşık konuyu bir başka yazıya bırakıyorum.)

Abdülhamit’in buna rağmen, 1898’de, İspanya-ABD Savaşı sırasında, ‘Halife’ sıfatıyla İspanya’nın egemenliğindeki Filipinlerdeki Müslümanlara “Amerikalılara dostça davranmalarını” öğütlemesi ilginçtir. 1908’te Meşrutiyetin ikinci kez ilanını ABD övgüyle karşılamış, Başkan Theodore Roosevelt İstanbul’a bir kutlama mesajı göndermişti. ABD’nin 1911’de Trablusgarp Savaşı sırasında 1907 Lahey Sözleşmesi’nin 7. maddesini bahane ederek, ‘kundak’ denilen silah parçasını satmayı reddetmesi ABD’nin Osmanlı Devleti’ne yönelik ilk silah ambargosu olarak tarihe geçmekle birlikte, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katılan Osmanlı Devleti ile ABD’nin diplomatik ilişkileri, ABD’nin Almanya’ya savaş açmasıyla kesintiye uğradı ama iki ülke birbirine savaş açmadı.


WILSON’UN 14 İLKESİ 


ABD’de 1912 seçimlerini kazanan Woodrow Wilson bir tarih öğretmeniydi ve kendini şöyle tanımlamıştı: “Ben insani özellikler ve alyuvarlardan çok kanaatler ve akademik endişelerden oluşmuş muğlâk ve farazi bir kişiliğe sahibim. Bakalım sonunda ne olacak?” 

Bütün imparatorluklar gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun da yıkılacağından emin olan Wilson’un Ocak 1918’de açıkladığı meşhur ‘14 İlke’sinin temelini savaş sonrasında kurulacak dünya düzeninin ‘milliyet esasına göre’ olması oluşturuyordu. 14 İlke’nin 12. maddesi ise “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının Osmanlı egemenliği sağlanacak fakat Türk olmayan diğer halklara otonom idareler verilecek, Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası garanti altında her milletin gemilerine daimi suretle açık olacak” diyordu. 


AMERİKAN MANDASI 


Wilson prensiplerinin uygulanıp uygulanamayacağı konusunda gözlemler yapmak üzere Henry C. King ve Charles R. Crane’den oluşan King-Crane Komisyonu Haziran 1919’da İstanbul’a geldi, oradan Suriye, Filistin ve Lübnan yolculuğuna çıktı. Temmuz ayında İstanbul’a dönen King-Crane Heyeti, Rumlar adına Kayseri Metropoliti’yle, Ermeniler adına Patrik Vekili Zaven Efendi’yle, Museviler adına Hahambaşı Haim Naum Efendi’yle görüştü. Rum ve Ermeni temsilcisi ‘Amerikan mandası’ arzu ettiklerini belirtirken Musevi temsilcisi ‘Hiçbir devleti tercih etmiyoruz’ dedi. 

Ancak, Wilson’dan beklentisi olan sadece gayrimüslim cemaatler değildi. Prens Sabahattin Osmanlı federalizmi, Abdullah Cevdet ve Şerif Paşa bağımsız Kürdistan, Halide Edip (Adıvar), Refik Halid (Karay), Ahmet Emin (Yalman), Yunus Nadi (Abalıoğlu), Celal Nuri (İleri), Hüseyin Avni (Ulaş) ve İsmet (İnönü) Bey gibi Kemalist Türk elitleri ise Amerikan Mandası hayalleri kuruyorlardı. 


GENERAL HARBORD’UN ZİYARETİ 


Komisyon, merkeze sunduğu raporda, Anadolu’nun İstanbul, Ermenistan ve Anadolu olmak üzere üç devlete bölünmesini ancak üçünün de Amerikan mandası altında olmasını öneriyordu. Ermenistan’ın bağımsızlığına karşı çıkan raporda, bunun gerekçesi olarak bölgede Ermeni varlığının hiçbir zaman yüzde 25’ten fazla nüfusa sahip olmamasını gösteriyordu. Ardından Anadolu’ya General James G. Harbord başkanlığında bir başka heyet gönderildi. 

Mustafa Kemal’in General Harbord’a Anadolu’daki durumla ilgili bir rapor sunduğu biliniyor. Ekim 1919’da Samsun’da Harbord’a verilen ve yıllarca içeriği tam açıklanmayan muhtırada Mustafa Kemal, “Bizim kaderimizle ilgili kesin kararların Amerikan Meclis kararlarına ve görüşlerine tabi olması da bizim için şükredilecek bir şeydir” diye başlıyor ve “Amerikalılar memleketimizin muazzez misafirleridir, milletimizin kıymetli muhipleridir… Amerikalılar ne zaman herhangi bir istikamete seyahat etmek isterse, hayatlarının dokunulmazlığı için talep edecekleri koruma ve yardım derhal yerine getirilecektir…” diye devam ediyordu.

(Kazım Karabekir’in yetim çocuklardan oluşturduğu ‘Çocuklar Ordusu’ General Harbord’u beklerken, Erzurum, 25 Eylül 1919) 
 

ERMENİSTAN MANDASI HAYALİNİN SONU 


Bu güvencelerle Erzurum’a giden Harbord Kazım Karabekir’in hazırladığı törenlerle karşılandı. Şehir taklarla, allı yeşilli bayraklarla, Amerikalılara sevgi ifade eden pankartlarla donatılmıştı. Harbord’a futbol, cirit. Bisiklet, koşu, güreş gibi çeşitli spor gösterileri sunuldu, çevre köyler gezdirildi. Karabekir kendisine ‘Ermeni mezalimine ilişkin’ ayrıntılı bir rapor sundu. Harbord bu karşılamadan ve Karabekir’in propagandasından çok etkilenmişti. Amerika’ya dönüşünde hazırladığı raporunda şöyle diyordu: “ABD’nin Ermenistan mandasını kabul etmesi büyük kaosa yol açar… Ermenilerin katledildiğine ilişkin haberlerin çoğu söylentiye dayanıyor. Savaşta 600 bin Türk askeri tifodan öldü, seferberliğe giden gençlerden yüzde 80-90’ı köylerine dönemedi… Bu kadar uzak bir yerde manda denetimi imkansız derecede zordur…Bu işin maliyeti Türk ve Kafkas hükümetlerinin bir yıllık gelirine eş bir tutardır…” 

Başkan Wilson’un epeydir sağlık sorunları yüzünden gölge başkan haline geldiği bir dönemde, ABD Senatosu Harbord raporunu tartıştı ve 1 Haziran 1920’de, Türkiye’nin Doğu Vilayetlerini içine alacak bir Ermenistan kurulması önerisini 23 kabul oyuna karşı 53 oyla reddetti. 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması'nın 89. maddesi, Doğu Anadolu'dan dört vilâyetinin Ermenistan'a verilmesini öngörmekte ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın çizilmesini, Wilson'un hakemliğine havale etmekteydi. Ancak, Wilson bu görevini yerine getiremeden, Kazım Karabekir’in kuvvetleri Ermenistan’a girdi ve 3 Aralık 1920’de sınır Türk tarafının istediği gibi çizildi. Bu tarihten sonra ABD Türkiye ilişkileri, esas olarak ‘Ermeni Meselesi’nden bağımsız gelişti. (Bundan sonrasını merak edenler şu yazılarıma göz atabilirler: 1)1923-1938 arası ilişkiler için: http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/bir-zamanlar-kemalistler-amerikayi-sevmisti/4881/ , 2)1939-1980 arası ilişkiler için: http://www.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/kucuk-amerika-buyuk-amerika-ya-karsi/12835/ ) 



Özet Kaynakça: Enver Ziya Karal, “Kayserili Mehmet Dayı ile Giritli Mustafa Dayı Nam Yoldaşların Amerika ve Avrupa Seyyahatları”, Tarih Semineri Dergisi, S. 2, 1938; Çağrı Erhan, Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, Ankara, 2001; Mehmet Fuat Köprülü, “Tarihte Türk-Amerikan Münasebetleri", Belleten, LI, (Ağustos 1987) S:200, s. 927-947, Akdes Nimet Kurat, Türk-ABD Münasebetlerine Kısa Bir Bakış (1800-1959), Doğuş Matbaası, 1959; Hasan Tahsin Fendoğlu, Modernleşme Bağlamında Osmanlı-Amerika İlişkileri, 1786-1929, Beyan Yayıncılık, 2002; Harry N. Howard, The King Crane Comission, An American Inquiry in the Middle East, Beyrut, 1963; General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Raporu, Yayına Hazırlayan: Seçil Akgün, Tercüman Yayınları, 1981. 


Geçen haftaki yazıma ek:


Geçen hafta, Cumhuriyet tarihi boyunca, gayrimüslim vatandaşlara yönelik ayrımcılık, dışlama ve nefret içeren kamusal politikaların bir dökümünü yapmıştım. Yazının başında belirttiğim gibi çok eksik bir listeydi bu. Nitekim Kostas Christoforidis, listede İmroz ve Bozcaada’da yaşayan Rumlara yönelik ayrımcılık politikalarına hiç değinmediğimi belirtmiş ve Çanakkale İnsan Hakları Derneği’nin Temmuz 2014’te hazırladığı bir metinden özetlediği şu sorunları hatırlatmış: 

1923'te, seçimle başa gelen Rum yöneticilerin mal varlıklarına el konmuş, Lozan Antlaşması’na aykırı olarak genel af tanınmadığı için de 1500 kişi adayı o yıl terk etmek zorunda kalmıştı. 
1925'te yine Lozan Barış Antlaşması’nın 14 ve 15. maddelerine aykırı olarak Bozcaada ile İmroz’un özerklikleri feshedilmiş, azınlık dilinin eğitimi yasaklanmıştı. 
1927de Lozan hiçe sayılarak 1151 Sayılı Kanun’la (ki hala yürürlüktedir) yasaklanan Rumca eğitim, 1952’de serbest bırakıldı, 1964’ te tekrar yasaklandı. 
1942 yılında adaya Anadolu'dan getirilen kişiler yerleştirilirken, Aynaroz manastırlarına ait manastırların mal varlıklarına el kondu, durumu protesto eden üç cemaat lideri tutuklanıp Anadolu'ya sürüldü. 
17 Mart 1964 te Milli Güvenlik Kurulu’nun 35 sayılı kararıyla “Adanın Türkleştirilmesi için gerekli ekonomik, sosyal ve manevi şartların hazırlanması” çalışmalarına hız verildi. 1062 Sayılı Kanun ve ondan doğan gizli kararnamelerle İmroz'daki azınlık gayrimenkulleri millileştirildi. (Böylece 1960 yılında 25 milyon m² alana sahip Rumların, 1990 sonlarında kişi başına arsa hakkı 600 m²'ye kadar düştü.) Aynı tarihlerde, Rum asıllı süngerci ve balıkçılara teknelerini kullanma yasağı kondu. Okullarda azınlık derslerinin ve eğitmenlerinin tümünün Türkiye'de çalışması yasaklandı. 
1966'da adanın en büyük ve verimli arazilerine el kondu.1967'nin sonlarına doğru İmroz'un 262 kutsal mekânından, 248'i nde halk dini ibadetlerini yerine getiremez hale getirildi. 
Aynı dönemde, Dereköy’ün hemen aşağısına devlet Yarı Açık Cezaevi kurdu. Adaya önce ağır mahkûmlar getirildi, sonra da aileleri alındı. Adada tarım işleriyle uğraşan mahkûmlar serbestçe dolaşmaya başladı. Mahkûmlar Rumlara tecavüz, hırsızlık, darp, hatta adadan göç edenlerin iddiasına göre cinayet işledi ve devlet bu durumu engelleyici bir önlem almadı. Ayrıca TİGEM vasıtasıyla üretim çiftlikleri kuruldu, adalıların geçimlerini sağladıkları en değerli zeytinlikleri, bu yolla kamulaştırıldı. Adanın ekilebilir arazilerinin yüzde 90’ına bu dönemde el konuldu. Hem de yumurtanın tanesinin 25 kuruşa satıldığı yıllarda, metrekaresine sekiz kuruş gibi ucuz bir bedel ödeyerek. 
1970 yılında adanın binlerce yıldır İmroz olan adı Gökçeada olarak değiştirildi. 
1974’te Kastro Köyü bir gecede boşaltıldı, kilisesi ve mezarlığı talan edildi. Belediye Başkanı ve 20 cemaat ferdi evlerinden alınarak Panaghia (Merkez)’deki Meryem Ana Katedrali avlusunda bir hafta gözaltında tutuldu. 1970 ve 80’lerde İmroz’ un dışına, dünyaca ünlü ada koyununun satışı kısıtlanınca, et fiyatları düştü, halkının en önemli geçim kaynağı bundan zarar gördü köylüler ekonomik şiddete uğradı, halk yoksulluğa mahkum edildi. 
Adada öldürülen Stelyo Kavalero (1973 Merkez), Stilyani Zuni (1975 Zeytinli köyü), Yorgi Vigli (1980 Dereköy), İstrati Stilyanidi (1984 Dereköy), Niko Lada (1984 Merkez), Zafiri Delikostanti (1990 Eski Bademli)’nin failleri hala yakalanmadı.”

 

:::::::::::::::::::::

 

İkinci mektup, Mardin’de Türkçe-Süryanice yayımlanan Sabro (Umut) gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Tuma Çelik’den geldi. Çelik, Süryani Patrikliği’nin Türkiye’den benim dediğim gibi 1933’te değil 1930’da çıkarıldığını belirttikten sonra, şu konuların listede yer almamasının büyük eksiklik olduğunu söyledi: 
1970’li yılların sonlarına doğru bazen “Asala militanı yetiştiriyorlar” bazen “bölücü yetiştiriyorlar” ve bazen de “misyonerlik çalışmaları yapıyorlar” bahanesiyle Süryani toplumuna, Süryani kilise ve manastırlarına sistematik baskılar yapıldı. 
1982 Anayasası ile getirilen zorunlu din dersleri yüzünden özellikle Turabdin’de yaşayan Süryanilerin büyük bölümü 1980’lerde ülkeden göç etmek zorunda kaldı. 
3)1980-1994 arasında Süryaniler devletin gizli ve açık saldırılarına maruz kaldılar. Bu dönemde köylerinde kendi halinde yaşayan 50’ye yakın Süryani’nin öldürüldü fakat failleri araştırılmadı ya da bulunmadı. Bu da Süryani göçünü hızlandırdı. 
2000’li yılların başında, Süryanilerin hazır olmadığı bir dönemde Turabdin’de başlatılan kadastro çalışmaları sırasında, Süryanilere ait arazi ve mülklerin büyük bölümü gasp edildi. Malların büyük bölümü hazine ve bölgedeki Süryani olmayan insanların adına kaydedildi. Kimi yerde gizli ve herkesten habersiz olarak yapılan bu talan, Mor Gabriel Manastırı Vakfı arazilerinde olduğu gibi 2008 yılında alenen ve hukuk oyunlarıyla mahkemeler yoluyla yapılmaya çalışıldı. 
Devlet birkaç yıl önce okullar için hazırladığı Milli Eğitim Bakanlığı müfredat programı çerçevesinde yayınladığı ve okuttuğu tarih kitaplarında Süryanileri açık bir şekilde “hain ve dış devletlerin ajanı, işbirlikçisi” olarak tanımladı.


:::::::::::::::::::::::::::: 
Son olarak, sosyal medya aracılığıyla bana ulaşan Aldemir Akpınar ise, yazıda Protestan Hıristiyanlara yönelik ayrımcılık eylemlerine hiç yer vermediğimi son derece zarif biçimde hatırlattıktan sonra, sadece 2013 yılında Protestanlara yönelik ihlalleri içeren şu raporu (lütfen üşenmeyip şu linki tıklayın:http://www.protestankiliseler.org/?p=716 ) okuyan birinin bile ne gibi sorunlarla karşı karşıya oldukları hakkında biraz da olsa fikir sahibi olabileceğini belirtti ki kendisine katılıyorum.

Bu notla, listedeki eksikleri biraz olsun gidermiş olmayı umuyorum. 

 

Ayşe HÜR

Radikal, 14.09.2014

 

Son Güncelleme Tarihi: 15 Eylül 2014 21:52

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.