80 yıllık 'Misak-ı Dinî' davası: Ayasofya

17 Mayıs 2014 14:33 / 3707 kez okundu!

 

 

Milliyetçi-mukaddesatçı' çevreler Ayasofya'yı tekrar ibadete açmak için yine atakta. Müzeye karşı çıkanların tezleri, konunun öteden beri 'Türk-İslam' zihniyet haritasının sorunlu bölgelerinden biri olduğunu gösteriyor.

Yıllardan beri Ayasofya’yı tekrar ibadete açmak için mücadele veren ‘milliyetçi-mukaddesatçı’ çevreler yeniden atağa geçtiler. Bu sefer, MHP, AKP, Gülen Cemaati arasındaki taktik savaşına da şahit oluyoruz. Bu haftaki yazımı, Ayasofya'nın müze olmasının hikayesine ve bu karşı çıkanların tezlerine ayırdım. 

İlk yapıldığında adının sadece Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olduğu rivayet edilen, ancak 5.yüzyıldan itibaren Aya Sofya (Kutsal Hikmet) diye anılmaya başlayan bu olağanüstü yapının Ortodoks aleminde özel bir yeri var. Bazı kaynaklara göre şehrin kurucusu I. Constantinus (hd 324-337) bazı kaynaklara göre oğlu Konstantinos (hd 337-361) tarafından inşa edilen üstü ahşap kaplı ilk bazilika, 20 Haziran 404’te yanmıştı. Onarım ancak 415 yılında, II. Thedosios döneminde tamamlandı. 

Kilise, 13 Ocak 532’de başkentin ünlü araba yarışı takımları Maviler ve Yeşiller’in çıkarttığı Nika Ayaklanması’nda, şehrin diğer önemli binaları ile birlikte yandı ama hemen halka vergi salındı ve onarıma başlandı. Rivayete göre, 100 ustabaşının emrindeki 10 bin amelenin çalıştığı inşaat 5 yıl 11 ay 10 sürmüştü. Bina o dönem için öyle olağanüstü boyutlara sahipti ki, 27 Aralık 537’deki açılış töreninde, imparator İustinianos’un “Seni geçtim Süleyman!” diye haykırdığı rivayet edilir. 

Işıkların Dansı 
77 metreye 71,70 metrelik bir dikdörtgenin içinde yer alan yapının en önemli unsuru ortalama çapı 31,22 metre olan hafif elips biçimli kubbesidir. İlk yapılışında yerden 49 metre yüksekliğinde olan kubbe 558 yılındaki onarımda 7 metre yükseltilince, 49,5 metre yükseklikte olduğu rivayet olunan “Süleyman’ın Tapınağı” geçilmişti. “Kaplanamaz, sınırlanamaz bir boşluk, çevrelenemeyen evrenin sembolü olduğu” düşünülen ana kubbenin ve yan kubbelerin altındaki 91 penceresinden süzülen ışığın milyonlarca altın mozaik parçası üzerindeki muhteşem dansı, güneş ışıklarının hem dışarıdan geliyor, hem de içeriden doğuyor etkisi yaratmasına neden olurdu. Daha sonraları, kötü onarımlar sonucu ışıklar hiyerarşisi bozuldu ve bu büyülü etki kayboldu. Bugün gördüğümüz yapı esas olarak üçüncü dönemin ürünü. 

Aya Sofya’nın “İslamlaşması” 
Tarihçi Tursun Bey’e göre Fatih Sultan Mehmed 29 Mayıs 1453’de şehre girdiğinde, Aya Sofya’yı görünce önce hayranlığını ifade etmiş, ardından Farsça bir beyit okuyarak, kilisenin harap halinden duyduğu hayreti dile getirmişti. Beytin Türkçesi şöyleydi: “Örümcek Kisra’nın tâkında perdedarlık ediyor/Baykuş Efrasiyâb’ın kalesinde nevbet vuruyor...” 

Fetihten sonra, şehrin bu bölgesinin sulh ile değil, savaşla alındığı iddia edilerek, kilise derhal camiye çevrildi, padişahın hocası Akşemseddin’in okuduğu ilk hutbeden sonra Osmanlı dönemi başladı. Bundan sonraki asırlarda Aya Sofya’nın başına gelen iyi ve kötü olayları anlatmaya yerimiz yetmez. Bu yüzden kocaman bir adımla Cumhuriyet dönemine atlayalım. 

1923’te Lozan’ın imzalanmasından sonra hukuken vücut bulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, uzman ve bütçe sorunları yüzünden Ayasofya’ya ancak 1926 yılında el atabildi. Ancak esas çalışma, 1931 yılında ABD’deki Bizans Enstitüsü’nün kurucusu, ilk ve tek yöneticisi Thomas Whittemore (1871-1950) adlı arkeolog, düşünce ve sanat adamının Ayasofya’nın çeşitli yerlerinde varlığı bilinen ancak üzerleri kalın bir badana tabakasıyla kaplı olduğu için görülemeyen mozaikleri çıkarmak için Türkiye’ye başvurmasıyla başladı. 

ABD ve Avrupa’da bilimsel çevrelerden destek gören Bizans Enstitüsü, İstanbul’daki Bizans anıtlarının restorasyonu (aslına uygun onarımı) ve konservasyonu (korunması) için gerekli parayı ABD’deki bazı sanatseverlerden ve vakıflardan sağlayacaktı. Yani bu işin Türkiye’ye bir maliyeti olmayacaktı. Gerekli iznin verilmesi üzerine Whittemore, Yunanlı ve İtalyan uzmanlardan oluşan ekibiyle Ayasofya’da çalışmaya başladı. İlk olarak ana mekâna açılan ‘İmparator Kapısı’ üzerindeki İsa ile ona secde eden imparator mozaiğini ortaya çıkardı. Bunu yaklaşık 20 yıl sürecek çalışmalar sırasında çıkarılan başka mozaikler, freskler izleyecekti. Bu arada kubbe demir kuşakla güçlendirildi, bazı yerler restore edildi. 

Balkan Paktı Hediyesi 
1934 ortalarında bir akşam sofrasında Celal (Bayar) Bey’in Mustafa Kemal’e Yunan Başbakanı’nın Atina’da kendisine Balkan Paktı’nı kabul etmesi için Ayasofya konusunda “Kamuoyunu memnun edecek bir ortam doğsa, belki bundan yararlanıp bir şeyler yapılabilir” dediğini aktarmıştı. Mustafa Kemal’in cevabı şöyleydi: “Az önce, Vakıflar Genel Müdürü buradaydı. Ayasofya Camii’ni tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hali ile harap ve bakımsız. Hatta mezbelelik. Ayasofya’yı müze yapsak, hem harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest yapsak Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz? Öyleyse yapalım.” 

Ayasofya arşivinde bulunan bir toplantı tutanağına bakılırsa, bu konuşmayı izleyen günlerde, İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri Müdürü (İstanbul Arkeoloji Müzeleri) Aziz Bey’in (Ongan) odasına beklenmedik bir anda Maarif Vekili Abidin Özmen gelmiş ve Ayasofya’nın müzeye çevrileceği, bunun için ilgili hazırlıkların yapılmasını ve bir komisyon kurulmasını istemişti. Haberin duyulması üzerine sadece yerel basın değil dış basın da konuya büyük ilgi göstermişti. Örneğin New York Times gazetesinde şöyle yazıyordu: “Atina’daki Panteon ve Agra’daki Taj Mahal gibi tarihin hiçbir zamanına hiçbir ulusuna bağlı olmayan yalnız insanlığa miras kalan bazı medeniyet abideleri vardır. [1]İşte bu abidelerden biri de Asya ile Avrupa arasında Boğazın yamaçlarında yükselen Ayasofya’dır. Doğunun olduğu kadar Batı’nın da duygularını canlandıran bu büyük saygı sembolü şimdi yeni değişikliğe hazırlanıyor. Ayasofya bir Hıristiyan kilisesi olarak kurulmuştu. Sonradan bir Müslüman Camii oldu. Modern düşünceli Türkiye Ayasofya’yı dünyanın en ünlü bir müzesi yapmaya tasarladı.” 

Sonuç olarak, Bakanlar Kurulu Ayasofya Camii'ni, 24 Kasım 1934 tarihli ve numarasız bir kararla müzeye dönüştürdü. 9 Aralık 1934 tarihinde Müzeler Genel Müdürlüğü'ne devredilen Ayasofya’nın kapısına aynı gün “Tasnif ve tamir sonuna kadar müze kapalıdır” yazan bir levha asıldı. Gerekli bütçe sağlandı ve kollar sıvandı. 

Ayasofya’da nelerin sergileneceği konusunda uzun tartışmalar yaşandı. Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin dev levhaları Sultan Ahmet Camii’ne taşınmak istendiyse de halkın tepkisinden korkulduğu için, ‘levhaların kapılardan çıkmadığı’ söylenerek Ayasofya’nın içinde yere indirildiler ve ters çevrildiler. (14 yıl sonra bakanlık devreye girerek levhaları eski yerlerine astırdı. Böylece hem Ayasofya müze olarak kalmış, hem de İslami değerler korunmuş havası verildi.) Ayasofya'daki vakıflara ait eşyalar depolara kaldırıldı, halıların bir bölümü Edirne'deki Selimiye Camii'ne gönderildi. Sadece şamdanlar, minber, mihrab ve mihrabın önünde birkaç halı bırakılmıştı. Venedik Belediyesi’nin Ayasofya galerilerine, 1204 yılında Konstantinopolis'i yağmalayan Haçlı ordularının Venediklilerin şefi Henrico Dandalo adına tunçtan bir levha koyma isteği Atatürk tarafından sert bir dille geri çevrildi. Müzenin giriş ücreti 11 kuruş olarak belirlendi, biletler basıldı ve nihayet, Ayasofya Müzesi 1 Subat 1935’de halkın ve turistlerin ziyaretine açıldı. Ayasofya Müzesi ilk açıldığı gün 463 yerli ve 280 yabancı tarafından ziyaret edildi. Atatürk 6 Şubat 1935’de Ayasofya Müzesi'ne gelerek incelemelerde bulundu. Müzenin şeref defterine yazı yazdı. Ayasofya Kütüphanesini de gezen Atatürk sonra avluda yapılan kazılar hakkında bilgi aldı, hasar gören yerlerin onarılmasını ve bahçenin de düzenlenmesini istedi. 

İstasyon makasçısının mektubu 

Bu minvalde 15 yıl geçti. Ayasofya’nın tekrar cami olması için ilk başvuru, Kartal-Yunus İstasyon makasçısı Halit Deliyumruk tarafından 30 Eylül 1950 tarihli bir mektupla DP'li taze Başbakan Adnan Menderes'e yapıldı. Ardından Türk Milliyetçileri Derneği bu konuyu gündeme getirdi. Ama Menderes bu taleplere kulak asmadı. Ardından 27 Mayıs 1960 darbesi oldu. Konu 6 Mayıs 1964'te Adalet Partisi (AP) İzmir Senatörü Lütfi Bozcalı tarafından Senato'da (o tarihte Meclis iki kamaralı idi) yapılan bir konuşmayla güncellendi. Aynı günlerde Tercüman gazetesi bu konuda bir anket düzenledi. Ankete cevap verenlerden Oktay Aslanapa ve İsmail Hami Danişmend Ayasofya’nın cami olmasını uygun bulurken, Ermeni Patriği Sinork Kalutsyan binanın devletin malı olduğunu müze veya cami olarak istediği gibi kullanabileceğini söylüyordu. CHP ise Ayasofya'nın müze olarak kalmasından yanaydı. Ama sonuç olarak konuyu sahiplenmiş görünen AP de kulağının üstüne yattı ve Ayasofya müze olarak kaldı. 

1970’li yıllardan itibaren siyasi İslam’ın güçlenmeye başlamasıyla tartışmalar tekrar canlandı. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, mevcut statüyü savunurken, ortağı MSP Genel Başkanı Necmeddin Erbakan, Ayasofya'nın müze yapılmasının, ne kanunlara ne de vakıf senedine uyduğunu söyledi ama arkasını getirmedi. O tarihten beri konu zaman zaman gündeme getiriliyordu. Ama son yıllarda “Ayasofya'nın müze olmasının İslam dünyasının bağrına saplanmış bir hançer olduğu” şeklinde kışkırtıcı bir kampanya sürüyor. Kampanyayı yürütenlerin argümanlarını ve bunlara verilen cevapları özetlemek gerekirse: 

Fatih’in vakfiyesi ihlal mi edildi? 
Öncelikle, İslamcı çevrelere göre, tapu kayıtlarında Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet’in mülkü olarak görülüyordu ve Fatih’in vasiyetnamesinde “Benim bu camimi camilikten çıkartacak olanların üzerine Allah’ın, insanların ve meleklerin laneti olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın” yazıyordu. (Fatih’in ceylan derisine yazdırdığı 66 metrelik vakıfnamenin 5 metrelik bölümü 1950′li yıllarda İngiltere’ye sergi için götürülmüş ve bir daha dönmemişti. Kalanı ise Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyud-ı Kadime Arşivi’ndeydi.) Bu çevrelere gore Vakıf senedinin hilafına Ayasofya'nın müze yapılması, Fransız tipi katı laiklik uygulamalarından biri olarak din özgürlüğüne vurulmuş bir darbe idi. 
Bu teze itiraz edenlere göre ise, Fatih Kanunnamesi'nde, Osmanlı Devleti'nin son bulması halinde, yerine kurulacak devletin başkanının vakfın da başkanı olacağı yazılıydı. Yani Atatürk, Fatih'in vakfının başkanıydı ve Ayasofya ile ilgili kararları almaya hakkı vardı. Atatürk'ün bu kararı almasının maddi temelleri de vardı. Ayasofya’nın bakım ve onarımı için gerekli geliri sağlayacak kaynakları yoktu. O tarihe kadar Ayasofya'nın bakım ve tamirini Vakıflar Genel Müdürlüğü yapmıştı ama bütçe bu masrafları karşılamakta zorlanıyordu. 

Kararın arkasında Batı dünyası mı var? 
Bu çevrelere göre, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi 1923'te Lozan’da Batılı ülkelere verilmiş bir sözün gereğiydi. Böyle bir söz verildiğine dair bugüne dek hiçbir yazılı ve sözlü kanıt ortaya çıkmadığı gibi, o tarihlerde Ayasofya'nın müze olmasından Hıristiyan alemi pek de mutlu olmamıştı. Çünkü Ayasofya'nın müze yapılmasıyla, Hıristiyan dünyasını, “Hıristiyanlığın en kutsal mabedinde Müslümanlar namaz kılıyor” diye kışkırtmak artık mümkün olmayacaktı. Müslüman dünyası da ikiye ayrılmıştı. Mısırlı alimler “Ayasofya’nın müze yapılması, şirke teslim edildiğinin işaretidir” derken, Bağdat'ta bir grup “Ali Tantavi'nin Mekke'nin avukatlığını yapmak istediği İslamiyet, Müslüman milletlere bugündü dünyada hiçbir hayır ve menfaat temin etmemiştir. Bilakis onları ecnebi devletlerin elinde esir ve zelil bırakmıştır. Hâlbuki Atatürk’ün ve bugünkü Türklerin [1]İslamiyeti bağımsız ve kuvvetli bir Türkiye vücuda getirmiştir. Bize ve bütün Müslümanlara böyle bir İslamiyet lazımdır. Ali Tantavi Mekke’de ne kadar haykırırsa haykırsın biz onun [1]İslamiyetini değil, Atatürk’ün [1]slamiyetini tercih ederiz. Bize de Cenabı-ı Hakkın bir Atatürk nasip etmesini dileriz” diye mektuplar yazıyordu Ankara'ya. (Bu ifadeler, bugün bazı yazarların kararnamede yer alan “Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi bütün Şark alemini sevindireceği” cümlesini garipseyerek “herhalde dilleri sürçtü, Garp alemi diyecekken, Şark alemi dediler” diyenlere cevap olabilir mi bilmem...) 

Atatürk yanıltılmış mıydı? 
Daha o günlerde bu konuyu araştırmak üzere çeşitli kişilerle görüşmeler yapan gazeteci ve matbaacı Ziyad Ebuzziya’ya göre ise Mustafa Kemal “ibadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya camidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksat budur” demiş ama komisyon bildiğini okumuştu. Maarif Vekili Abidin Özmen “Katiyen, tamir bittikten sonra ibadete açılacaktır. İbadete kapamak diye bir şey olur mu?” derken Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ise “kesinlikle söz konusu değil” diye teminat vermişti. Daha sonraki yıllarda Şükrü Kaya, Mustafa Kemal’in kızdığının, ibadet bölümünü Bizans müzesi yapmak fikri olduğunu söyleyecekti.) 
Bazılarına göre ise Ayasofya’nın müze yapılması iki savaş arası dönemin psikolojik harekatlarından biriydi ve Mustafa Kemal hayatta olsaydı savaştan sonra müzeyi camiye çevirirdi! 

Ayasofya Kararnamesi sahte mi? 
Konuya bürokratik teamüller ve uygulamalar açısından yaklaşanlar ise, Ayasofya Kararnamesi'nin içerdiği garipliklere işaret ediyorlar. O tarihte genel uygulama olarak kararnameler Bakanlar Kurulu'nda görüşülüp karara bağlandıktan sonra bir numara alarak Resmi Gazete'de yayımlanırdı. Ama numarasız kararnameler de olurdu. Resmi Gazete'de 1934 yılının Kasım ayına ait 67 adet numarasız, 19 adet numaralı kararname yayımlanmıştı. Bunlar arasında 24 Kasım 1934 tarih ve 2/1589 Sayılı Ayasofya Kararnamesi yoktu. Bugün de, ortada tasdikli iki adet kopya olduğu halde kararnamenin aslı yok. Dahası bu kopyaların birinci sayfasında ‘Kararlar Müdürlüğü’ ibaresi okunurken, ikinci sayfasında ‘Muamelat Müdürlüğü’ yazılı. Dahası, 24 Kasım 1934’te düzenlenen başka iki kararname 1613 ve 1614 sayılı iken aynı günlü bu kararname 1589 sayılı idi. Dahası 7 Kasım 1934 tarihli bir kararname 1636 sayılıydı. Gerçekten de bu karışıklıklara ikna edici bir cevap vermek zor. Ancak o dönemin bütün yazışmaları incelendikten sonra numaralama konusundaki bu çelişkilerin mantığını anlamak mümkün olabilir. 

Atatürk’ün imzası taklit mi? 
Ama en ilginç iddia, Ayasofya’yı müzeye çeviren 24 Kasım 1934 tarihli ve numarasız kararnamedeki ‘Mustafa Kemal Atatürk’ imzasının ileriki yıllarda (1940'larda) taklit edildiğiydi. Çünkü bu kişilere göre Mustafa Kemal gibi ‘hukuka saygılı’ biri, kendisine Atatürk soyadını veren 24 Kasım 1934 tarihli kanun Resmi Gazete'de yayımlanmadan (ki 27 Kasım 1934’e yayımlanacaktı) imzasını ‘Atatürk’ diye atmazdı. Üstelik Atatürk’ün ilk harfi küçük harfle yazılmıştı. Bu Mustafa Kemal’in tabiatına uygun bir davranış değildi! 

Hakikaten de, Mustafa Kemal, Atatürk imzasını ilk kez 22 Kasım 1934 tarihli 1594 Sayılı Kararname'de kullanmıştı. Bu kararname Resmi Gazete'de yayımlandığı için bu konuda bir tartışma yok. Ama yukarıda sözünü ettiğim 6 Kasım 1934 tarihli 1636 Sayılı Kararname'nin altında da “K. Atatürk” yazarken, 26 Kasım 1934 tarihine kadarki tüm kararnamelerin altında “Mustafa Kemal Paşa” yazıyor. Dolayısıyla 24 Kasım 1934 tarihli Ayasofya Kararnamesi'nde küçük harfle 'atatürk' yazması bu garipliklerin yanında çok da önemli değil. 

Öte yandan Atatürk’ün imzasını küçük harfle atması normal görünüyor, çünkü Falih Rıfkı’nın belirttiğine göre “Atatürk el yazısı majüsküllerini [büyük harf] bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi.” İmzasını büyük harfle atmaya daha sonra başlamıştı. Ama diyelim ki, Atatürk'ün imzası sahteydi, aynı kararnamede imzası bulunan Başbakan İsmet İnönü'nün ve diğer bakanların imzası da mı sahteydi? İsmet [1]Paşa, 1928 tarihli Harf Devrimi'nden önce imzasını Osmanlıca 'İsmet' diye atıyordu. 1928 sonrasında Latin harfleriyle 'İsmet' diye imza attı. 26 Kasım 1934'te 'İnönü' soyadını aldıktan sonra ise 'İnönü' diye imzalamaya başladı belgeleri. Bu kronolojiye uygun olarak 24 Kasım 1934 tarihli Ayasofya Kararnamesi'ni Latin harfleriyle 'İsmet' olarak imzalaması gerekiyordu. Ancak kararnamenin altında 'İnönü' yazıyor. Aynı şekilde Şükrü Kaya, Celal Bayar, Şükrü Saraçoğlu, Muhlis Erkmen diye yeni soyadları ile atılmış imzalar olduğu gibi, Zekai (Aziz Zekai Apaydın) şeklinde sadece ilk adla atılmış imzalar da var. 

Sahte belgeye neden ihtiyaç duyulsun? 
Bu çelişkileri, “demek ki o dönemde İnönü ve Atatürk soyadlarını kanun çıkmadan önce de kullanmaya başlamışlar” diye yorumlamak yerine, kararnamenin sahteliğine karine yapmak (bu kişilere göre 'sahte kararname' 1940'lı yıllarda düzenlenmişti) gerçekten garip. Çünkü böyle bir sahtecilik için kararnamenin altında imzası bulunan bütün aktörlerin işbirliği yapması lazım. Bunun da gizli tutulması neredeyse imkansız. Ama esas olarak, iddia sahiplerinin göz ardı ettiği basit gerçek şu: Ayasofya’nın müze yapılması konusu aylarca iç ve dış basında tartışılmıştı. Bakanlıklar, müzeler ve Vakıflar arasında yazışmalar yapılmış, uzmanlar gelmiş gitmiş, tamiratlar yapılmış, eserler oradan oraya taşınmıştı. Bu tartışmalar sırasında Mustafa Kemal hem bedenen hem zihnen sapasağlam ayaktaydı, yukarıda da dediğim gibi açılış töreninde hâzır ve nâzırdı! Bütün bunları hukuki çerçeveye uydurmadan yapmanın mantığı ne olabildi? Atatürk gibi kimseye hesap vermek zorunda olmayan, güçlü, karizmatik bir liderin, bir kararname çıkarmasını engelleyecek ne olabilirdi? Diyelim ki bir şekilde bu ihmal edildi, bunun 1940'lı yıllarda tamamlanmasının nedeni neydi? CHP'liler herşeyi bir yana bırakmışlar, “belki seçimleri kaybederiz, iktidarı yeni kurulan DP'ye kaptırırız, o da Ayasofya'yı cami yapar” diye mi endişelenmişlerdi? Eğer iktidarı kaybedeceklerini hissettilerse, başka konularda da (muhakkak Ayasofya'dan önemli konular vardı) böyle sahtekarlıklar yapmışlar mıydı? Bugüne dek ortaya çıkarılmış bir sahte belge hatırlamıyorum. Hatırlayan varsa beri gelsin. 



İbadete kapalı mı? 
İslami geleneğe göre fethedilen bir yerin merkez ibadethanesi camiye dönüştürülmediği sürece fetih tamamlanmış sayılmıyor. 1453 ile 1934 arasındaki 481 yıl bu çevreleri tatmin etmemiş görünüyor. Halbuki, II. Selim zamanında eklenmiş olan Hünkar Mahfili, 8 Ağustos 1980 tarihinde ibadete ve Kuran kıraatına açılmıştı. Bu durum sadece 12 Eylül döneminin Kültür Bakanı Cihat Baban tarafından kısa süre engellenmiş, ancak gelen tepkilerden dolayı mahfilin kapatıldığına dair kararname çıkartılmamış, sadece girişine tadilat yapıldığına dair bir tabela konması ile yetinilmişti. Daha sonra yönetim sivilleşince, Yıldırım Akbulut iktidarında, 10 Şubat 1991'de bu bölüm tekrar ibadete açıldı. Hala da açık. Dolayısıyla Ayasofya tam bize yaraşır biçimde hem ‘laik’ hem de ‘dini’ bir mekan. 

Sözü bağlarsak; Eğer Ayasofya'yı asli fonksiyonuna döndürmek gerekiyorsa, yaklaşık 900 yıl boyunca olduğu gibi kilise olması doğru görünüyor. Ama mesele asli fonksiyonuna döndürmek değil elbette. Mesele Müslümanların ibadet ihtiyacını karşılamak da değil, çünkü bölgede cami sıkıntısı yok çok şükür. Hatta Başbakan Erdoğan bir aralar “önce Süleymaniye Camii'ni doldurun sonra Ayasofya'nın cami olmasını konuşuruz” mealinde konuşmuştu. Dolayısıyla müze olarak kalması en doğrusu. 

Konunun ‘Türk-İslam’ zihniyet haritasının sorunlu bölgelerinden biri olmaya devam etmesinin nedeni açık. Bir türlü tatmin olmayan fetihçi ruhla karşı karşıyayız. Nasıl ki, Kıbrıs'ı, Musul’u ve Kerkük’ü almak bazıları için ‘Misak-ı Millî’ davası ise, Ayasofya’yı İslami ibadete açmak da bazıları için bir çeşit ‘Misak-ı Dinî’ davası. Muhtemelen şehri her yıl 29 Mayıslarda fethetmek ihtiyacı duymamız da bununla ilintili. Buna karşılık Batı dünyasında Ayasofya’nın tekrar kilise olması için çalışanlar var ki, bu da şehri manevi olarak geri alma çabası olarak yorumlanabilir. Ayasofya ise, bütün bilgeliği ile bu anlamsız siyasi tartışmaların geride kalacağı günleri bekliyor… 

Özet Kaynakça: Ahmet Akgündüz, Said Öztürk ve Yaşar Baş, Üç Devirde Bir Mabed, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1994, Erdem Yücel, “Belgelerin Işığı Altında Ayasofya’nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1992 S.78, s.183-222; Semavi Eyice, “Ayasofya”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. IV, 1991, s. 206–210; W. E. Klenbauer, A. White, H. Matthews, Ayasofya, Çeviren: Handan Cingi, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2004; 600 Yıllık Ayasofya Görünümleri ve Fossati Restorasyonu 1847–49, T.C Kültür Bakanlıgı ve Anıtlar Müzeler Genel Müdürlüğü Yayını, 2001, Erkin Akan, “Cumhuriyet Döneminde Ayasofya”, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'nde kabul edilmiş master tezi, 2008.

 

Ayşe HÜR

Radikal, 11.05.2014

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.