|
hurkus
|
Sabahleyin evden çıkıyorum. Erken gelmiş bir yazın kokularla dolu ılıklığı karşılıyor beni. Ihlamurlarla iğdelerin tatlı rayihalarına karışan keskin çimen kokusuyla içimdeki neşe daha köpürüyor. Küçük bir keçi yavrusu gibi seke seke yürümemek için zorlukla zapt ediyorum kendimi. Bir ıslık tutturuyorum. Hayaller kuruyorum. Toskana’nın sarı yeşil vadilerinden birindeki küçük bir köyün kıyısına yerleşmiş taş bir ev, serin bir veranda, manolya ağaçları, bir şişe üzüm rengi beyaz şarap, taze köy ekmekleri, ışıl ışıl zeytinler, iri limonlar, İtalya’da bulunmanın hatırına Paganini’nin Kaprisleri… Bol keten gömlekler. Kalın gövdeli çınarlara bağlanmış iki kişilik geniş bir hamak. Yol boyu gülümseyip şarkılar mırıldanarak gazeteye geliyorum. Ve, başka bir hayatın içine giriyorum. Renkler kayboluyor, kokular kayboluyor. Birer birer haberler gelmeye başlıyor. Tuhaf haberler. Hayatla ilgisi olmayan haberler bunlar. Kül rengi sanal bir dünyanın içinde yaşamaya koyuluyorum. Demokrasiden nefret eden, parlamentoya meydan okuyan, halkın iradesini hiçe sayan yargıçlar. Onları destekleyen başka yargıçlar. Üniversite hocaları. Hayatın akışını kesintiye uğratmak isteyen bir kalabalık güruh. Doğallığa tahammül edemeyen bir zümre. Bu toprakların kötü bir mahsulü olan bir zihniyet. Kendiliğinden olan her şeye müdahale etmek isteyen, her şeyi kendi denetimine almaya çalışan, hayatla bağları çoktan kopmuş bir insan türü. Uzun zamandan beri bu toplumun kendi doğallığı içinde gelişmesine izin vermemiş bir zorbalık. Halkı, kendi kafalarındaki bir “mükemmeliyet” tasavvurunun içine hapsetmeye çalışan bir kibir. Ve, insanların hayatla ilgili her talebinin bu “mükemmeliyetle” çatıştığına inanan bir kendini beğenmişlik. Arka arkaya yapılan darbeler. Halka “sen bunu isteyemezsin,” “sen böyle giyinemezsin,” sen böyle düşünemezsin”, “sen bunu söyleyemezsin” uyarıları. Yatağından saptırılmış bir nehir gibi cılızlaşan, bereketini kaybeden bir hayat. 1960… 1971… 1980… Bunlar darbeler… Bir de “postmodern” olanları ve muhtıralarla gelenleri var. Her seferinde durup, bulunduğumuz noktadan geriye giderek bir daha başlıyoruz. Hatalarıyla, yanlışlıklarıyla, zikzaklarıyla ama doğal olarak, ama kendiliğinden ve gittikçe gürbüzleşerek akacak bir hayat her darbeyle biraz daha yapaylaşıyor. Hep bir yere çarpıp duruyoruz. Yeniden hız toplamamız gerekiyor. Sonra yeniden çarpıyoruz. Şimdi bir kere daha önümüze duvarlar dikmeye uğraşıyorlar. Hayatın akışını bir kez daha durdurmak arzusundalar. Ama sıkıldık. Şöyle rahatça, serazat, keyfimizce, bağrışıp çağrışarak, tartışarak, dalga geçerek, kavgalar edip barışarak, zenginleşip, özgürleşerek diğer insanlar gibi yaşamak istiyoruz. Biraz nefes almaya ihtiyacımız var. Hayatın gerçek zevkleri ve dertleriyle uğraşmaya… Yeter artık bu kocaman, yapay sorunların ağırlığı altında ezildiğimiz, zihnimizde kişisel hayatımıza yeterince zaman ayıramadığımız. Şu erken yazın tadını çıkarabilmeliyiz. Sabahları ıslıklar çalmalıyız. Hayaller kurmalıyız. Şöyle güzel bir taş ev. Göz alabildiğine bağlar, bal rengi olgun üzüm salkımları, sıcacık köy ekmekleri, üstünde nane yaprakları yüzen serin limonata sürahileri, uzun ve “zevkli” öğledensonra uykuları, geceleri bir asma çardağının altında mahrem konuşmalar, gülüşmeler, karanlık bahçede yürüyüşler, yaprakların arasından süzülen ayışıkları, çimenlerin üstüne atılan gömlek… Yaşamak… Hayal kurmak… Küçücük bir dal parçası gibi kendini hayatın akıntısına bırakıvermek. Bizden hayatlarımızı çalıyorlar… Ama en çok hayallerimizi çalmalarına kızıyorum. Onların tuhaflıklarıyla uğraşmaktan hayal kurmaya bile vakit kalmıyor çünkü. Hâlbuki harikulade bir erken yaz… Ve, hayal kurmanın tam vakti.
Ahmet Altan Taraf Gazetesi 25.05.2008
|