ForumYeni kitaplar  Yeni Konu 

Bize modern Türkün tarifini yap Vivet

05 Temmuz 2009

hurkus

Vivet Kanetti Bana modern Türkün tarifini yapabilir misin Kaan? adlı son romanını anlattı: Lakerda yeme hakkına sadece içki içen mi sahip, bu hale mi geldik. “Muhafazakârlığın sonu yok” diyor Kanetti: “En uygar usulü ben bilirim, ben daha yüksek bir yere aitim iddiasındakiler bana göre zekâ yoksunudur.” “Türkiye’de romana bakış, Avrupa’ya bakış gibi kompleksli ve tutuk. Bazı eleştirmenlere kalsa, Proust bile romancı sayılmaz” 

AYÇA ÖRER röportajı - Taraf - 05.07.2009

Bize modern Türkün tarifini yapabilir misiniz Vivet Kanetti?
Yapabilseydim kitabı yazmaya gerek kalmazdı. Türk insanını pek meşgul eden bir konu etrafında dönmeye çalıştım. Modern miyiz ve yeterince mi, en modern olan nasıl görünür, neler yapar, neler yer; görüntü modernliği anlatmaya yeterli mi, bunlar kurcalıyor kafamızı, çevre aidiyetimiz ne olursa olsun... Kompleksimiz ve özlemimiz, bazen de hiddetimiz oluyor modernlik. Bir oturmamışlık da atfedilebilir duruma ve bu oturmamışlık da heyecan verici bir şeyler var. Naif ve heyecan verici.

Kitapta Türkiye’de beklenti haline gelmiş Avrupa Birliği’nden yola çıkmışsınız, sizin miladınız burada. Ama Türkiye’deki modernleşme isteği AB’yle sınırlı değil...
Tabii, ciddiyetle, muhtemelen heyecanla vals ve polka bestelemeye oturmuş Osmanlı sultanlarını unutmamalı.... Zirve olarak, ressam şehzade ve son halife Abdülmecit’in Harem’de Goethe, Harem’de Beethoven gibi resimleri var. Kütüphaneler dolusu kitabın anlatmaya çalıştığı “durumu” hemen veriyor o resimler. Üzerlerine çok yazıldı ama bildiğim kadarıyla şunun üzerinde durulmadı: Kimi eserlerin iki adı var... Biri Avrupaî bir, biri değil. Ki Avrupaî isim Harem’de Beethoven’da dahi ikililik söz konusu. Ama öteki isim iyice farklı... Galiba bir Divan şiiri mısraı gibi. Bir resme iki farklı isim verme ihtiyacı ne tuhaf! Bu iki ayrı isimden, hangisi daha hakiki, daha samimi? Belki her ikisi. Baş döndürücü olan da bu. Resme verilen isimlerden birinin, hakiki benliği, diğerinin sadece ezik bir özentiyi ifade ettiğini kabul eden yaklaşımı kendi hesabıma sığ bulurum. Ben romanda “Bugünün içinden, körpe bir dil ve hızla yaklaşabilir miyim, uçan bir roman çıkarabilir miyim” diye yola çıktım. Derdimizle dalga da geçebilen, belki biraz ototerapi yöntemi olarak... Vatandaş ve gazeteci kimliğimle bu derdi çok ciddiye alsam da..

İnternette insanların girdiği forumların dilini almışsınız...
Bu yapıyı kullanmamda, bugün içinden bakma gayretimin etkisi büyük. Bu denli muazzam bir teknolojik devrimin edebiyata etkisi ne olabilir diye yıllardır düşünüyordum. AB meselesini romana nasıl sokacaksın? Gazetecilerin, akademisyenlerin kullandığı mantığı ve dili kullanmak hiç olmaz.... İnternet forumu yapısı henüz girilmemiş bir bahçeydi, oraya daldım...

Hangi forumları izlediniz?
Entelektüel iddiası önde olmayan forumları tercih ettim. İnternet ortamına has yaratıcılığı en rafine edilmemiş haliyle yakalamak için. Örneğin yarışmalar ve BBG’lerle ilgili forumlar... Onları aylarca, yıllarca takip ettim. Hep gölgede, hep dikizci olarak. Herhangi bir foruma katılma, orada bir diyalog kurma arzum beni bir kez dahi yoklamış değil, buna inanın... Öyle bir formatta yazma kararlılığıyla disiplinini belki bu arzusuzluğa, ömrümde bir kez bile chatleşmemiş olmaya borçluyum. Sonra, günlük formatında şiddet olayların bastırmasıyla kitap daha sert bir havaya girdi ve gazete haberlerinin yorumcularını izlemeye başladım... Aralarında en tafralı gazetecilerden kat kat daha esprili ve yaratıcı olanlar da var... Kafayı tamamen sıyırmışlar da... Türkiye’de en otosansürsüz ifade internette, bu önemsediğim bir nokta.... Kimi rumuzlar ve tepkiler, gerçek sanal hayattan alınma. Mesela Hrant Dink’in ölümü üzerine gelen tepkilerin hemen hepsi öyle. Bu bilinsin isterim. Diğer olaylarda her şey hem gerçek, yani “ready made”, hem sanal ve hangisi daha önde, nereye kadarı bana ait, bunlar belli olmasın istedim.

İnternet sayesinde isteyenin yazar olma durumu da söz konusu...
Herkesin çok az okur ve çokça yazar olduğu bir dönemdeyiz. Uzun vadede, bildiğimiz kitaplar ve yazarlar dünyasının bundan sarsılmayacağını düşünemiyorum. Yazı artık eski Olympos’unda değil ve oturduğu klasik koltuk da sallantıda. Etraf görünmez ve anonim rakiplerle kaynıyor. Şu karşıdaki apartmanlara bakın... Onlarca, yüzlerce pencerenin ardında şu an, bilgisayarı başında internete girip yazarlık yapan birileri var, adı sanı belli romancılar gibi, günün 8- 10 saatini yazarak geçiriyorlar. 10 saat yazıyorlar ya, bu beni çok çarpıyor. Klasik yazar rolünü pek sevmiş olanlar için, artık ufaktan iktidarı paylaşmak söz konusu. Bunu tahayyül etmek kimileri için kâbus olmalı. Birbirini tanımayan kişilerce yaratılan ortak bir ruha, bir ambiansa tanık oluyoruz bazen internet iletişiminde. Bu ortak ruh kimi zaman müthiş bir yaşam enerjisiyle, mizahla ve hazla, kimi zaman büyük bir ölüm enerjisiyle yüklü.

Kitapta da bu şiddet seziliyor...
Kitap çoğunlukla günlük formatında, 11 Haziran, 19 Ocak diye gidiyor ama yıl belirtilmiyor, olaylardan çıkartmak gerek yılı, fakat birçok haziran ve birçok ocak var. Demek uzun bir süreç... Ve bu süreçte çok kahredici olaylar da oldu. O ortamda kalkıp birinin durmadan “Ben İstanbul’a gidip birini vuracağım” dediğini de biliyoruz. Bu oldu. Resmî kayıtlara geçti. Buna toplum olarak tanığız.

Yazarlar ve şairlerden de el almışsınız...
Sevdiğim tüm şairlerle yazarlar yok kitapta ama, muhabbet olanak sağladığında kimileri kendi sesleri ve nefesleriyle araya giriyor. Bu kadar “modern” bir dil ortamında şair ve sanatçı seslerinin hâlâ ne kadar güncel ve taze durduğunu görmekten haz alıyorum, bunu paylaşmak istedim. Çok az okuyup çok yazan gençlerle, çok okumuş ve okuduklarına kıyasla pek az yazmış şairleri biraraya getirip chatleştirdim. İdeal forumum bu belki benim.

Türkiye AB’yi çok mu ciddiye alıyor?
Haklısın, Türkiye’nin AB’yle macerası sadece siyasilerin, diplomatların, bürokratların meselesi değil, gündelik hayata ve internete nüfus etmiş bir konu. Kızdığı tamirciye, “Herkes AB’ye girecek Hasan Usta, sen hariç” diyen kadınlar var.

“Mahalle farkları”nı da kitaptaki yarışmayla izliyoruz. Mesela türbanlı Hatice...
Yarışmadaki kişileri dolaylı tanıyoruz. Yani başkalarının anlatımıyla, farklı önyargılar ve izlenimleri... Bazen bu izlenimler çelişiyor. Kesin olan tek şey herkesin sanılandan daha farklı olduğu... Doktor hanım, tarih meraklısı şoför, pastacı, İstanbul rehberi yarışmacı.... Hatice özel hayatında türbanlı ama üniversiteye peruk takarak giden bir mimarlık öğrencisi. Peruklu katılmayı kendi seçmiş. Zamanla balıkçı yarışmacı Alaaatin’le lakerdada uzmanlaşıyor ve Boğaz kıyısındaki lokantalara lakerda satmaya başlıyorlar.

O da ironik. İçki içilen lokantalara lakerda yapan bir türbanlı...
Valla hiç düşünmedim. Lakerdayı sadece içki içenler mi yeme hakkına sahip? Bu da ilginç. İçki içmeyenler palamutu tuza yatıramazlar mı evde? Demek bu hale geldik, her şeyin sekiz ayrı gizli mesajı varmış gibi geliyor. Yemin ediyorum ilk kez düşündüm ve korktum. Niye korktum, çünkü Türkiye’de kimin, neye, ne zaman alınacağı belli olmaz. Çocuklar lakerda yemiyor mu? Ve hiçbir çocuk, anası banası kafayı sıyırmamışşa içki içmez... Paris’teki mitik restoran Maxim’s hakkında bir şey okumuştum. Onassis’lerin Callas’ların müdavimi olduğu restoran müşteri kaybediyor, demode bir hale bürünüyor... Panik halde yeni bir müdür tayin ediliyor müesseseye. Bir gün zengin bir Teksaslı geliyor. Mönüden fiyakalı bir Fransız yemeği seçiyor. Metrdotel beğeniyle onaylıyor bu seçimi ve “Hangi şarabı istersiniz?” diye soruyor. “Coca Cola içeceğim” diyor Teksaslı. Bir sessizlik. Fransız metrdotel iğrenerek yüzünü buruşturup, titrek bir ses ve öğretmen tınısıyla savuruyor: “Bu yemekle Cola içilmez Mösyö!” Yeni müdür o an araya giriyor ve diyor ki, “Cola’nız hemen geliyor Bayım”. Sonuç: Maxims’in mitik metrdoteli önlüğünü çıkarıp istifa eder, Teksaslı müşteri kalır ve ardından yepyeni bir taze kan gelir. Yani her zaman bizimkinden farklı damakların yiyebileceği lakerdayı hayal edebilmek lazım.

Muhafazakârlığın da sonu yok, doğru...
Öyle güzel söyledin ki, muhafazakârlığın sonu yok. Birinin yukarıdan bir edayla, “Ben bilirim, ben temsil ederim” havası çekmesi, muhatabından yüksek yerlere ait olduğunu iddia ve ima etmesi, hemen derin bir antipati uyandırır bende. Bu kadar büyük, geniş ve çeşitli bir dünyada, tek gerçeğe senin sahip olduğunu sanmak... Daha zavallı bir şey olabilir mi? Kendinden menkul teoriler; çağdaş sanat fundamentalizmlerin panzehiri de, klasik Batı müziği çok sesliliğiyle topluma hoşgörüyü ve çok sesliliği getirirmiş de...Bütün atışlar serbest bizde. Bu iddialarda en ufak bir gerçeklik kırıntısı olsaydı, önce Almanya, Berlin tam çağdaş kültür bahçesiyken ve ordusu tepeden tırnağa melomanken hiç Nazizme geçit verir miydi?

"Benzeyerek yaranma çabası insanı parçalar"

Sizin hikâyenizde de “Avrupaî” algılanmakla ilgili bir sorun var. Yazılarınızı Emine ismiyle yazmaya başlamıştınız...
Ben bu toplumun beni Avrupaî değil de, kendisinden bir miktar farklı algıladığını, tam kendisi gibi görmediğini hissettim.

“Tam” nasıl olunuyor acaba?
“Tam” olunabilir mi bu dünyada? Mükemmel “puzzle”lardan daha küçük parçalardan oluşuyor insan. Yakın çevremde de bazen hissetmişimdir biraz farklı algılandığımı. Türk toplumu o tarafıyla direkttir, dümdüz hissettirir. Gençken “Ben de sizdenim” deme, kucaklanma, çocuklar gibi kendini kanıtlama ihtiyacı var. Yalnız kalabilmenin tadına varabilmek çok sonra... Bir de şu var, birileri seni farklı görmeye, yukarıdan bakmaya karar vermişse, ne yapsan artık yaranamazsın. Yaranmaya ve iknaya çalışman çözer ve parçalar, o kadar. Acaba bu nedenle mi 18 yıl sonra, Vivet Kanetti’ye döndüm? İlk başta, kendimi yabancı yazarlar rafında bulmak istemiyordum. Kimlik değiştirme isteğinin bütün manasını insan belki bulmaya da çalışmamalı... Eskiden Çin sanatçıları, hattat ve şairler onlarca adla dolaşırdı. İsim değiştirmenin bir özgürlük, arayış olduğu kesin. Favorim 33 isimli Daoji’dir. Onu Turuncu Kayık adlı kitabıma konuk etmiştim. Bir ismi de Keşiş Acı Kabak. Acı kabak, bir tencerede başka sebzelerle piştiğinde acılığını bulaştırmaz.

Çevirisini yaptığınız Onca Yoksulluk Varken kitabının yazarı Romain Gary’nin de Emile Ajar ismiyle yazdığı sonradan ortaya çıkmıştı...
Evet de, o intihar etti. Başıma gelmez umarım.

"Marquez Türkiye’de çevrildiğinden bihaberdi"

Unutulmaz Pıtırcık serisini de siz çevirdiniz...

Çocukluktan tam çıkmamış sayılabileceğim bir yaşta seçip çevirdim o diziyi. İnce şeylere duyarlı şair Ülkü Tamer’in büyük katkısı vardır Pıtırcıkların ilk Cem yayınlarından çıkmasında, kimi takma isimlerin seçiminde. Birçok nesil Pıtırcık’la büyüdü, bu bana özel bir mutluluk verir. Yazarı Goscinny’yi tanımadım ama dizinin çizeri Sempé’yle Paris’te bir kahvede karşılaştık. Türkiye’de pek çok Pıtırcık fan’ı olduğunu söylediğimde ağzı açık kaldı. O dönem yazarlar hiç bilmezdi Türkçe’de basıldıklarını. Marquez’le Cannes’da röportaj yapmış, “Türkiye’deki sükseniz büyük, kitaplarınız kapışılıyor” demiştim “Hadi ya! Bir tanesini bile görmedim” diye terslenmişti. Türkiye’nin dünyaya kapalı dönemiydi...

"Türkiye’deki eleştirmenlere kalsa Proust romancı değil"

Gazetecilik ne ara başladı?

Yazmak için bir şeyler yaşamak ve görmek lazım diye düşündüm. Gazetecilik çok şey görmeye uygun gibi geldi. Bugün inancım o değil. Tek bir köşeyi on yıl süpürürsen, on yıl sonra da gayet değişik bir edebiyat çıkarabilirsin.. O kadar formülü olmayan bir alan ki bu... Türkiye’de romana yaklaşım Avrupa’ya yaklaşımımıza paralel, kompleksli ve tutuk. Nurullah Ataç antenleri açık eşsiz bir zekâ ve duyarlılıktı ama sonra Türkiye ne eleştirmenler gördü!. Kireçleşmiş önyargılarla insanların önüne duvarlar ördüler. “Roman dediğin öyle ha deyince yazılmaaaaz, romancı başından geçenleri anlatmaaaaz!” Elin adamı nezle olsa yazıyor, çok da iyi ediyor. Bunlara kalsa Thomas Bernhard, Proust romancı bile değildi. Oysa bizim Vüs’at O. Bener’imiz vardır, hakkı gereğince verilmemiş, O kalıplaşmış kafaların taze bir soluğu hissedebilmeleri mümkün olabilir mi?

Özlem Gürses ve Ayşe Böhürler’le 3 Yüz programına başladınız. Birbirlerine “öteki” görünen kadınlar nasıl anlaşıyor?
Kanal 1’de çalışan Özlem Gürses’in fikriydi. O bana, ben Ayşe’ye gittim. Her sabah, haftada beş gün, 2,5 ay sürdü. Programın hâmileri Didem Ciner ve Kenan Tekdağ’dı. Bize güvenip özgür bıraktılar. Her gün e-mailler yağdı kutumuza dünyadan, “Özlediğimiz Türkiye bu. Farklı gibi gözüken üç insanın birbiriyle gerilimsiz konuşabilmesi, şakalaşıp, birlikte düşünebilmesi” dediler. Birini öteki olarak algılamak için kendinle ilgili epeyce sabit bir fikre sahip olmalısınız. Bende sabitlik fikri yok ve öteki/berikilik kavramı bana yabancı.


Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0