'77 katliamından solcular sorumlu' - Ertan Altan

02 Mayıs 2012 16:43  

 

'77 katliamından solcular sorumlu' - Ertan Altan

34 kişinin öldüğü 1 Mayıs 1977 olayları, o gün meydanda olan Halil Berktay’a göre, birbiriyle çatışan solcuların marifeti

1Mayıs 1977 yılında Taksim Meydanı’nda tam olarak ne olduğu yıllardır tartışılıyor. Genel inanış, bugün adı The Marmara olan otelin pencerelerinden ve Sular İdaresi’nin çatısından derin devletin keskin nişancılarının kitleye ateş açtığı ve insanların birbirini ezdiği yönünde. Sonuç; ortaya çıkan panikte üçü kurşunla diğerleriyse ezilerek hayatını kaybeden 34 kişi. O gün Taksim Meydanı’nda yaşananlara çok yakından tanıklık eden Tarihçi-yazar Halil Berktay’a göre, ortada ne kanlı bir derin devlet komplosu ne de etrafa gizlenmiş keskin nişancılar vardı. Sol, kendi rezilliğinden bir mağduriyet efsanesi çıkardı.

1 Mayıs 1977’ye gelmeden önce solda nasıl bir hava hâkimdi?

Bugün kimsenin yüzleşmek istemediği derecede, bugünden geriye bakanların tasavvur edemeyeceği derecede bağnaz, fanatik, kendi grubunun ideolojik çizgisinden milimetrik de olsa sapan her görüşü düşman belleyen, emperyalizme, burjuvaziye, CIA’ye vb. hizmet olarak gören bir politik katılık söz konusuydu. Sol, her biri böyle düşünen ve davranan elli küsur fraksiyona bölünmüştü. Bu genel parçalanma ve fanatizm ortamında birkaçı diğerlerinden hayli daha büyüktü. Biri, o zaman tamamen Sovyet çizgisinde olan TKP’ydi. Dev-Yol’un tabanı belki daha büyüktü ama dağınıktı; buna karşılık TKP, DİSK ve diğer sendikalarda çok daha yoğun bir güce sahipti. Bu yüzden, soldaki en büyük güçtü demek yanlış olmaz. Onların tam karşısında ise, benim o zaman (ve 1980’lerin ikinci yarısına kadar) mensup olduğum Aydınlık hareketinin de içinde yer aldığı, genellikle Maocu diye nitelenen bir kamp vardı. Bu kamp da (bizim gibi) “ÇKP yanlıları” ve (Halkın Kurtuluşu ve Halkın Yolu gibi) “Arnavutluk yanlıları”nı içeriyordu. Biz görece küçük ve zayıftık. Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu veya TİKKO gibi gruplar ise sol içi çatışmaları fiziksel şiddete taşımak noktasında inatçı ve kalabalıktılar.

Esas gerginlik konusu neydi?

Hemen hiç kimse barışçı ve demokratik değildi; hemen herkes dogmatikti; hemen herkes, sosyalizmin dünya çapındaki ideolojik parçalanmalarını Türkiye’ye taşımaya, bu çerçevede kendine bir yer ve konum bulmaya çalışıyordu; herkes daha şimdiden bir alanda, bir çerçevede, küçük bir çöplükte iktidar olmaya uğraşıyordu. 1976’da Taksim’de ilk ve çok kalabalık bir 1 Mayıs mitingi yapılmış; kutlama TKP’nin egemenliğindeki DİSK’in kontrolünde gerçekleşmişti. Tabii bu, bir yönüyle başka herkes için bir haset ve kıskançlık konusuydu; ayaklar altına alınıp üzerinde tepinilmesi gereken bir hedefti. Buna karşılık TKP için, korunması gereken bir kale, bir egemenlik simgesiydi. Bu yüzden, 1 Mayıs 1977’ye giderken rakip taraflar arasındaki gerginlik tırmanmıştı. TKP ve DİSK’in tavrı, başka hiçbir siyasi eğilimi kendi örgüt pankartı ve flamasıyla Taksim’e sokmama yönündeydi. “Goşist” ve özellikle de “Maocu bozkurt” dedikleri grupları sokmama konusunda kararlıydılar. Buna karşı özellikle Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu ve TİKKO gibi gruplar, “10 bin ölü versek bile gireceğiz ve Taksim Meydanı’nı revizyonistlere bırakmayacağız” diyorlardı.

Sizin konumunuz neydi?

1 Mayıs 1977’ye bir iki hafta kala Aydınlık hareketi “inatlaşmayacağız; ayrı bir grup olarak, kendi ideo-politik kimliğimizin pankart ve sloganlarıyla değil, bulunduğumuz taban örgütleriyle birlikte alana gireceğiz” şeklinde bir karar aldı. Bu, işin çok sarpa sardığını sezmekten kaynaklanan bir taktik geri çekilişti. Ama o zamanki Aydınlık hareketini günahsız kılmaya yeter mi, çok şüpheliyim. Çünkü biz o zaman solun ideolojik düşmanlaşmasına zaten çok katkıda bulunmuştuk.

Siz hangi kortejdeydiniz?

Sanırım Beşiktaş’tan bir sendikanın kortejine katılmıştım ve onunla miting alanına girdim. Beşiktaş’tan Taksim’e doğru yürüyordum. Kortej muazzam kalabalık nedeniyle çok yavaş ilerliyordu. Ancak öğleden sonra meydana girdik. Çok gergin bir ortam vardı. Adeta herkes birbirine bakıp nerede olay olacak diye bekliyordu.

Sol gruplar birbirlerinden mi, devletten mi bir şey bekliyordu?

Bunu tartmak çok zor. İnsanlar bunu kafalarında net bir şekilde ayırıyor muydu, ondan da emin değilim. Ama pek çok kişinin, kazasız belasız bitse de buradan gitsek diye içinden geçirdiğini sanıyorum. Tabii, devletin ajanları sızmış olabilir. Önemli olan şu ki, solun izlediği politik çizgiler itibariyle onlara çok elverişli bir ortam vardı.

Olaylar nasıl başladı?

Taksim Meydanı’nda Sular İdaresi’yle Gezi Parkı’nın merdivenleri arasındaki bir noktadaydım. Birden bire Sular İdaresi tarafından ardı ardına silah sesleri gelmeye başladı. Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, TİKKO gibi gruplar o taraftan meydana girmeye çalışıyorlardı. Herhalde DİSK barikatına tosladılar, çatışma başladı. Birileri silahlarını ya hedef gözeterek ya da havaya ateşlemeye başladı.

Ne tarafa doğru ateş edildiğini görebildiniz mi?

Hayır, öyle belirli bir hedef falan olduğu kanısında da değilim. Meydandaki on binlerin üzerine direkt kurşun gelmedi (böyle bir kasıt ve girişim olsaydı, o tıklım tıklım kalabalıkta kurşunlanmış yüzlerce ölü, binlerce yaralı olurdu). Zaten Sular İdaresinin arkası, meydanı düz çizgi üzerinden direkt olarak görebilen bir yer değildi. Önemli olan şu; silah sesleri duyulduğu andan itibaren muazzam bir panik başladı. Zaten bu bekleniyordu. Yüz binlik kitle, başsız, hedefsiz, şuursuz bir sürüye dönüştü. Herkes Sular İdaresi tarafından mümkün olduğunca uzağa, Taksim Parkı’na ve meydandan aşağıya inen sokaklara bir sel gibi aktı. Ortaya çıkan kaosu size anlatamam. Herkes yere yatmıştı. Ben de yattım. Taksim Parkı’nın girişinde, kürsünün olduğu merdivenlere kadar olan 100-150 metrelik mesafeyi yerde, dizlerimin ve kollarımın üzerinde başımı yerden kaldırmadan sürünerek kat ettim.

Ateş sürdü mü?

Hayır, öyle yoğun bir ateş yoktu. Üzerimden geçen kurşun vızıltısı yoktu. Ama herkeste, kalkarsak acaba üzerimize ateş açılır mı endişesi vardı. Sonunda kürsünün olduğu yere ulaştım. Orada 5-10 bin kişilik bir kalabalık yığılmıştı. Kalkmaya cesaret edip de merdivenlerden meydana baktığımda manzara şuydu: O görkemli gösteri, pankartlar, flamalar her şey gitmişti. Gezi Parkı’nın girişine yaklaşmaya çalışan bir kalabalık, meydanın dörtte birini belki kaplıyordu. Bir de meydandan aşağıya inen sokak, cadde ağızlarına yığılmış kalabalıklar görünüyordu.

Polis neredeydi? Polisin beyaz Anadol marka araçlardan ateş açtığı söylenir hep.

Meydanda yer yer açılmış olan boşlukta panzerler, beyaz Anadol’lar dolaşıyordu. Ama hiçbirinden ateş açıldığını görmedim. Öyle sürekli bir silah sesi filan da yoktu. Kanımca polis araçları da ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Adeta amaçsız bir şekilde geziniyorlardı. Bizler de, acı acı hatırlıyorum, kollarımız havada, “Kahrolsun faşizm” diye bağırıyorduk. Garip bir durumdu. Faşizm neredeydi, kimdi, nereden saldırıyordu? Yoktu böyle bir şey. Sürreel bir haldi. Ortada doğru dürüst polis bile yoktu zaten. Olan şuydu; ateş açılınca insanlar panik halinde koşmaya başladılar. Ölenlerin çok büyük bir kısmı panik içinde birbirlerini ezerek öldü. Kurşun yarasıyla ölenlere de o kurşunları kimin sıktığı hiç belli değildir.

Peki, The Marmara Oteli’nin pencerelerinden, Sular İdaresi’nin çatısından ateş eden kesin nişancılar...

Bu tamamen palavra, bir şehir efsanesi. Öyle bir şey olsaydı, o kalabalıkta yüzler ölür, binler yaralanır, çeşitli fraksiyonların hele liderlerinden az kişi sağ kalırdı.

Peki, bu palavraların kaynağı nedir?

Menkıbeler nasıl oluşur; insanlar kendi yaşamadıkları şeyleri vallahi de billahi de diyerek nasıl ballandıra ballandıra anlatmaya başlarlar, bunu mesleğim itibariyle çok iyi bilmek durumundayım. Önce bir şok ve sonra mazeret bulma, felaketi başkalarının sırtına atma çabası... Ben o zaman Teşvikiye taraflarında oturuyordum. O gece bize yakın belki on ev dolaştım, “anti-revizyonist” süper-solcuların kaldığı. Her yerde muazzam kederli bir sessizlik hüküm sürüyordu. “Yaptığınızı beğendiniz mi, ne oldu şimdi” diye sorduğumda herkes önüne bakıp susuyordu.

O zaman herkes ne olduğunun farkındaydı...

Herkes farkındaydı. Devletin sola yapamayacağı bir şeyi sol kendi kendisine yapmış, ortaya bir fecaat çıkmıştı. Daha sonraki yıllar içinde bir sürü palavra atıldı. 35 yıl boyunca, davulcunun şahidi zurnacıdır misali, bu palavralar gerçek kabul edildi. O günlerde daha doğmamış olanlar geçip karşıma keskin nişancılardan bahsetmeye başladı. Sol, kendi yaptığı rezillikten bir mağduriyet efsanesi yarattı.

Taraf

Son Güncelleme Tarihi: 02 Mayıs 2012 23:26

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0