ForumYitirdiklerimiz Bize Bakıyor!  Yeni Konu 

Birand - Tuncer Köseoğlu

20 Ocak 2013

hurkus

Birand - Tuncer Köseoğlu

Ne güzel başlık ne güzel bir yazıydı öyle... İnsanı içine alan ve derinden sarsan. Doğan Akın’ın Taraf ’ta 3 ocakta “Yavaşlayamazsan anlayamazsın” başlığıyla yazdığı yazıyı anımsattı bana dün yaşananlar.

Lodosu oldum olası sevmem, ruhumda fırtınalar yaratır. Yine öyle fırtınalı bir günde gazeteye geldim. Günlük gazeteleri okurken bir arkadaş Mehmet Ali Birand öldü dedi... Her ölüm erken ölümdür ya yine de yakıştıramamıştım bu güzel adama ölümü; daha dün demincek o en sevimli hâliyle haberleri sunan koca bir çınarın sonsuzluğa gittiğini düşünmek bile sarstı beni. İnsanın aklı almıyordu işte. Sonra Twitter’a baktım. Birand ölmüş, cenazesi bile kılınmak üzereydi. O kadar ani olmuştu ki her şey, büyük ustanın cenazesine bile gidemedim diye kahrettim kendime. Birand’ın kendi çalıştığı grup da dâhil büyük gazetelerin haber sitelerinde, gazetecilik duayeninin öldüğü haberi yazılmıştı. Tanıyan tanımayan hiç kimsenin yakıştıramadığı bir ölümdü bu. İnsanı üzüntüye boğan...

Maillerimi açtığımda şimdiye kadar ne işe yaradığını bilmediğim Basın Konseyi’nden bir mail vardı: “Üyelerimizden Kanal D Haber Grup Başkanı Mehmet Ali Birand’ın vefatını üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz. Türk basını büyük bir habercisini kaybetmiştir. Yakınlarına, çalışma arkadaşlarına ve tüm medya camiasına başsağlığı diliyoruz.” Bütün bunlar yarım saat bilemedin bir saat içinde oldu. Ahali usta gazetecinin yasını tutup, onunla ilgili görüşlerini sosyal medyada paylaşırken, Birand’ın oğlu bir açıklama yaptı. Babasının ölmediğini ve tedavi gördüğünü söyledi. Ardından Birand’ın tedavi gördüğü Amerikan Hastanesi, “usta gazetecinin tedavisinin sürdüğü” yönünde açıklama yapmak zorunda kaldı.

Dün sabah yaşadığım bu yarım saat, hayatı ne kadar hızlı ve bir o kadar da sıradan yaşadığımızı öğretti bana. Sadece kendi bencilliğimizde yaşayıp, geri kalan her şeyi umursamadan bir yerlere yetişebilmek, bir şeyleri “ilk söyleyen” olmanın dayanılmaz hafifliğine kaptırmış gidiyoruz. Her şeyi ilk söyleyen olmanın getirdiği vahşiliğin örttüğü de bu olsa gerek. Başka insanların ne düşündüğünü ne hissettiğini bilmeden, dikkate bile almadan teğet geçmek. İlişilmeden dokunulmadan yaşanan hayatların bize verdiği en büyük ceza bu belki de. Hızlı adımların hoyratlaştırdığı yaşam böyle bir şey olmalı. O kadar hızlıyız ki Birand biter başka bir konu çıkar önümüze eşeleyecek. Hızın büyüsüne kapılıp, yavaşlamayı unuttuk. Soluklanmayı. En önemlisi de anlamayı. Ne kendimizi anlamak için zaman vardır bu hızda ne de karşımızdakini...

Oysa Birand için söylenecek çok şey var. Bize modern anlamda gazetecilik yapmayı öğretti her şeyden önce. Bir haberle ilgili olarak iki tarafla da konuşmayı. Dünyayı ayağımıza getirirken bir ölçüde kendi kısırdöngümüzde yaşadığımızı da keşfettik. Bunu yaparken ekranda gaf yapmanın da güzel bir şey olduğunu öğrendik ondan. Kanıksadık... Daha da önemlisi her biri kendi çapında marka olan gazeteciler de yetiştirdi Birand.

Habercilik yaptığı için 28 Şubat’ın gadrine uğrayan Birand, hayatında çok şey görmüştür ama hasta yatağında kendisini erkenden sonsuzluğa gönderebilme “hızlılarının” zulmüne tanık olmamıştır. Amerikan Hastanesi’nde yaşamının son saatlerinde duysaydı eğer bu olup biteni eminim ilk önce muzipce güler, “ne yaptınız be çocuklar...” diyerek inceden sitem ederdi. Bu sitem de asla kırıcı olmazdı. Daha birkaç gün öncesine kadar televizyon ekranından “kimseye randevu vermeyin” diyerek, işinin başındaydı. Yıllar önce bana sorulan bir soru üzerine “Gazetecilik bir meslek değil, yaşam biçimidir” demiştim. Bunun en güzel örneği ise dün yaşama veda eden Mehmet Ali Birand oldu. Son nefesine kadar işinin başında olmayı bir meslek gereği olarak değil, yaşam biçimi olarak bizlere sunan büyük usta sayesinde cennet çok eğlenceli muzip bir adam kazandı...

tuncerkoseoglu@gmail.com
twitter@TncrK

Taraf

18.01.2013

20 Ocak 2013

hurkus

Yavaşlamazsan anlayamazsın - Doğan Akın

Kronolojik bir rastlantıdan mı ibaretiz?

Yılın en ıssız, yılbaşı gecesinden artakalan yorgunlukla bir kez daha uyutulan ilk gününde uyanmış bir soru...

Cevap, insanların büyük bir bölümünü parantezine alıyor, evet!

Dünya, Güneş etrafında kusursuz bir inatla dönerken sonsuz ve soyut zamanı işaretlemeye çabaladığımız takvim yapraklarında ne çok hikâye birbirine benziyor.

“Ne kadar çabuk geçti koca bir yıl” değil mi!

Peki, siz ne kadar hızlı geçiyorsunuz zamanın içinden?

“Smoke”u (Duman) izlemiş miydiniz? Wayne Vang’in şahane bir Noel finaliyle noktaladığı filmde Auggie (Harvey Keitel), Brooklyn’de bir tütün dükkânı işletmektedir. Brooklyn’deki bir çatışmanın serseri kurşunu işine gitmekte olan karısı Ellen’ı öldürdüğünden beri sesi soluğu kesilmiş yazar Paul de (William Hurt) bu dükkânın müdavimleri arasındadır.

Bir akşam Auggie tam kepengi indirirken Paul gelir koşarak; her gün uğrayıp aldığı sigarası bitmiştir. “Peki” der Auggie, kepengi açar, içeri girerler. Dükkânda Paul’ün daha önce gözüne takılan fotoğraf makinesinin sırrı da açılan biralar eşliğinde çözülecektir.

Auggie, kapakları kanat gibi açılan fotoğraf albümlerini gururla yığar Paul’ün önüne. Yaprakları hızla çevirirken gülümser Paul, zira dört bin fotoğrafın da kadrajı aynıdır! Auggie, yıllardır bu nedenle bir gün bile terk etmediği dükkânının önünden her sabah sekizde yanı başındaki meydanın fotoğrafını çekmiştir.

“Ama” der Paul, “bunların hepsi aynı!..”

Auggie itiraz eder:

“Hepsi aynı, ama her biri farklı bir güne ait! Dünya Güneş’in etrafında döner her gün, ve güneş ışığı her gün farklı bir açıdan vurur Dünya’ya. Biraz yavaşla.”

“Yavaşla, diyorsun ha” diye mırıldanır Paul. “Evet” diye karşılık verir Auggie, “yarın, yarın, yarın. Zaman biraz aheste ilerler. Yavaşlamazsan anlayamazsın dostum!”

Ve Paul yavaşlar. Yavaşlar ve albümde bu kez bir sabah işine giderken Auggie’nin kadrajına giren karısını fark eder; “Bu Ellen, canım sevgilim! Bak” der ve ağlamaya başlar.

Yanılıyorsunuz; zaman hızlı geçmez. Aslında geçmez de zaman. Geçen; doğup, büyüyüp, ölendir.

Freud’a göre hayat, ölüme ulaşma çabasıdır. Bu çabada hayat, ölüme kadar yavaş yavaş biriktirir insanı. Zamansız olanlar bir yana, tabiatın laneti değil, değişime gösterdiği sabrıdır ölüm. Hayat, programındaki son kayıt olan ölümle evrilir, dönüşür.

Ne hayat akıl dışı bir süreklilik vaadidir; ne akılla lanetlenmiş insan bir bakteri gibi dolaysız bir müdavimidir bu dünyanın.

Düşünün bakalım; hayatınız aptalca bir tutarlılıkla sözüm ona zamanı sayan takvim yaprakları gibi birbirinin kopyası bir hikâye, ardışık bir sersemlikten mi ibaret?

İhtiyar kız ve oğlan çocuğu yığınlarına bakın; aklın bağışladığı özgürlük ve yalnızlık korkusundan kaçan hayatların ölümün sabrını nasıl harcadıklarını göreceksiniz. Çılgınca anlamsız bir umutla kaçmaya çalıştıkları ölüme, henüz bedenleri hayattayken nasıl yakalandıklarını.

Aslında, hesap makinesine dönmüş akıllarıyla onların kâbusudur ölüm. Hiçbir zaman tüketemeyecekleri “şey”leri kazanmaya çalışanların kâbusu.

Hiçbir şey, iyi yaşanmış bir hayat kadar doğuramaz insanı.

Ferit Edgü, denemelerini topladığı kitabının kapağında sorar; şimdi saat kaç?

Yavaşlamazsan anlayamazsın!..


Twitter: @DOGANAKINT24

dakin@t24.com.tr

Taraf

03.01.2013

Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0