ForumYeni kitaplar  Yeni Konu 

Aidiyet sorununun kıskacında bir mekân: Kasaba

29 Ağustos 2010

hurkus

Aidiyet sorununun kıskacında bir mekân: Kasaba

Ferhat Uludere, son romanı Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba'da kırdan kente göç sonrası modernizmin tenhalaştırdığı bir sahil kasabasının çalkantılı ruhunu anlatıyor

HATİCE SEZGİN


Kent ile kasaba arasında büyütülen hayallerin, umutların, tutkuların kaynağı olan Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba tutunamayanların öyküsünü anlatıyor. Tek kurşunla şöhret olup ölen Ajan Şaban, denizkızlarının tuzağına düşen Balıkçı Süleyman, lanetlenen Feymece gibi sıra dışı karakterlerin bunalımı, fantastik canlıların kattığı büyüyle renklenerek bir kasabada yoğunlaşıyor. Uludere, kendini terk ettiği yerde bulan insanların kasabasına yaptığımız büyülü yolculukta bir gerçeğin altını çiziyor: Aidiyet sorunu!

Yazarlar aslında kendi yaşamlarını anlatırlar. Necip Fazıl Kısakürek Bir Adam Yaratmak'ta bunun tartışmasını çok iyi yapar. Siz Lüleburgaz'da yaşadınız, bir sahil kasabasında. Kitap sizi ve çevrenizdeki insanları ne kadar yansıtıyor? Oluşturduğunuz Feryat, Kel Tayfun gibi karakterler hayatın içinde ne kadar nefes alabiliyor?

19 yaşına kadar oradaydım. Önceki kitabım 1001 Fıçı Bira biraz fazla otobiyografik bir kitaptı. Ama Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba'daki Feryat'la birebir ilintili değilim. Karakterlerin bir kısmı gerçekten yaşamış insanlar. Kel Tayfun'un ikilemleri gerçektir mesela. Gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz bir tiptir. Bazılarının hikâyelerini ise değiştirerek yazdım. Yani hiçbir şekilde benden bağımsız değiller. Kitaptaki karakterlerin çoğunda ben varım. Çünkü şöyle düşünerek yazıyorum: Bu karakterin yerinde ben olsam nasıl davranırdım?

Kitapta en çok hangi karaktere kendinizi yakın hissediyorsunuz?

Feryat'a.

Feryat ile Hazan'ın yaşadığı bunalım kitabın merkezinde yer alıyor. Bir yanda küçük bir kasabada huzuru bulabileceğini düşünen Feryat, diğer tarafta ise dar kasabadan taşan büyük özlemlere sahip, hayallerini ancak kentte gerçekleştirebileceğine inanan Hazan. Adeta bir kördüğüme dönüşen aşkları, bireyleri aşan bir toplumsal sorunun dışavurumu sanki. Kasaba giderek tenhalaşıyor, kente gidenler ise yalnızlaşarak geçmiş yaşamlarına dönüş sancısı çekiyor. Bu yenik aşkın kırdan kente göçün trajik bir sonu olduğu tespiti ne kadar yerinde olur?

İlk gençlik yıllarımızda yüzleşmiştik bu sorunla, acısını yaşamıştık. Tek bir özlemimiz vardı; buradan kurtulalım. Neden kurtulmalıydık? Enerjimiz vardı, hayata bakışımız farklıydı, yapmak istediklerimiz vardı. Ben yazar olmak istiyordum bir arkadaşım heykeltıraş. Bu hayallerimizi gerçekleştirmek için büyük şehre gelmeliydik. Geldiğimizde ise bambaşka bir sorun ortaya çıkıyordu: Aidiyet sorunu! "Ben nereye aidim?" sorusu cevapsız kalıyordu. Hazan'la Feryat'ın sıkıntısı da bu. Birinin kasabayı terk edebilmesi, diğerinin ise edememesi. Feryat şehre gidip memnun kalmayan, kasabasına geri dönen biri. Hazan'la yaşadığı bunalımda bu toplumsal gerçeklik çok belirleyici tabii ki.

Hazan ile Feryat'ın kasaba-kent ikilemi etrafında dönen aşklarının sonuna bakarak ne söyleyebilirsiniz?

Kent kazanır, kent her zaman kazanır!

Kitaptaki karakterlerin büyük çoğunluğunun hayal kırıklıklarıyla, acılarla dolu bir yaşam öyküsü var. Roman boyunca ağırlığını hissettiren bu hüzün, kaynağını nereden alıyor?

Hüzün kasabanın gerçeği. Bu insanlar gerçekten çok çaresiz. Ajan Şaban'ın hikâyesi nispeten gerçektir. Bizim kasabamızda bir ağabeyimizin gidip İngiliz Kemal'i oynadığı söylenir, sonra geri dönmüş tabii. Herkes bir çıkış noktası arıyor kasabada. Orada mahalle takımında oynayan bir futbolcu, dünyanın en iyi futbolcusu olduğunu söyler. Ama bir türlü ailesini bırakıp gidememiştir şehre. Kasabada müzik yapan insanlar, aslında bu dünyanın en yetenekli müzisyeni zannederler kendilerini. Çünkü mukayese etme şansları yoktur kendilerini başka insanlarla. Çok yakın bir arkadaşım kasabanın tüm barlarında müzik yapmıştı. Haklı bir şöhreti vardı. Ama İstanbul'da aynı ilgiyi görmedi. Sonra kasabadaki şöhreti tercih etti. Onların büyük hayalleri var ama gerçekleştiremiyorlar. Arzularının karşılığını kasabada bulamadıkları için umutsuzlar.

Romandaki kadın imajı, oldukça dikkat çekici. Balıkçıları tuzağına düşüren denizkızı, uğruna kan dökülen Feymece, Feryat'ı perişan eden Hazan... Kadın karakterlerin birçoğu erkeği büyüleyen, peşinden sürükleyen bir çıkmaz adeta. Neden?

Bunu şimdi siz söyleyince fark ettim. Kitaptaki kadın karakterleri bir araya koyup hiç düşünmemiştim. Kitap gerçekten gösterişli kadınlar ve onlara âşık, tutkun adamlar üzerine kurulu. Kitabın asıl çıkış noktasını çocukken babaannemin anlattığı masalların etkisi oluşturdu. O masallar ve doğu masallarında gösterişli kadınlar ve onlara tutkuyla âşık adamlar vardır. Kadınların peşinden gidip felakete uğrayan adamlar perişan olurlar. Burada da benzer bir şey var. Aslında başta böyle kurgulamamış olsam da böyle yazmış olmak şimdi hoşuma gitti. Kitap buradan bakınca erkekler üzerinden giden bir kitap oluyor. Hazan'la başlıyor ve al karısı ile devam ediyor bu kadın imajı.

Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba'da okuyucu 'denizkızı, deniz atı, al karısı, balıkçı ruhları' gibi birçok fantastik canlıyla karşılaşıyor. Denizkızına alışığız belki ama 'al karısı'na değil. Bu geleneksel bir figür. Yaşanan esrarengiz olaylarda büyük payı olan bu karakterleri nasıl belirlediniz?

Aslında kavramları karşıma alıp tek tek seçmedim. Bir kasaba anlatacaktım ve o kasabanın söylenceleri vardı. O söylencelerden yola çıktım. Mesela 'al karısı' Trakya'da çok anlatılan bir hikâyedir. Çocukluğumdan beri dinlediğim için benim bilinçaltımda yer edinmişti. Öte yandan denizatları. O, bildiğiniz anlamda deniz içindeki hayvan değildir. Binbir Gece Masalları'nda anlatılan mitolojik bir yaratıktır. Sahilde kısrak kokusunu duyduğu zaman denizden çıkan atlardır onlar. Karakterlerin bir kısmı okuduğum hikâyelerden etkilenmemle, diğerleri ise çocukluğumdan beri bana anlatılanlarla şekillendi. Loğusa bunalımına halk arasında fantastik bir ad konup 'al karısı' denmiş. Yine karabasan, uyku felcinin halk arasındaki dillendirilişidir. Bunlar benim çok hoşuma gidiyor. Lohusa bunalımı bilimle tek kelime olarak anlatılabilir ama bunu 'al karısı' sembolü ile mitolojik efsane haline getirmek edebiyatın işidir. Bilimin tek kelime ile anlattığı şeyi burada sayfalarca anlatabiliyorsunuz.

Şehirde yaşıyorsunuz ve geleneksel inanışları, kasabaya özgü değerleri anlatıyorsunuz. Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz?

Ben bir kasabaya aidim, bunu baştan söyleyeyim. İstanbul benim gözümde bir iş hanıdır, ilişki biçimiyle, her şeyiyle. İzne çıkmışsam şehirde durmam, bir kasabaya giderim. Ruhen kasabaya aidim ama kasaba benim ona aidiyetimi kabul etmiyor. Gittiğimde tanıdığım çok fazla insan olmuyor. Bir on yıl sonra orası benim için ne ifade edecek bilmiyorum. Eskiden tamamım oraya aitti, şimdi bir kısmım orada.

İlk romanınız 1001 Fıçı Bira, ikincisi ise Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba. Son kitapta da ağırlığını hissettiren bu alkol vurgusunun kaynağı nedir?

Üçüncü romanım "Amatem'de Tedavi" olacak herhalde (Gülüyor). Çaresiz insanlar kendilerini içmeye veriyorlar. Birçok yerde erkek çocuklar için ergenliğe girmek sigara içmek demektir. Benim yaşadığım kasabada ise delikanlı olmak içki masasına oturmak olarak algılanıyordu. O kasabanın en büyük sorunuydu bu aslında. Trakya kasabalarında 12 Eylül'den sonra yaratılmış bir şey. Ben çocukken iki sinema vardı. Pazar günleri 4-5 filmi ardı ardına izlerdik, akın akın yazlık sinemaya giderdik. Kasaba alkolsüz bir eğlence kültürüne sahipti. 12 Eylül'den sonra sinemalar kapandı. Artık film izleyebileceğimiz tek yer İstanbul'du. Lise öğrencisinin cebinde de oraya gidecek kadar para yok. Eğlence anlayışınız bir anda değişiyor. Orada içki bir tercih olmuyor artık, sadece gidilen yerde yapılan bir eylem haline geliyor. O, toplumsal dönüşümün yarattığı ve dayattığı bir sonuç. Türkiye'nin Avrupa'ya en yakın kasabalarından birinden sinemayı, tiyatroyu, kitapçıları kaldırırsanız çıkacak sonuç bu olur. O yüzden artık insanlar ağırlıklı olarak meyhanelerde eğlenmeye başladı.

Romanın kapağındaki illüstrasyon ilgi çekici. Kitabı okurken de yer yer karşılaştığımız, kurguyla bütünleşen bu çizimler nasıl oluştu?

Serkan Yüksel çocukluk arkadaşım benim. Çok yetenekli biri aynı zamanda. Kitap için çok orijinal çalışmalar yaptı, hepsi için üzerinde ayrı ayrı uğraştı. Beraber büyümenin getirdiği ortaklıklarımız var. Aynı mekanda bulunmanın, aynı gelenekten gelmenin, aynı yazarları okumanın, sevmenin, aynı duygu ile yaşamanın getirileri... Biz benzer bir yerden bakıyoruz hayata. Çizimlerin hiçbirine müdahale etmedim ama çizimler geldiğinde de "Daha fazlası olamazdı" dedim.

YAYIN TARİHİ: 18.07.2010


Yeni Şafak

29 Ağustos 2010

hurkus

Uludere gözüyle kasaba gerçeği - Taraf

Yeni romanı ‘Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yla’ kasaba sıkıntısına fantastik vurgular yapan Ferhat Uludere’ye göre edebiyatımızın en sahici türü taşra yazını.

Şimdiye dek Sayıklamalar, İşlenmiş Aşka Mektuplar ve 1001 Fıçı Bira adlı kitaplarıyla Türk edebiyatına “kasaba sıkıntısı” na dair öykü ve romanlar kazandıran Ferhat Uludere’nin son romanı, Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba Sel Yayıncılık etiketiyle yayımlandı. Uludere, bu romanında da kasaba sıkıntısını denizlerin dibinden çıkarıp, okuru balıkçıların ruhlarına ve mahlûkatların dünyasına götürüyor. İlk bakışta roman Hazan ve Feryat’ın imkânsız aşkları üzerinden kurgulanmış gibi görünse de aslında tam olarak kasaba söylencelerini, masallarını ve tutunamayan insanlarını anlatıyor. Ayhan Işık’ın vurduğu Ajan Şaban, Belediye Başkanı olan Deli Ahmet, Kel Tayfun, İdris Kaptan, Eleni ve bence romanın en önemli karakterlerinden Feymece ile Al Karısı... Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba işte bu ve sayamadığımız birçok kasabalının umuda gebe yaşamlarını, tutunamayışlarını ve kaderlerine işleyen “kasaba sıkıntısı”nı anlatıyor. Ve o anlattıkça deniz daha da kabarıyor, balıkçıların ruhları göğe yükseliyor ve Feymece’nin hayaleti sayfalar boyu okurun peşini bırakmıyor.

Hikâye kitaplarından sonra 1001 Fıçı Bira romanı ve sonrasında da Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba geldi. Romana yönelme bilinçli bir tercih mi yoksa yazı mı seni buraya getirdi?

Yazmaya başladığım dönemde sadece hikâye yazacağımı düşünüyordum. Belki bir tane roman yazarım diyordum. Ama hikâyeden romana geçiş öyle çok üzerinde düşünerek de olmadı. Hatta ne 1001 Fıçı Bira’ya ne de Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’ya roman yazmak için başlamadım. Anlatmak istediğim hikâyeler vardı. Ama bir süre sonra yazdıklarımın hikâyenin ötesine geçtiğini ve başka bir yöne doğru gittiğini gördüm.

Seni bu romanı yazmaya tetikleyen belirgin özellikte bir şeyler var mıydı?

Aslında acayip fantastik şeyler söylemek isterdim, meraklıyım böyle şeylere biliyorsun. Mesela bir gün masanın üzerindeki kalem kendiliğinden elime yapıştı ve kitap kendini yazdırmaya başladı ya da bir ses duydum ve o sesin yazgısına boyun eğdim... Ama öyle olmadı. Yazmak istediğim hikâyeler vardı, ama neyi nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Sonra Hazan ve Feryat’ın denize girdiği bölümü yazdım ve tüm bunlara yıllardır ailenin yaşlılarından dinlediğim hikâyeleri eklemeyi düşündüm. Babaannemin ölümüyle hayatımdaki birçok hikâye kayboldu, en azından birkaç tanesini kurtarmak istedim.

Bir önceki romanla kıyasladığımızda Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba da temelleri atılmış bir dil devrimi dikkat çekiyor...

Bu tabii kişisel bir devrim ve bu konuda haklısın. Bu kitabın daha estetik ve daha güzel bir dili olduğu konusunda hemfikiriz, ama bunu sağlayan hem benim yazın anlamında daha çok düşünmüş olmam hem de konunun kendisi. Çünkü her zaman konunun nasıl bir dille yazılacağını kendisinin seçtiğini düşünüyorum.

Peki senin hikâye ve romanlarındaki bu alkol durumunu kasaba yaşamı üzerinden mi algılamalıyız?

Her kasabada çok içki içilir diye bir şey elbette söyleyemem ama benim doğduğum yerde insanların yapacak başka bir şeyleri yoktu. Düşleri çok büyüktü, ama yaşadıkları yer onların bu büyük düşlerini kaldıramayacak kadar küçüktü. İşte bu yüzden de tek bir eğlence vardı, o da bolca içmek... Tabii bu adamların üzerinden bir de 12 Eylül geçmişti. İşte bu yüzden o kasabadan çıkmak onlar için her zaman travmatik bir hal alıyordu.

Romana dönelim biraz, Feymece karakterinin romandaki baskınlığı çok şiddetli kanaatimce...

Feymece, ne güzel isim değil mi? Artık insanlar çocuklarına böyle isimler koymuyorlar. Anneannemin komşusunun adıydı ve kadının çocukları gözlerinin önünde ölmüş ve o da akli dengesini tamamen yitirmişti. Korkardım ondan ama herkes onun bana bir şey yapmayacağını ve kucağında oturup beni sevmesine izin vermemi isterdi. Sonra öldü Feymece, ama o kadın ve “Güzel kızanım” diye beni sevmesi aklımdan hiç çıkmadı.

Al Karısı da çok fantastik. Onun da özel bir hikâyesi var mı?

Al Karısı öyküleri Trakya’da çok anlatılır. Bazıları Al Karısı’nın bir cin olduğunu söyler ama benim dinlediğim hikâyeler de bir cinin ötesindeydi. Kırmızı bir gelinlikle geziyordu, uzun zaman önce Balkanlarda kadınlar kırmızı gelinlik giyerlermiş ve Al Karısı da gelin olacakken felakete uğramış ve insanlardan intikam alan bir mahlûk. Aslına bakarsan Al Karısı bildiğimiz loğusa depresyonu. Özellikle kadınların ilk çocuklarında baş gösteriyor, anne ve çocuk birbirine alışamıyor, anne de ondan kurtulmak istiyor. Ama meseleyi böyle anlattığımızda hiçbir tadı kalmıyor değil mi? İşte bence modern dünyanın en büyük sıkıntısı da bu, tanımlanmadık bir şey bırakmadı. Bu da edebiyatın en büyük tehlikesi...

Nasıl bir tehlike bu?

Bilim geliştikçe ve insanların tanımlayamadığı konuları açıklığa kavuşturdukça edebiyat ya da hikâyeler azalmaya başladı. Doğum sonrası depresyonunu Al Karısı’yla açıklayan bir halk vardı karşımızda, ama şimdi o kayboldu. Uyku felci için karabasan hikâyesi uydurmuşuz... Kısacası uykuda yaşadığımız o ânı, karabasan olarak açıklamak bana daha çekici geliyor ve bunu böyle açıkladığımız zaman da edebiyat başlıyor. İşte bilim bunları yok ediyor...

Türk edebiyatında genel olarak kasabalı olmak, taşralı olmak üzerine yazılan edebî eserleri nasıl değerlendiriyorsun?

Türk edebiyatı aslında genel olarak İstanbul’da yaşayan ve buradan yayılan bir edebiyat. Benim için Türk edebiyatının yaşayan en büyük yazarlarından biri Hasan Ali Toptaş, o hep kendi köyünü anlatıyor. Türk edebiyatındaki en sahici şeyin taşra yazını olduğunu düşünüyorum. Büyük şehirlerde insanlar sokağa çıkarken zaaflarını ve zaaflarıyla birlikte onları insan yapan değerleri evde bırakıyor. Taşrada ise dışarı çıkan insan zaaflarıyla orada.

Son olarak Türk edebiyatında “genç yazar” meselesine gelmek istiyorum. Şu bizim büyükler tarafından paylaşılan edebiyat ortamımızda hem bir yazar hem de editör olarak genç yazarların bu kenara atılmışlığı ile ilgili ne düşünüyorsun?

Öncelikle bu genç yazarlık müessesine pek itibar ettiğimi söyleyemem, ama gençlere ya da yeni yazarlara çok şans tanınmadığı konusunda hemfikirim. Bunu editör olarak bazen ben de yapıyorum, onları görmezden gelmemiz kolay oluyor ve benim de kolayca görmezden gelineceğini biliyorum. Ama bir yerde bir köşe yakalamışsanız ve orada duruyorsanız... Yani star mertebesinde bir yazarsanız kaybedecekleriniz çok fazla oluyor. Sanırım bu yüzden de ustalar yeni yazarların önlerini açmak istemiyorlar. Bunu ellerindeki iktidarı korumak istemiyle açıklayabiliriz.


12.06.2010
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0