Her canlı bir gün ölümü tadacaktır!

15 Mayıs 2011 18:13 / 2999 kez okundu!

 


"... siyaset giderek dinîleşiyor, daha doğrusu İslamileşiyor... Bu durumu demokrasi, çokkültürlülük, çoğulculuk açısından sakıncalı buluyorum. Bence yapılacak şey basit: Dini siyasetten ayırmak, dini siyasete, siyaseti dine alet etmemek, siyasi eleştiriyi dinî kavramlarla yapmamak... Dini kişilerin özel alanına bırakmak..."

----------------------------------------------------------------------------------------------------

CHP milletvekili adayı Binnaz Toprak’ın Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısında yazan “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” cümlesi ile ilgili olarak “Bu sinir bozan bir şey” demesi, Başbakan Erdoğan tarafından seçim meydanlarında eleştiri konusu yapıldı. Çünkü bu cümle El İmran Suresi’nin 185. ayetinin girişiydi ve koskoca milletvekili adayının bundan haberi yoktu! Daha önce de CHP’nin milletvekili adaylarından Hurşit Güneş’in “Cuma’yı kazaya bıraksınlar” demesi ya da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Statükonun Allah’ı” lafı Başbakan veya Bülent Arınç tarafından eleştiri konusu yapılmıştı. BDP gibi Marksist-Leninist kökenden gelen, seküler bir örgüt, meydanlarda kıldırdığı Cuma namazlarıyla siyaset yapıyor. Ateist olduğunu sandığım adaylar bile dinden imandan söz ediyor. Kısacası siyaset giderek dinîleşiyor, daha doğrusu İslamileşiyor...

Bu durumu demokrasi, çokkültürlülük, çoğulculuk açısından sakıncalı buluyorum. Bence yapılacak şey basit: Dini siyasetten ayırmak, dini siyasete, siyaseti dine alet etmemek, siyasi eleştiriyi dinî kavramlarla yapmamak... Dini kişilerin özel alanına bırakmak...

Bu vesilesiyle, bu hafta Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Edhem Eldem’in hazırladığı/yazdığı İstanbul’da Ölüm, Osmanlı-İslam Kültüründe Ölüm ve Ritüelleri adlı kitaptan yaptığım bir derlemeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

xxx

Adından da anlaşıldığı gibi, 1453 öncesini, taşrayı ve gayrımüslim ölüm âdetlerini dışarıda bırakan kitabın “Kent ve Ölüm” adlı birinci bölümünde İstanbul’un ölülerle canlıların iç içe yaşadığı bir kent olduğunu, 1300’lü yıllarda Osmanlıların İslam öncesi Türk gelenekleri uyarınca kişinin ruhunun kemiklerde saklı olduğu düşünüldüğünden ölümün ardından vücudun ya hayvanlara yedirilmekte, ya da ağaç kazık, sunak gibi yükseltilere yerleştirilip çürümeye bırakılmakta olduğunu veya II. Murad’ın vasiyetinde “sünnete uygun biçimde defnedilmek istediğini” belirtmesinden hareketle, o tarihte hâlâ defin konusunda belli bir usul olmadığını öğreniyoruz.

84 gün saklanan ölüm

“İktidar ve Ölüm” başlıklı bölümde, yazarın deyimi ile “İstanbulluların en İstanbullusu, Osmanlıların en Osmanlısı, Müslümanların en Müslüman’ı” olan Osmanlı padişahlarının ölümlerini okurken 1389’dan 1566’ya kadar uygulanan ve iktidar boşluğu oluşmaması için, padişahın ölümü halefinin cülusuna kadar gizli tutulması demek olan “Ölüm Sırrı” ile tanışıyoruz. Yıldırım Beyazıt’ın, I. Mehmet’in ve Yavuz Sultan Selim’in ölümleri birkaç gün saklanırken, Zigetvar Seferi sırasında, 5 Eylül 1566 günü Macaristan topraklarında ölen Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü tam 48 gün sonra askere açıklanmış. Defin ise ölümünden 84 gün sonra yapılmış. Bu süre içinde ceset nasıl saklanmış derseniz, yıkanıp kefenlenmiş, sonra çadırının altına açılan bir mezara geçici olarak gömülmüş. Bu arada vezirler padişaha rapor verir ya da ondan emir alır gibi davranmışlar, padişahın el yazısı ve tuğrası taklit edilmiş, hatta Hasan Ağa adlı bir Boşnak padişah gibi giydirip gözler boyanmış...

Vefasız felek

“Taşları Kullanmak” bölümünde mezar taşlarında bolca karşımıza çıkan kıyamet günü, cennet, cehennem, günah, şahadet, rahmet, fena/beka (yok olma/kalıcı olma), acı, hasret, ayrılış, hasret gibi İslami ve dünyevi kavramların yanı sıra, vücut/dünya (kafes), ruh (kuş, bülbül), cennet (aşiyan, yuva) gibi İslam öncesi Türk kültürüne gönderme yapan metaforlarla tanışıyoruz. Aynı şekilde İslam inancında ölünün arkasından ağlayıp bağırma, saçını başını yolma gibi aşırı tepkilerin gösterilmesi kesinlikle yasak olduğu halde mezar taşlarında ‘ah’, ‘ah-u figân’, ‘feryâd’ gibi terimleri; kişinin haksızlık ya da ölüm karşısında duyduğu isyan duygusunu anlatan ifadeleri ya da “vefasız feleğe” sövmelerini de bu bağlamda değerlendirebileceğimiz anlaşılıyor.

Makam taşları

Bu dönemlerde ortaya çıkan bir başka gelenek de “Makam Taşı” dikmek. Makam taşı, bir kişinin defnedildiği yeri yani mezarı göstermekten çok ölmüş kişinin anısını yaşatmak için dikiliyor. Örneğin İstanbul’un fethine katıldığı iddia edilen sahabe mezarlarının çoğu bu türden makam yerleri. Aynı şekilde Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı’nda bulunan Şeyh Bedrettin’in mezar taşı da, dergâh mensuplarının Bedrettin aracılığıyla dergâhlarına saygınlık kazandırmak için diktikleri sahte bir mezar taşı.

Yeri gelmişken ben de bir ekleme yapayım: Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un Ermeni-Türk barışmasına adadığı İnsanlık Anıtı’nın yıkılması için Başbakan’ın gösterdiği gerekçelerden biri olan Ebu’l-Hasen el-Harakânî Türbesi, söz konusu zatın gerçekten gömülü olduğu yer değil, sadece bir “makam” yeri, yani “sanal mezar”. İslam alimi Kazvînî’ye (ö. 682/1283), göre gerçek kabir, Horasan’da, Bistâm yakınlarındaki Harakân’da.

Dönemin best-seller’i

“Kitabenin Gelişimi” adlı bölümünde yer alan Tahsin Ağa’nın mezar taşında boy gösteren “Ziyaretten murad bir duadır/ Bugün bana ise yarın sanadır” beyti dönemin best-seller’i olarak dikkati çekiyor. Edhem Eldem’e göre, muhtemelen İran edebiyatıyla Anadolu’da gelişen halk edebiyatının bileşiminden doğan bu tür şiirler 18. yüzyıldan itibaren mezar taşlarında boy göstermiş.

Bu dönemin modası ise kitabenin sonuna ebced hesabına göre yazılan tarih beyti. Ebced hesabıyla tarih şöyle düşülüyor: Alfabenin her harfinin sayısal bir değerinden yararlanarak dizeyi oluşturan harflerin toplamının ölüm tarihine eşit olması sağlanıyor. “Tam tarih” bütün harflerin, “mücevher tarih” ise noktalı harflerin toplamından oluşuyor.

Kadının adı yok

1838’de ölen Emine Hanım’ın mezar taşı hem bu açıdan hem de hangi koşullarda öldüğünün anlatılması açısından ilginç. Eskiden ölüm nedeni olarak kısaca “emr-i hak”, “hastalık” ya da “dert” gibi genel bir terim kullanılırken bu yüzyıllarda artık sekte-i kalp, şîrpençe, çiçek, basur, mide hastalığı, kanser, tümör gibi daha detaylı açıklamaların yapılması kişiselleşme işareti olmalı. Metinlerdeki bu zenginleşmeye taşların deniz kabuğu, vazo, çiçek, servi ağacı, meyve ve ışın, nişan ve madalya motifleri ile süslenmesi eşlik ediyor.

Bu arada sadece yazılanlar değil yazılmayanlar da hayata dair bilgiler veriyor. Emine Hanım’ı tanımlamak için ailesinden üç erkeğin mezar taşında kendine yer bulması, mezar taşındaki beş satırlık yazıtın sadece bir satırında kendisine yer verilen, diğer satırları Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı’nın postnişini olan kocası ile babasına kaptıran Naciye Hanım (ö. 1901), yine aynı dergâhın postnişini olan kocası Abdünnafi Baba ile yaşadığı “mesud evlilik hayatı” bile belirtildiği halde adı mezar taşına yazılmayan meçhul kadın (ö. 1906/7) bizi “modern zamanların” eşiğinde Osmanlı kadınının görünürlüğü üzerine düşünmeye itiyor.

Türkleşme izleri

Kitabın bütününden öğrendiğimiz en önemli bilgi ise 500 yıl boyunca bir yandan ulema İslam’ı ile halk İslam’ı arasında diğer yanda alt sınıflar ile üst sınıflar arasında farklılaşma yaşanırken, değişimin ortak paydasının İslam öncesi Türk kültürünün İslam kültürünü galebe çalması olduğu. Türkleşmenin ilk işareti mezar taşlarının üst kısmına ölen kişiyi temsil eden serpuş ya da başlığın taştan bir örneğinin yerleştirilmesiyle karakterize olan antropomorfizm (insan şekillilik) eğilimi.

Orta Asya Türklerinin balbal geleneğini andıran bu başlıklı taşlar zaman içinde giderek insan vücudunu hatırlatırken, 15. yüzyıldan itibaren serpuş (başlık) biçimli mezar taşlarının yaygınlaşması, bazı taşlarda başlık ile vücut arasında kalan bölüme kolye gibi süslemeler, omuz kısmına madalya, nişan gibi süslemelerin iliştirilmesi ve bazı örneklerde gövdenin bir çeşit büste dönüştürülmesi, 18. yüzyıldan itibaren ulema mezar taşına sarık, kalemiye erbabınınkine kavuk, tarikat mensubuna özel başlıklarının giydirilmesi ya da 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sırasında olduğu gibi mezar taşlarının başlıklarının kırılarak adeta yeniçerilerin “idam edilmesi” bu antropomorfik tasvir anlayışının eseri.

Kaybolan kutsallık halesi

Türkleşmenin bir diğer kanıtı taşların üzerine bir zamanlar Arapça, Farsça ve nadiren Türkçe sözcükler yazılırken, 17. yüzyıla gelirken Türkçenin ağırlığının artması. Ulema taşlarında hâlâ Arapça kullanılmakla birlikte çoğu kitabede “Hüve-l Baki” ve sondaki “el Fatiha” dışındaki sözcükler Türkçeleşmeye başlıyor. Böylece mezar taşları, kutsallık halesini kaybederken, giderek yükselen boyları, büyüyen yüzeyleri tıka basa dolduran yazılar sayesinde artık bu dünyayı terk eden ölünün sadece künyesini değil, bu dünyada yaşadıklarını, duygularını, düşüncelerini anlatan sosyal metinlere dönüşüyor.

18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başlarında mezar kitabelerinde hâlâ yüzyıllardır kullanılan klişelerin ağırlığı devam etmekle birlikte, akrabalık ilişkilerini çok daha soylu bir geçmişe bağlamak amacıyla mümkün olduğunca geriye gidilmesi âdet olmuş. Bazı durumlarda bu “soylu” şecereyi anlatmak için mezar taşının yüzeyi yetmeyince eskiden sadece süslemelere ayrılan ayak taşına da yazılar yazılmaya başlanmış.

Bu dünyadaki süreyi uzatmak

Bütün bunlar neye işaret ediyor? Bilindiği gibi İslam inancında bir insanın asıl “öte dünyadaki yaşamı” uzun olurken, hiçbir ayrıcalıklı konumu olamazdı. Halbuki yeni tip mezar taşları ya da Servet-i Fünûn ya da Malumat gibi haftalık gazetelerde boy gösteren ölüm ilanları hem ölen kişinin bu dünyadaki varlığını mümkün olduğunca uzatmayı amaçlıyor, hem de üzerine iliştirdiği nişan ve süslemelerle ölünün sosyal bakımdan diğer ölülerden ayrışmasını sağlıyor. Eğer kişinin kendi yeterince itibarlı değilse kayınpederinin veya babasının itibarı ödünç alınıyor. Tam tersi de mümkün. Örneğin Üsküdar’daki Haşim Baba Mezarlığı’ndaki bir mezar taşında ölen erkeğin muhasebeci olduğu yazılı fakat adı yok. Onun yerine Mahmure Mesrure Hanım’ın kocası olduğu yazılı. Anlaşılan kayınpeder damadın mesleğinden pek hoşnut değilmiş. Sınıf farklarının mezara kadar taşındığına dair bir örnek ise, Mahmut Celaleddin Paşa’nın görkemli anıt mezarındaki 24 satırlık methiye ile Osmanlı Devlet Arması.

Modern işaretler

Kitabın ortaya çıkardığı başka ilginç nokta zihniyetlerde bir modernleşme yaşanmadığı halde insanların tek tek davranışlarının modern işaretler içermesi. Örneğin 1878 yılında vefat eden ve aslen Fransız asıllı bir Prusyalı olan Serdar-ı Ekrem Mehmet Ali Paşa’nın çerçeveli bir fotoğrafını tutan üç damadını gösteren post mortem (ölüm sonrası) fotoğraf damaklarda gayet post modern bir tat bırakıyor. Aynı şekilde 1886’da ölen Osmanlı Devleti’nin Madrid Elçisi Hüseyin Sermet Efendi’nin içinde hiçbir dinî unsur barındırmayan Batılı formdaki cenaze davetiyesi, 1899’da ölen Fındıklılı Hacı İsmail Bey’in mezar taşında yanlış ya da eksik de olsa noktalama işaretlerine yer verilmesi, mezar yazısını kaleme alan kişinin (belki de merhumun) ziyaretçilerle dünya ve ahiret üzerine felsefi tartışmaya girmesi de gayet modern işaretler.

1910’da vefat eden 17 yaşındaki Fatma Şeref Hanım’ın lahitli mezarını çeviren neo-klasik ve barok karışımı ağır süslemeler, toprağa ekilen gül fidanı yerine mermer bir vazoya yerleştirilmiş mermer çiçekler ve ayak taşına işlenmiş mermer duvak modernleşmenin soğuk yüzünü gösteriyor. Mezar taşındaki (Rum) P.C. Pascalidi imzası ise, çok kültürlülüğün sıcaklığını...

Buna karşılık 1918’de vefat eden Hüseyin Hilmi Paşa’nın eşine, Enver Paşa ve eşi Naciye Sultan’ın gönderdiği Latin harfleriyle yazılmış alafranga başsağlığı telgrafı, ölünün evine taziye ziyaretinin çoktan tarihe gömüldüğünü gösteriyor.

Şehid-i tramvay

Modernleşme dedik ya, örneğin 1918’de henüz dokuz yaşındayken bir tramvay kazası sonucu ölen Mehmed Enver Gaffarof’un ölümünün modern nedeni mezar taşına “şehid-i tramvay” olarak aktarılmış. Başka mezar taşlarından doğum yaparken ölen kadından vebadan ölenlere, denizden boğulandan depremde ölene de “şehit” dendiğini görünce, Osmanlı İslam’ında şehitlik kavramının ne kadar geniş ve muğlâk olduğunu fark ediyoruz. Bir başka mezar taşında “Layık mı bu hal o vücud-ı naziktere/ Kıydı ömr-i azizine hain İngiltere” veya “Düşman tayyaresinin bombasıyla/ Şehid düşen Kale-i Sultaniye [Çanakkale] muhasebecisi...” gibi cümlelerde ise geleneksel kavramlarla modern kavramlar harman ediliyor.

Vatan, devlet, millet

Bu söylemin paralelinde gelişen bir olay da devletin ilk kez savaşlarda şehit düşen askerleri için mezar taşı yaptırması. Kitabın 16. bölümü ölümün devlet ve vatanla ilişkisine ayrılmış. 1897-1898 Osmanlı-Yunan savaşında ölen erler için yaptırılan resmî taş ve prestijli bir mezarlıkta ayrılan yer bu konudaki ilk örnek. 1911’de 31 Mart Olayı’nda hayatlarını kaybeden subayların anısına dikilen Abide-i Hürriyet ise ilhamını Batı’nın kripta (mezar odası) geleneğinden almış görünüyor. Yazara göre, abide ayrıca “vatan=devlet” denkleminin “vatan=millet” denklemine çevrilmesini sembolize ediyor. Abidenin Cumhuriyet döneminde, İttihatçıların Anıtkabir’i olduğunu biliyoruz.

Zulmet, lanet, intikam

İmparatorluğun çöküşünün getirdiği yıkım duygusunu da mezar taşlarından izlemek mümkün. 1921’de Ermeni militanı Misak Torlakyan tarafından öldürülen Azerbaycan İçişleri Bakanı Behbud Han Civanşir’in Yahya Efendi Dergâhı’ndaki mezar taşında Celal Sahir’in (Erozan) bir şiiri yazılmış: “Geçme dur önünde hürmetle eğil/ Lanetle an hakka saldıran eli/ Asla uyumasın beyninde kinin/ Mukaddes borcundur intikam almak/ İstersen yaşasın milletin dinin/ Nur ol zulmeti boğ, nar ol zulmeti yak...” dizeleri ilk kez bir mezar taşında hem ulusal duygular gibi modern, hem de nefret, kin, intikam gibi dine aykırı düşüncelerin yer alması açısından sarsıcı bir örnek.

İntikam sözcüğü 1913’te Edirne’yi savunurken Bulgarlar tarafından öldürülen Reşid Fuad Bey’in anıt mezarında tekrar karşımıza çıkıyor.

Gökalp’in laik mezarı

Osmanlı Devleti ile Cumhuriyet Türkiyesi arasındaki ideolojik köprüyü oluşturan Ziya Gökalp’in mezarı ise geçiş dönemindeki militan ruhu yansıtıyor. İstanbul’da vefat eden ve Cağaloğlu’nda II. Mahmud Türbesi’nin haziresine gömülen Gökalp’in Ankara’daki Türk Ocağı ile Etnoğrafya Müzesi’nin de mimarı Arif Hikmet (Koyunoğlu) Bey’in inşa ettiği Birinci Ulusal Mimari tarzında yapılmış gösterişli sandukasının başındaki kitabesi gayet milliyetçi bir dille kaleme alınmış: “Büyük Mürşid/ Ziya Gökalp burada yatıyor/ Öldüğü gün milli bir matem günü oldu/ Türk Ocağı onun aziz/ Mevcudiyetini kendisini/ Yetiştirmekle mağrur olan vatanın/ Bu toprağına ve mübarek/ Hatırasını kendi kalbine gömdü/ 25 Teşrin-i evvel sene 1924 gün cumartesi...”

Dikkat edileceği gibi, kitabede “hüve’l baki” ya da “El Fatiha” gibi en alışıldık türden dinsel göndermeler bile yok. Yani tümüyle laik bir duruş söz konusu.

Geleneğin kaybı

Cumhuriyet döneminde mezar taşları nasıldı? Laikliğin ölüm âdetlerine yansıması nasıl oldu? “Bütün bunlar başka bir araştırmanın konusu” diyen Edhem Eldem’e göre “Giderek artan laikleşme süreci, diğer taraftan Arap harflerinden Latin harflerine geçişin getirdiği köklü değişikliğin, uzun vadede bütün bir geleneğin neredeyse toptan kaybolmasına neden olduğu düşünülebilir. Gerçekten de bugün Türkiye’nin belli başlı kentlerindeki mezarlıklarda görülen taşlar, genellikle isim soyad, doğum ve ölüm tarihlerinin üzerine bazen kondurulmuş ‘hüve’l-baki’den oluşmaktadır. Taşların şekli ise, Amerikan askerî mezarlıklarını andıracak derecede tekdüze bembeyaz mermerden yapılmış dik levhalara dönüşmüştür. Metinler, başlıklar yok olmuş, bir gelenekle beraber o geleneğin içine doğduğunu gördüğümüz bir modernlik de yok olarak yerini nereden kaynaklandığı tam belli olmayan farklı –ve oldukça tatsız- bir modernliğe bırakmıştır.”

Gerçi bu yazıyı yazarken televizyonda Şanlıurfa Mezarlığı’nda üzerlerinde traktörden otomobile, teraziden çaydanlığa, bıçaktan makineli tüfeğe kadar pek çok resmin işlendiği mezar taşlarını görünce, ‘tatsız modernlikten’ ‘yoz post modernliğe’ geçtiğimizi düşünmedim değil...


Kaynakça: Edhem Eldem, İstanbul’da Ölüm, Osmanlı-İslam Kültüründe Ölüm ve Ritüelleri, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, 2005; aynı yazar,”Değişen Ölüm” ve “İstanbul’da İlk ve Son Padişah Ölümleri”, Toplumsal Tarih Dergisi, Şubat 2003, 110. sayıda, sırasıyla 42-51. ve 56-61. sayfalar.


Ayşe HÜR

Taraf



 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
16 Mayıs 2011 10:45

Yılmaz DEMİR

Laik ve Demokratik Ülkelerde dini/kültürel değerlerin laik yasalarla güvence altına alınması zorunluluğu vardır. Demokrasi kültürü gelişmemiş bizim gibi ülkelerde bunu yapsan bir türlü yapmasan bir türlü. Velhasıl "dini siyasetten" ya da "siyaseti dinden" ayırt etmek bu aşamada imkansızdır. Dini, kültürel değerlerimiz ve diğer farklılıklarımızı faydalanabileceğimiz birer zenginlik yerine "hesaplaşma alanı" olarak görmemiz hoşgörüdeki zaaflarımızın belirtisi. Birçok ırkı bünyesinde barındıran uluslar bunu eğitim ve ekonomi ikilisiyle başarmışlardır.

Vanlı İşadamı maddi imkanlarını kullanarak yaptırdığı bir eserin açılış konuşmasında ekonomi ve eğitim ikilisini üçleyerek aynen şöyle diyordu;

-Bir toplumun gelişmesinde "E" ile başlayan 3 faktör çok önemlidir.
1) Eğitim
2) Ekonomi
3) Ehlâk (Ahlâk)

Hoşgörü ve sevgiyi heybesinde taşıyan herkese saygılarımla!

Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.