MERKEZ BUNUN NERESİNDE?

13 Eylül 2010 18:18 / 1988 kez okundu!

 


21 Aralik 2009’da kaleme alınan ve Kuyerel sitesinde yer alan aşağıdaki yazımı, alınan yol ve yol gösterici-pusulanın sağlamasını yapmak için yararlı olabilir düşüncesiyle affınıza sığınarak yineliyorum.

--------------------------------------------------------------------------------------

Merkez’in solunun boş olduğundan hareketle, yeni bir kitlesel merkez-sol parti için yoğun çabalar var. Merkez hayali bir hayal, merkeze göre tariflenen boşluklar da. Hayal yerine kurmaca veya soyut desek de olur. Hayal-kurmaca-soyut küreseldir. Eğer hayallerimiz belli zaman ve mekana adresleniyorsa, o zaman belli bir zeminde, nirengiler yardımıyla ve olgulara dayalı tespitler yapabilmek gerekiyor.

Adres Türkiye mi, Türkiye’de siyaset mi konuşuyoruz, o zaman çıplak sorum şu: Türkiye siyasetinde “merkez” nerede? Avrupa ülkelerinin demokrasi geleneklerinin pertavsızıyla iz sürerek bulunabilir mi? Cumhuriyet boyunca Avrupa demokrasilerinin temel siyasi ölçütlerinin dışında kalmış Türkiye’de, “merkez”i sadece legal siyaset arenasında aramak yeterli mi? Bence hayır! Ne Avrupa adresi ne de legal siyaset adresi aradığımızı bulmak için yeterli değil.

Önce şunda birleşiyor muyuz: Seksen altı yıllık Cumhuriyet tarihinde toplumsal-siyasal hayatın merkezi kesintisiz olarak “asker-sivil bürokrasi”dir! Zayıflama sürecine girmiş olmakla birlikte, bu durum değişmiş değil. Tarihi merkez iktidarı bırakmamak için var gücüyle direniyor. Türkiye’de siyasi yelpazede konumlanışlar hayallerimize göre değil, bu somut gerçeğe göre tanımlanmalıdır. Ak ve kara, sağ ve sol ancak böyle belli olur. Ne takılan başörtüsü ve kılınan namaz ne de salt evrensel emek-sermaye ekseninden yapılan kestirme sağ-sol yakıştırmaları, doğruyu göstermez.

Doğru tespit, pozitivist eğitimin ezberleriyle değil, kendi hali pür melalimizin somut tahlili ile mümkündür.

Demokrasiye geçilecek, GEÇ!

Çok partili siyasal hayatımızda siyasi güçleri tahlil ederken nereye bakmak gerekir? Sadece siyasi partileri ele almak ve onları bir Avrupa klasiği olan sağ-merkez-sol yelpazesine yerleştirmekle doğru bir sonuca varabilir miyiz? Bence hayır.

Asker-sivil bürokrasinin merkezi konumunu esas almayan, onun güçlü ve aktif bir siyasi aktör olduğunu görmeyen bu toplumu okuyamaz. Asker-sivil bürokrasi vesayetçi, otoriter, devletçi ve milliyetçi bir siyasal güç odağıdır. Bu ülkede DEVLET sürekli yarı gizli bir siyasi örgüt veya tam illegal bir siyasi parti işlevini hiç bırakmamıştır. Bu güçlü odak karşısında farklı yanlarına vurgu yapsalar da otoriteryanizme karşı temel hak ve özgürlük taleplerini yükselten, sosyal önlemlere farklı yaklaşsalar da devletçiliğe karşı bireysel girişimi öne alan bir toplumsal muhalefet hep olmuştur. Milliyetçilik ise, ulus devletlerin yükseliş çağının bir enstrümanı olarak, merkezi siyasi aktör tarafından geniş kitleleri ve muhaliflerini sindirmekte ve sersemletmekte ustalıkla kullanılmıştır ve hala kullanılmaktadır.

DEVLET öyle bir merkez partidir ki, gerektiğinde komünist bile olabilir ya da bir komünist parti kurabilir, sık sık da Mussolini’ye rahmet okutur. Okunan rahmetlerin ardından « demokrasiye geçilecek, geç ! » komutu bile verebilir. Bir halk varsa, ancak o « var » dediğinde var olabilir. O ne yaptıysa iyidir, kötü yaptıysa da iyidir, çünkü şartlar öyle yapılmasını zorunlu kılmıştır. Muhalifleri ne yaptıysa kötüdür, bölücülüktür.

Karşılaştırmalı tarihe kaçmadan ve « o günün şartları » edebiyatı yapmadan şu soruları tartışabilmek gerekir : Hristiyan mebusların da eşit haklı olarak yer alabildiği çok partili Meclis-i Mebusan (Milli Meclis) mı daha çoğulcu ve ileri, sadece Müslüman mebuslardan oluşan tek partili Büyük Millet Meclisi mi? Hanedana dayalı devlet reisliği (padişahlık) ile ; ‘ulu önder”li, ‘milli şef”li reis-i cumhurluk arasındaki farkın ‘devrim’ olarak tanımlanması, tedavisi güç bir sol bilinç bulanıklığı doğurmadı mı sizce? Bunları soruların birinci şıklarına dönme özlemi olarak değil, kimi illüzyonlar karşısında ileri-geri konumlanışın temel değerlerini gözden kaçırmamak için soruyorum. Tarihsel determinizm spiralinde üstte yer almak doğru, haklı ve ileri olmanın yeter şartı olamaz.

Aydınlanmacı ve tarihsel-determinist şartlanmalardan özgürleşebildiğimiz ölçüde, ele alacağımız konuları çok geniş perspektif içinde tartışabiliriz. Örneğin; “Türkiye’de burjuvazi de, işçi sınıfı da yeni yeni sağlığına kavuşuyor, bir anlamda henüz yeni doğuyor! Türkiye’de gerçek sınıf mücadelesi yeni başlıyor” desem!?

Besleme Burjuvazi-Eşraf Sendikacı

Kısa bir hatırlatma: Avrupa burjuvazisi bir yandan dünya denizlerine yelken açarak sermaye biriktirirken, öte yandan kiliseye ve saraya karşı, “hürriyet, adalet, uhuvvet” taleplerini yükseltti. Bizde ise, Birinci Dünya Savaşı’nda “vagon ticareti” ile sermaye biriktirmeye başlayan “milli burjuvazi”, Cumhuriyet’te karaborsayla, “Yavuz-Havuz” yolsuzluklarıyla, gayrı-milli sermayedarları kovarak, gümrük duvarları, “milli koruma” kalkanı ve devlet ihaleleriyle altmış yıl saltanat sürdü. Riski hiç sevmedi, ama devleti çok sevdi. Son yirmi yıla kadar ekonomide devlet hakimiyeti ve müdahalesinin esas olduğunu unutmayalım. Bu yapıyı sadece bürokrasi istemiyordu, “devletçi milli burjuvazi”mizin de işine geliyordu. Elbette devletin kanatları altında huzur bulan “devletçi milli burjuvazi”, “irtica hortladı”, “kahrolsun komunizm” ve “Türkiye Türklerindir” sloganları dışında, toplumsal ilerleme adına bir talep ve vizyon sahibi olmadı. Son yirmi yıldır “devlet kapısına muhtaç” olmayan, cesurca dış pazarlara açılan, otoriteryanizme karşı demokrasi talep eden, devletlileri çok kızdıran yeni bir burjuva katmanı ve orta sınıf var. Niyet okuyuculuğa düşmeden bu tespit yapılabiliyorsa, o zaman birincilere “modern-laik-devrimci”, ikincilere “yeşil sermaye, gerici” dışında bir isim bulun.

Peki… Ya işçi sınıfı?! Siyasal örgütlenmesi Ceza Kanunu’nun ünlü 141 ve 142. maddeleri kalkasıya kadar yasaklı ve kısıtlı iken; ekonomik örgütlenmesi, yani sendikaları devlet kombinalarından mezun işçi aristokrasisi hakimiyetinde “milli”, “sarı” ve “devletçi”dir: TÜRK-İŞ. Sınıf hareketinin “sivil” sendikası DİSK’ten ve “gerici”lerin sendikası HAK-İŞ’ten nefretlerinin altında, emir-komuta zinciri dışında olmalarının payı büyüktür. Ve, hala en büyük sendikal konfederasyon Türk-İş ve Türk-Metal onun en güçlü sendikası! Televizyon kanalı olan, “millici, devletçi, Türkçü, laik” ve yıllanmış başkanı darbecilikten sanık bir sendika başkanı: Seksen yılın devlet destekli sermaye-sendika ittifakının en anlamlı meyvası! Hangi sendika bu millici-ulusalcı, bu devletçi-toplumculuk mikrobu bize hiç bulaşmadı diyebilir? Hangi sendika bizde sendika eşrafı yok diyebilir? Devlet "antiemperyalist olunacak, liberallere ve şeriatçılara küfredilecek" emri verdiğinde kimler ne yaptı, yapıyor ve yapmakta? İşçi sınıfının siyasi ve ekonomik örgütlenmesinin önündeki devlet geriletildikçe ve devletçi engeller kaldırıldıkça, sağlıklı ve kitlesel örgütlenmenin önü açılmaktadır. Elbet, küresel gelişmeleri ve kitlenin taleplerini doğru ve iyi okumak şartıyla.

Vesayetçi bürokratik rejim, seksen yıl boyunca Kürtleri inkar etti, halkı ve elbette işçi sınıfını ve onlar namına söz eden solu bu inkara ortak etti. Milliyetçilik mikrobunu her yana bulaştırdı. Bugün bu inkarı sona erdirmek üzere atılan adımlar, aynı zamanda geniş yığınların milliyetçi zehirlenmeden kurtuluşu için de zemin yaratıyor. Kitleselleşmek isteyen sol, tam da şu anda "solun Kürt açılımı"nı gerçekleştirebilmelidir. Etnik kimlik esasına göre bir siyasi örgütlenme kültürünün bu noktada aşılması gerekir ve bu, genel olarak demokratikleşmeye de büyük güç verir.

DEVLET öyle bir şeyhülislam’dır ki, bütün dinlere yeniden düzen verir ve haşa "kitap dahi indirebilir."! Merkez sol, bu merkezin din üzerinde oynadığı oyunlara kanmadığı sürece sol ve kitlesel olabilir. Alevileri sünnilere kırdırma, Maraş, Sivas katliamlarını tezgahlama geleneğinin, son yıllarda darbe tezgahında Alevileri kullanmaya çalıştığı malum. Sol bütün inançlara eşit mesafede olmak zorundadır. "Demokrat Aleviler" diye bir sol grup olmaz, olursa "demokrat sünniler" de var denebilir ve bunun sonu gelmez.

Asker-sivil bürokrasi, devletçi burjuvazi ve devlet sendikacısıyla sacayağını tamamlayan vesayetçi rejim, geleneksel fikir iklimini tümüyle redderek mekanik-materyalist felsefesini, pozitivist dünya görüşünü tek tip düşünce olarak topluma giydirdi ve buna altı oklu Kemalizm adını verdi. Milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, cumhuriyetçilik, laiklik, devrimcilik her devirde vesayetçi rejimin yorumuna bağlı altı temel Kemalist ilke olarak kaldı. Sol, bu altı okun altısından da nasiplendi. Son yirmi yıl, sol için Kemalizm’den arınma süreci olarak yoğun tartışmalarla geçti. Arınamayanlar, Cumhuriyet kuruluş dönemini, tek partili diktatörlük yıllarını, hala tarihsel-determinist bir bakışla tartışmasız "ilerleme" safına yerleştirenlerdir. Arınamayanlar devletçiliği hala sosyalizm sananlardır. Arınamayanlar, milyonluk cumhuriyet mitinglerini görünce dudağı uçuklayan ve "kitleler neredeyse devrimciler oradadır" oportunizmine sarılanlardır.

Tarihimizde İleri-Geri

1930 Seçimlerinde liberal ekonomiyi savunan Serbest Fırka mı ilericiydi, devletçi (çünkü devletin sahibi) Cumhuriyet Halk Fırkası mı? 1950 Seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve devletine karşı "Yeter Söz Milletindir" diyen Demokrat Parti mi ilerici yoksa "Cumhuriyet kurucuları" mı? "Türkçe ezan" komedisi mi ilericilik, 1300 yıllık kültürünü savunma direncini gösterebilmek mi? 27 Mayıs Devrimi ile değil, 27 Mayıs Diktatörlüğü ile Türkiye’ye "en ileri anayasa"yı kazandıran Cunta, Adalet Partisi’ne kıyasla "ilerici" mi? Eğer "ortanın solu" milli şef İsmet İnönü liderliğinin denetiminde kalsaydı, Ecevit elinde az buçuk merkezdışılık ve kitlesellik kazanmasaydı, 12 Mart ve 12 Eylül’ün takvimdeki tarihleri belki de bambaşka olurdu.

En güzel sağ-merkez-sol kompozisyonunu Evren diktatörlüğü kurmuştu. Merkez’de emekli kontr-gerilla paşası Turgut Sunalp, solda muteber sivil bürokrat Necdet Calp ve sağda takunyalı Turgut Özal. Tam bir Batı tipi demokrasi. Orasını burasını kurcalamadan doğrudan yanıtı gereken soru şu: DEVLET partisinin merkez ve sol kolu mu ilerici, "Türk Parasını Koruma Kanunu" belasından bu ülkeyi kurtaran Anavatan Partisi mi? Yok efendim, Özal saltanatında ahlaki değerler çiğnenmiş! O güne kadar ahlaktan hiç sapmamışız ve dahi pür ahlak (!) 12 Eylül faşizmini biz yaşamamışız sanki…

AKP cumhurbaşkanlığı seçiminde, 27 Nisan muhtırasında ve Ergenekon sürecinde illegal Devlet örgütüne karşı direndi, direniyor. Kürt Açılımı ile bizleri karartılan tarihimizi ve talihimizi ellerimize almaya davet ediyor. 12 Eylül Anayasası’ndan, bu devlet prangasından kurtulmayı o da istiyor. Ama, „teorik“ olarak, yani şablonlarımıza göre sağda tanımladığımız bu kitlesel partiye karşı „sol“ alternatif arayışına giriyor, AKP’ye karşı „sol muhalefet“ örgütlemeye kalkıyor ve işte orada şaşıyoruz. Kitleler niye bizi anlamıyor ya da niye kendimizi anlatamadık, diye hayıflanıyoruz. Kitleler yıllardır bu şaşkınlığımıza gülüyor, gülünç duruma düşüyoruz. Kitaba bakarak değil, koca Cumhuriyet tarihine bakarak ve elinizi vicdanınıza koyarak cevap verin: AKP bir "gerici" parti mi?

Kitlesel sol parti arayışlarını ilgiyle izliyorum. Böyle bir partiyi istiyorum da. "Sol“ parti denildiği anda, bu sihirli sıfat her şeyi tarif ediyor ve sanki, daha ilk adımda düşünce tembelliğine yuvarlanıyoruz ve her kutsal sol ögütlenme çabasının sonucu "miskinler tekkesi" oluyor. Sol adında keramet yok ve solcular "seçkin kavim" değil. Bu ülkede sol siyaset; sorgusuz sualsiz zihnimizi işgal etmesine izin verdiğimiz ve genelgeçer olduğunu sandığımız kavramlara değil, bu ülkenin ilerleme mücadelesinde yaşananlara dayanarak yapılabilir.

Merkezi bulduysak ve soluna iyice baktıysak hedefe yalpalamadan ilerleyebiliriz. Merkez-sağ ve sol donmuş kurumsal ifadeler değildir. Merkezin solu da kimsenin tapulu mülkü değil, başkalarının da ve hatta “sağ” dediklerinin de gelip yurtlanma hakları var. Sol, hak ve adaletse eğer, her hayat sınavını yeniden ve yeniden kazanırsa sol olabilir.

Sol, sağ (sola göre yanlış) adımlar atabileceği gibi, unutmamalıdır ki, sağ dediği de boşluğu yakalarsa sol (sola göre doğru) yumruk atabilir. Siyaset ringi, sağ beklerken yediği sol yumruklarla serseme dönmüş boksörlerle dolu.


Talat Ulusoy

21.09.2009


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.