Belki bir gün şehre ‘insan' gelir…
01 Ekim 2014 18:31 / 4983 kez okundu!
Şehirler mi insanları oluşturur, insanlar mı şehirleri? İnsanlar yaşadıkları yeri hayat buldukları bir alana dönüştürmeye ve elverişli bir konuma getirmeye çalışırlar. Çarşısı, ibadet yeri, dinlenme ve eğlenme yeri, iş hanları, sokağı, caddesi, evi, yönetim kurumları vs. itibariyle bir inşa süreci başlar. Bu alanlara insanlar tarihsel birikimi ve gelecek tasavvurlarının el verdiği güç nispetinde şekil vermeye çalışırlar. Bu, insanların şehridir.
Bu aşamadan sonra gizli bir iktidar savaşı başlar. Şehirler inisiyatifi hemşehrilerinden almaya başlar. Bir anne-baba, arkadaş, öğretmen edasıyla kendi bünyesinde vücut bulan herkesi ve her şeyi dönüştürmeye, eğitmeye başlar. Kol kanat gerer, insanlarına. Yetiştirir, büyütür, sırdaş olur. Bunlar şehirlerin insanlarıdır.
Şehre gelen uzun bir zaman tünelinden geçer gibi dolaşır şehrin damarlarında. Onunla aynı acıyı hisseder, sevinir, öfkelenir. İki insan ilişkisinde olduğu gibi bazen insanlar şehre geldiğinde çarpılır. Bazısı uzun bir tanışıklık evresinden sonra dost olabiliyor. Bazısı hiçbir zaman barışmıyor ve kendini şehre ait düşünmüyor, zorunlu bir sürgün yaşarmışçasına… Umutlarını gömerek şehre her şeyi terk edip gider. Bazı insanlar için şehir sürgünlüktür. Şehire zorla getirilmiştir. Alıştırılmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Bugün şehirler insanların çoğunluğu insanların hayat sürgünlüklerini yaşadıkları bir mekân olmuştur.
Şehirler tarih boyunca göç alarak veya göç vererek şekillenmişlerdir. Türkiye’nin illeri 20. yüzyılın ortalarından itibaren aldıkları-verdikleri göç ile sosyo-kültürel ve ekonomik yapısında çok büyük değişmeler yaşamışlardır. Yerleşik kültürden izler yavaş yavaş silinirken, göç yoluyla taşınan kültür kendine yer bulamamıştır. Göç alan illerin geleneksel yapısı kalmaz. Çok güçlü bir yapısı olmalı ki kendisine geleni dönüştürebilsin. Geleneksel şehirlerde gelenler şehri dönüştürürken, modern zamanda ise şehirler insanı dönüştürmektedir.
Göç merkezli toplumsal yapı olduğu için her grup kendi varlığını korumaya ve aidiyetlerini sağlamaya çalışmaktadır. Sürekli farklı olanla yüzleşme mecburiyetinde kaldığı için dinamik bir süreç yaşar. Ama şehirleri esas olumsuz etkileyenler bu noktada göç edenler değil yerlilerdir. Göçün sağladığı rantlardan pay kapmak için her şeyi yok etmeye, parçalamaya ve çözmeye hazırdırlar. Yerliler bu şehri yok etmiştir.
Dünya ölçeğinden bakıldığında şehirlerin mimari-dini-kültürel kodları çözülmüş vaziyettedir. Yaşam biçimi, zevkleri, eğlenme tarzı ve giyimi ile kendine ait özgünlükleri azalmaktadır. Var olanlar ise birer nostaljik bir enstrümantal veya tüketim aracı olmaktan öteye geçememektedir. Herhangi bir ilin caddesine girdiğinizde bu şehrin tarihsel-kültürel geçmişine dair hiçbir iz bulamazsınız. Yabancı isimlerden ayartılan mağaza isimleri, tümüyle modern çağın mimarisi olan binalar, giyim-kuşam-konuşma tarzı ile artık hiçbir özgünlüğü kalmamış insanlar… Cadde köşesinde durup insanları seyrederseniz bu insanların Paris veya Londra caddelerinden gezinen insanlardan bir farkı kalmadığını görürsünüz. Ülkeler üzerindeki hegamonik gücün şehirleri esir aldığını gözlemleyebiliriz. Bu anlamda şehirler arasında fark kalmamış gibidir. Bütün şehirler nerdeyse birbirinin kopyası gibidir. Sokaklar, caddeler, alışveriş yerleri, evler… Hiçbir formu, estetiği olmayan yaşam alanları… ve insanlar… İnsanlar kendi özgünlüğünü yitirmiştir. Birbirine ne kadar çok benzedikçe yok olduğunun farkında değillerdir. Farklılıkları insanlık medeniyetinin taşıyıcı dinamiklerine koyamamaktadırlar.
İnsani şehirden, mekanik şehire geçiş yaşanmıştır. Modern çağ öncesi şehirlerde her yerde insan görülürdü. Yaşama ait olan tüm mekânlar insani önceliği taşımıştır. Modern şehirlerde insan görülmez. İnsan gizlenmiştir. Binalar ve araçlara sığınmıştır. Şehirde insan mekanik işleyişe mahkûm olmuştur. Örneğin elektriklerin kesilmesi, su şebekesinin hasar görmesi bir anda tüm hayatı felç edecektir. İnsan şehirlerde esir edilmiştir. Özgürlüğü elinden alınmıştır. Binlerce yaşam kuralına riayet etmeden yaşayamaz. Bir sanayi fabrikası gibidir artık. Her şeyin makinelere bağlı olduğu ve yönetildiği bir şehir olmuştur. Şehir insanların nefesine değil makinelerin iradesine bağlanmıştır. Şehirde insan sesi duyulmaz. Duyulan sadece makine dişlilerinin iç gıcırtılarıdır.
Artık bu şehrin insanı yoktur. İnsanın insana vefayı yitirdiği gibi yaşadığı, havasını teneffüs ettiği, en değerli sermayesi olan zamanı paylaştığı, hayatına bir anlam aradığı sokaklarında gezindiği mekâna karşı da yitirmiştir. Artık pragmatizmin egemen olduğu zamanlarda yaşamaktadır. Her şehir potansiyel sömürge alanıdır. Gittiği şehirden maksimum faydayı sağladığı oranda aidiyet hissedecek ve bu ilişkilerini kuvvetlendirecek. Ancak fırsat bulduğu anda da yeniden yer değiştirecek. Arkasına bakmayacaktır. O şehir onun için artık bir anlam ifade etmeyecektir. Ve yeniden yeni bir şehre doğru yol alınacaktır.
Bu şehir doğurduğu, emzirdiği, beslediği, büyüttüğü, hem annelik, hem babalık, hem arkadaşlık ettiği insanlarının kendisine sahip çıkmasını bekliyor. Mekânını yok eden insanın kendiside var olamaz. Şehir insanlarını arıyor. İnsanların şehirlerini hatırlamasını bekliyor. İnsanın çoğu kez yaşadığı şehrin tarihsel yapısından, sosyal dokusundan, kültürel etkinliklerinden haberi yoktur. Şehire yabancıdır, kendini ev sahibi olarak düşünmez. Şehrin sahipleri başkalarıdır. Onlar sahiplensin, tanısın ve yüceltsin ister.
Rüstem BUDAK
27.09.2014