Dayatmacılığı kabul etmiyoruz
18 Kasım 2014 14:05 / 2892 kez okundu!
Sultan III. Selim, annesi Mihrişah Valide Sultan için İstanbul Çamlıca eteklerinde yer alan arazide bir bağ köşkü inşa ettirir. Daha sonraki yıllarda diğer Osmanlı padişahlarınca yurt içinden ve yurt dışından getirilen bitki türleri ile modern bir botanik bahçesi haline getirilen bu arazi, Atlas ve Himalaya Sediri, Çam, Defne, Pavlonya, Karaağaç, Saplı Meşe ve bin bir çeşit meyve ağaçları ile donanır. Yine bu arazi içinde ünlü yazarımız Rıfat Ilgaz’ın –Hababam Sınıfı – adlı eserinin sinemaya çekildiği ve bugün artık kültür merkezi olarak kullanılan Adile Sultan Kasrı da yer almaktadır.
Yeşili, Osmanlı’dan miras işte bu değerli arazinin bir bölümü, bugün ne yazık ki, Üsküdar Belediyesi’nce imar planında yeşil alan konumundan çıkarılarak dini tesis alanına dönüştürülürken, üzerinde inşa edilecek olan dini yapı için ağaçlar kesilmek istenir. Yakın geçmişte Taksim Gezi Parkı’nda olduğu gibi çevre sakinleri, sivil toplum örgütleri ve kent gönüllüleri “dayatmacılığı kabul etmiyoruz“ diyerek bu duruma tepkilerini gösterirler ve yeşil alandaki ağaçları korumak adına yapılaşmaya karşı bir duruş sergilerler. Kent gönüllülerinin günlerdir fedakarca ve cesurca ağaçların kesilmesini önleme gayreti içinde oldukları işte bu yeşil miras, bugünlerde gündemimizden düşmeyen ünlü VALİDEBAĞ korusudur.
Şimdi, İstanbul Taksim Gezi Parkı’na gidelim. Park, 1942’de merhum Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün katıldığı bir törenle inşa edilmiştir. 2011 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nca bu parkı da kapsayacak şekilde tasarlanan “Taksim Yayalaştırma Projesi” ile 28.900 m2’lik inşaat alanlı 3 katlı Topçu Kışlası’nın yeniden inşa edileceği kamuoyuna duyurulunca mevcut park yerine bir bina inşa edilecek olması karşısında Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası, Taksim Dayanışma Grubu, kent gönüllüleri, sanatçılar, öğrenciler ve giderek tüm ülke çapında geniş kitlelerce park alanında yapılaşmaya ve ağaçların kesilmesine protestolarla karşı çıkılır…
Bu süreçte gelişen ve Dünya gündemine de yerleşen olaylar hepimizce malum olduğu üzere Taksim Gezi Parkı protestolarını bambaşka bir boyuta taşımış, yönetenlerin, toplum hassasiyetlerini dikkate almayan otoriter söylemleri, polisin aşırı şiddet kullanımı, biber gazları, can kayıpları, yaralanmalar, yaşanan acılar, gözaltılar, sivil insiyatife karşı açılan ceza davaları, sansür, iletişim yasakları hafızalarımızda en kötü şekliyle yerini almıştır.…..
Ve nihayet Anadolu; Bursa’ da konut imarı için, Manisa- Soma –Yırca Köyü’nde ise termik santral inşası için kesilen zeytin ağaçları, Ankara ‘da Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılan, maliyeti ve yapılış biçimi ile halkın dikkatinde olan saray inşası ve bu nedenle kesilmek istenen ağaçlar, İzmir’de su kaynaklarına baraj yapılmak yerine merkezi yönetimce işletme izni verilen altın madenleri, ODTÜ orman ağaçlarının yol yapılmak üzere kesilmek istenmesi, yine İstanbul’da 3.boğaz köprüsü için kesilen ağaçlar, HES ‘ler, RES‘ler ve kent merkezlerinde oluşturulan yapı yoğunluğu ile imar rantları yaratan kent kararlarına karşı sivil toplum direnişleri ülke gündemimizden hiç düşmeyen diğer sivil inisiyatif örnekleri olmaktadır…..
Peki, yerel yöneticilerin ya da ülkeyi yönetenlerin kent kararlarına karşı, protesto etmek, kamuoyu oluşturmak ya da hukuk aykırılıkları yönünden yargıya başvurmak dışında, halkın hiç mi söz hakkı mıdır? Yönetenleri seçmiş olmakla, bu yoldaki tüm haklarını seçilmişlere devretmiş mi olmaktadırlar?
Uluslararası kurallar bu konuda ne der? Biz, uluslararası kuralların neresindeyiz? Bütün bu soruların yanıtı elbette öncelikle, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyle yönetilip yönetilmediğimizden geçmektedir.
Siyasi literatürde, çoğunluğun mutlak hakimiyetini reddeden, azınlıkta kalanların da haklarına saygı duyulan demokrasi çoğulcu; Yurttaşlarına, kamu yönetiminde görüş alış verişinde bulunma ve yine yönetime aktif olarak katılma fırsatının tanındığı demokrasi de katılımcı demokrasi olarak tanımlanır. Katılımcı demokrasinin en güzel yolu ise referandumdur. Yerele özgü düşünecek olursak, bu yöntem önemli kent kararlarında ve planlamalarında kamunun halkın iradesine başvurması ve sonuçlarını da uygulaması anlamına gelmektedir.
Demokratik hukuk devletlerinde uluslararası anlaşmaların, iç hukuka kanunlar yoluyla yansıtılması esastır. Her ne kadar ülke olarak bazı maddelerine çekince koymuşsak da, Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nı (sözleşmesini) ve yine Avrupa Kent Hakları sözleşmesini imzalamış bir ülke olarak, öncelikle, bu uluslararası sözleşmelerin, kentlerimizde çoğulcu ve katılımcı demokrasinin uygulanması, kent planlamalarında ve kararlarında halk oyuna başvurulması yolundaki düzenlemeleri çerçevesinde iç hukukumuzda gerekli yasal düzenlemeleri yapmak ve yerele ait karar ve planlamalarda referandum yani halk oyuna başvuruyu zorunlu kılmaktadır.
Anayasamızın 127.maddesinde, yerelde yerinden yönetim ilkesinin esas olduğu açıkça ifade edilmektedir. Yerinden yönetim ilkesi, yerelde yaşayan halkın ihtiyaçlarının, taleplerinin dikkate alınması anlamına gelir. Oysa belediye yasalarımıza baktığımızda bu konuda, sadece gerektiğinde kamuoyu araştırması yapılır şeklinde bir düzenleme vardır ki bu düzenlemenin de kamu yönetimlerini bağlayıcı hiçbir sonucu bulunmamaktadır.
Çağdaş bir demokraside toplumsal uzlaşmanın sağlanması, doğacak çatışmaların giderilmesi ancak evrensel ilke ve yönetsel kuralların yasalarla toplum yaşamına aktarılması ile mümkün olabilir.
İşte bu noktada biz de, ülkemizde VALİDEBAĞ ve diğer tüm kent kararları için sesini duyurmaya çalışan, varlığını göstermek isteyen, protestolarıyla kamunun yönetsel tasarrufuna karşı, katılımcı iradesini ortaya koyan sivil insiyatifin “Dayatmacılığı kabul etmiyoruz” sözlerine yönetenlerce kulak verilmesini diliyor; Siyasetçi Thomas O’Neill Jr’ın “Tüm siyaset yereldir” sözünü seçilmişlere hatırlatıyoruz.
Nilay SERMİ KÖKKILINÇ
15.11.2014, Paris
Son Güncelleme Tarihi: 23 Kasım 2014 11:46