SANAT VE HAYAT

09 Mart 2020 22:07 / 4877 kez okundu!

 

 

"İnsanların korunmasız bir canlıya, başlarına bir şey gelmeyeceğini düşündüklerinde, yapabileceklerinin sınırlarını ya da sınırsızlığını görmek umutsuzluğa götürüyor insanı ama gerçekleri de görmeye neden oluyor. Bu ilkel dışavurumları izleterek başlayan ama örneğin “süt tasını taşıma” eyleminde bizi, bambaşka bir insan olma haliyle “sabır ve sükunet” le karşılaştıran performanslar; bütününde insan olmanın bir “yolculuk” gerektirdiğini anlatıyor yalın bir dille. Bir daha anlıyoruz ki insan doğmuyoruz; insan oluyoruz, hakkını verirsek, buna sabır gösterirsek."

 

****

 

SANAT VE HAYAT

 

Sanatın türlü formları farklı duygulara, algılara, kavrayışlara sebep oluyor şüphesiz ve dünyayı da daha anlamlı kılıyor.  Varoluşa dair soruları sorduruyor, bazen kendimizce yanıtlara ulaştırıyor. Sanatın, izleyenleri olarak bize yaşattıkları, deneyimlettikleri, “an”da yol açtığı duygular yepyeni fark edişlere vesile olabiliyor. 

Bu bağlamda çok zengin, çok uyarıcı, tahrik eden, dehşete düşüren bir “sergi” var İstanbul’da şu aralar. Ben “sergi” diye tanımlamayı yetersiz buluyorum bu deneyimi ama kendi kitapçığında da sergi diyor, onlar da başka sözcük bulamamış belli ki. Sanatsal “deneyim” veya “yolculuk” gibi bir tanım daha uygun olabilir Marina Abramovich’in Sabancı Müzesi’ndeki “AKIŞ” sergisine.

Marina Abramovich yüzyılın en önemli, avant garde sanatçılarından. Sıra dışı, cesur, sorgulatan performanslarıyla 70’lerin başından beri dünyayı sarsıyor. 

Size sergiyi de anlatmak isterdim;  çok güzel, çok ilham verici, düşündürücü, zenginleştirici… Ama ben başka taraftan yazacağım konuya dair. Siz, gidebilirseniz kendiniz gidin ve mümkünse rehberle gezin, arka planlarını, öyküleri, tarihsel bağlamını bilmek kavrayışı derinleştiriyor.

Benim ilgimi sanatçının hayatının “akış” ının psikolojik boyutu çekti. Marina, sanat yoluyla kendini iyileştirmiş, sağaltmış, dönüştürmüş. Bunu yaparken de bizim, insana dair çarpıcı gerçekleri de görmemize vesile olmuş. Ama asıl derdi ve uğraşı kendisiyle ve kendi dönüşümüyle belli ki. 

Kendine dair algıları, varoluşsal kaygıları, annesine olan öfkesi ve ailesi üzerinden sisteme ve işleyişe dair başkaldırısı, hepsi ama hepsi performansları yoluyla neredeyse elle tutulur hale geliyor, öylesine bir somutluk kazanıyor. Gençliğindeki öfkenin; ilerleyen yaşlarında sabra, sükunete, kabule dönüşümünü bir duygu yoğunluğuyla izliyorsunuz. İzlerken onu hem anlıyor, empati kuruyor; hem seviyor ve şefkat duyuyorsunuz. Ben ayrıca hayranlık da duydum,  şanssız çocukluğunun içinden bunu çıkarabildiği için. Kendini ifade etmenin yolunu bulabilmiş olmasının ne kadar büyük bir “hediye” olduğunu düşündüm ayrıca.  Marina, çocukluğunun travmalarını sanatı için bir hammadde olarak kullanmış; bununla da bize iki temel şey söylüyor bana göre. İlki -acılara güzelleme yapmayı hiç istemem ama- acıların içindeki potansiyeli fark etmemizi sağlıyor olması ve bunun ilham verebileceğini ortaya koyması. Diğeri ise her bir insan öyküsünün –bugün başarılı ve görkemli hayatlar içinde olsalar bile- nasıl bir kırılganlık barındırdığını hatırlatması. Marina’nın kendi anne babasının kişilik özelliklerinden kaynaklanan zorluklarının yanı sıra; içinde bulunduğu zaman ve sosyolojinin etkilerinin hayatında ne denli belirleyici olduğunu da görüyoruz hikayesini izlerken.  Hayatı, “zamanın ruhu”ndan ayrı yaşayamadığımızı, belirleyicisi olmadığımız faktörlerin bizi şekillendirdiğini de kavrıyoruz yeniden. 

Psikanalist yaklaşımın temel önermelerinden biri psikolojik determinizmdir. Bu yaklaşıma göre tüm insan davranışlarının ve insanın hayata karşı tavrının, evvele dayanan bir nedeni ve anlamı vardır. Sonuçlara bakarak sebeplere ulaşmak olasıdır. Freud, Marina’nın hayatına tanık olsaydı, söylediklerinin somut halini eliyle gösterebilirdi. Ancak erken dönem yaşantılarının hür iradenin önüne geçerek hayatı belirlediği ilkesini bir yandan doğrularken, aynı ilkeye, bir dönüşümü yaşamayı başararak meydan da okuyor Marina. Yani hayatının devamını belirleyen travmaların yansımalarını somut biçimde yaşasa da, içinden yepyeni bir hikaye yazmayı başararak çıkıyor. Hayatın kader motifi olarak önümüze koyduğu döngüyü yaşamanın ille de yazgımız olmadığını, bir dönüşüm ihtimalinin her zaman var olduğunun umudunu da bize iletiyor. Tabii kadim öğretilerin, felsefenin, pratiklerin izinden gitmeyi de ihmal etmiyor. 

Marina’nın hikayesindeki  dönüşümün ilham vericiliğinin yanı sıra; bu sergi, izleyenleri kendi dünyalarına çekilmeye ve kendi deneyimlerini yaratmaya da davet ediyor. Serginin en alt katında “Abramovich Metodu” olarak adlandırılmış bir bölüm var. Bu bölümde “siz” varsınız; kendi deneyiminizi yaşıyor, yaratıyorsunuz. “An” da kalmaya davet eden fırsatlar yaratılmış mekanda. Meditatif önermeler var, siz dilediğinizi dilediğiniz biçimde seçiyorsunuz. Tamamen sessiz bir ortamda, kendi dünyanıza çekilme imkanı veriyor size sergi. İç dünyanıza dönmeyi, orada kalmayı ve bununla baş edebilmeyi deneyimlemenizi cesaretlendiriyor. Günümüzün her an dışa dönük, her an uyaranlara açık ve neredeyse bunlara müptela insanını çok kolay gibi görünen ama olağanüstü zor bir deneyime; sabırlı olmaya ve sükunete davet ediyor. Bu kısım kendine dair keşiflerine vesile oluyor insanın. . 

Diğer yandan Marina’nın performansları sanatçının dönüşümünü bir “akış” içinde bize aktarırken, hem bu evrimi izlememizi sağlıyor; hem de hayata dair başka soruları da gündemimize çok çarpıcı biçimde sokuyor. 

Bunlardan ilki, sanatçının 20 yıl boyunca hayatını ve sanatını paylaştığı Ulay’la birlikte yaptıkları performanslarla “ilişkiler” konusunda söyledikleri.  İkili ilişkilerin diyalektiği üzerine çok basit yollarla çok önemli ifşaatlarda bulunuyorlar. Birlikte yaşamanın koruyan/besleyen yanının nasıl dönüşebildiğini; her şeyin zıddını nasıl da içinde barındırdığını müthiş çarpıcı anlatıyorlar. Bana yine Gestalt’in kutuplarını hatırlattı elbette. Her şeyin zıddı olmadan var olamayacağını ve bunu fark ederek yaşarsak ancak dengeyi kurma şansımızın, belki olabileceğini. Bağlılık/bağımlılık; şefkat/şiddet; besleme/zehirleme…hepsi tüm ilişkilerde birlikte var. Bunun dengesini kurabilmek de hayatın sınavlarından. Yanı sıra yine ilişkilerde kartopu gibi küçücük başlayan tavır değişikliklerinin, nasıl büyük bir çığa dönüşme potansiyeline ve tehlikesine sahip olduğuna da dikkat çekiyor bu performanslar.

Bir de insan doğasına dair hatırlattıkları var Marina’nın. En ünlü performanslarından biri olan Ritim 0 ile insanın içindeki şiddeti tokat gibi anlatıyor. Şüphesiz onun için de çok çarpıcı bir deneyimdi. İnsanların korunmasız bir canlıya, başlarına bir şey gelmeyeceğini düşündüklerinde, yapabileceklerinin sınırlarını ya da sınırsızlığını görmek umutsuzluğa götürüyor insanı ama gerçekleri de görmeye neden oluyor. Bu ilkel dışavurumları izleterek başlayan ama örneğin “süt tasını taşıma” eyleminde bizi, bambaşka bir insan olma haliyle “sabır ve sükunet” le karşılaştıran performanslar; bütününde insan olmanın bir “yolculuk” gerektirdiğini anlatıyor yalın bir dille. 

Bir daha anlıyoruz ki insan doğmuyoruz; insan oluyoruz, hakkını verirsek, buna sabır gösterirsek.  

 

Meltem GÜRLER

www.meltemgurler.com

 

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.