Kentsel Dönüşüm üzerine
12 Ocak 2013 00:59 / 2954 kez okundu!
Her endüstriyel üretim, karı maksimize etme adına tüm girdi maliyetlerini en alt düzeyde tutma eğilimindedir. Bu faktörler arasında da emek yeterince örgütlenme şansı bulamadığında üretimden en küçük payı alır. 1950’lerde başlayan Türkiye sanayileşmesi de ucuz emek stratejisi üzerine oturtulmuştur. Ancak bu strateji, bugün Çin’de uygulanan uluslararası rekabette avantajlı duruma geçme kaygılarından çok, sermaye birikimi yoluyla ulusal bir burjuva sınıfı yaratmaya yöneliktir.
İşte bu ucuz emek stratejisinin en önemli ayağı, gecekondulaşmayı görmezden gelmek, zaman zaman teşvik edilmesini gerektirmiştir. Emeğin yeniden üretilmesindeki en önemli harcama kalemi, şüphesiz ki barınmadır. O nedenle, barınma sorununu en ucuza çözebilen ve emek piyasasında rekabet eden emekçi sınıflar, iş gücü ücret taleplerini en altlarda tutmak zorunda bırakılmıştır. Çoğunlukla hazinenin bedava arsaları üzerinde üst üste konulan biriketlerle ucuzundan elde edilen bu mahcup edici düzeyde konforsuz bu yapılar Türkiye Sanayileşmesinin ucuz emek garantisi olmuştur. Çünkü kaliteli barınma hem kamuya bu konuda görev ve maliyet yükleyecek, hem de iş gücü ücretlerinde artışa neden olacaktır ki bu, istenmemiştir. Her ne kadar 1966 yılında 775 sayılı Gecekondu Kanunu yerel yönetimlere gecekondulaşmaya karşı altyapısı hazır arsa üretilmesi görevi yüklemiş olsa da, bu kanunun başarılı bir tek örneğini göstermek mümkün değildir.
1985 yılında çıkan 2805 ve 2981 sayılı İmar Affı yasaları, bu sağlıksız kent bölgelerinin kısmen iyileştirilerek emlak vergi tabanı içine alınması amacı gütmüştür ve bir Dünya Bankası önerisidir. Bu tarihten itibaren 1 ya da katlı olan bu 2 masum emekçi konutları, yoğunlukları 4 katına çıkartılarak yasallaştırılmış, sorun iyice içinden çıkılmaz hale getirilmiştir. 1999 depremi ve sonrasında devam eden doğal afetler, Türkiye’yi ister istemez bir yapı kalitesi envanteri çıkarmaya itmiş, bunun sonucunda da ülke metropollerindeki konut stoğunun, neredeyse yarıdan, üçte bire kadarki kısmının bir biçimde sorunluğu olduğu ortaya çıkmıştır. İronik olan, gecekondu alanları dışındaki yasal yapıların da önemli bir kısmının risk taşıyor olmasıdır.
Bugün, hemen herkesin üzerinde hem fikir olduğu konu bu alanların yenilenmesi, sağlıklı ve dayanıklı hale getirilmesidir. Bu fikir, zaten inşaat sektörü teşvikine dayalı kalkınma modelini seçmiş olan mevcut hükümet tarafından da büyük bir hevesle benimsenmiştir. Ancak, kritik nokta, böylesine büyük bir dönüşümün nasıl bir model ve hangi sermayeyle yapılacağı konusudur. Bunun için öncelikle 2516 sayılı Büyükşehir Belediyesi Yasası 73 madde ile büyükşehir belediyelerine yetki verilmiştir. Ancak bu madde, gönüllülük esasına nedeniyle etkin olamamış sonuçta, yürütmeye olağanüstü yetkiler ve takdir hakkı tanıyan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanlarının Dönüştürülmesi Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Bu kanunun niçin olağanüstü yetkilerle çıkarıldığı ve bunun yaratabileceği hak kayıpları ve sosyal sorunlara kısaca değinmekte fayda vardır.
Yasaya göre hangi alanların dönüştürüleceği Bakanlar Kurulu kararına bırakılmaktadır. Ancak, bu dönüşüm alanlarında hangi binaların yıkılması gerektiği konusu ise, bilirkişi tespitine bırakılmış bir konu olup, bu konuda ne yasada ne de ilgili yönetmelikte, bilirkişi yeterliliği ve afet riski konusunda net bir tanım yapılmamıştır. Belirtilmelidir ki, bir kez inşa edilmiş bir yapının çok bariz proje ve malzeme sorunları bulunmadığı sürece, afet dayanıklılığını tespit etmek hem oldukça zor hem de oldukça maliyetli olabilecektir. Tespit ediliyor olsa bile, bu alanların sağlam yapılarla birlikte proje bütünlüğü içinde nasıl dönüştürüleceğine yönelik herhangi bir model önerisi bulunmamaktadır. Bir diğer deyişle, bir dönüşüm alanındaki sağlam yapıların da yıkılması zorunluluğu olacak mıdır, olacaksa bu bir kaynak israfı olmayacak mıdır?
Öncelikle, bir kentsel dönüşümün başarısı, dönüşüm öncesindeki değer ile dönüşüm sonrası teşekkül edecek değerin arasındaki farkın büyüklüğüne bağlıdır. Düşük yoğunluklu bir mahalledeki dönüşüm, yüksek nüfus yoğunluğuna sahip bir mahalleye göre daha karlı olacağından, başarı şansı yüksektir. Ancak, dönüşüm alanlarının önemli bir kısmının 2981 sayılı yasayla yüksek yoğunluklara ulaştırıldığı düşünüldüğünde, geriye kalan tek alternatif, değerin tespitinde ve dağıtımında olağanüstü yetkilere sahip olmaktır, ta ki değere müdahale ile projeler karlı hale getirilebilsin. Zaten yasaya göre, bir alan ya da yapı, riskli ilan edildiğinde itiraz mümkün değildir. Bedel tespitine, ya da değer bölüşümüne yönelik itirazların yargı yoluyla denetimi ise önemli ölçüde kısıtlanmaktadır. Bu ise mülkiyet hakkının önemli ölçüde kısıtlanması anlamına gelmekte olup, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilme potansiyeline sahiptir.
Değer, özellikle konut piyasasında her zaman en tartışmalı konulardan birisi olagelmiştir, son derece sübjektif esaslara dayanır ve proje başarısını etkilemede kilit konumdadır. Geçmiş yıllarda, üzerinde herhangi bir yapı stoğu bulunmayan tarımsal arazi ve kentsel arsa düzenlemeleri konusunda yaşanılan itirazlar ve uyuşmazlıklar, bu türden düzenleme çabalarının tamamına yakınının yargı eliyle iptal edilmesi ile sonuçlanmıştır. O nedenle, yasa dönüşüm konusunda yürütmenin yargı yolu ile durdurulması gibi doğal bir hakkın kullanılmasını engellemek yoluna gitmiştir. Dava açılabilme hakkı elbette vardır, ancak, davalar sonuçlanıncaya kadar zaten dönüşüm, rantın teşekkülü ve adil olmayan paylaşımı gerçekleşmektedir. Sonuçta, Sulukule örneğinde yaşanılan da budur. İdare mahkemesi, yürütmenin durdurulması kararını, Sulukule’deki yıkımlar tamamlanıp, yeni yapıların inşa. edilmesinden sonra vermiştir.
Örneğin, bir mahallede her biri bir daire sahibi olan sakinler, dönüşümden sonra en az bir daire alabilme garantisine sahip değillerdir. Belki yeni yapılan bir daire ancak birden fazla malik arasında hisselendirilerek paylaştırılabilecektir. Bunun gerekçesi de önceki konut değerinin düşük, yenilerinin de oldukça yüksek olduğudur. Ancak bu değerlendirme için somut değerleme kritelerleri yasa tarafından belirtilmemiştir. Zaten bire bir konut verilmesi, yüksek yoğunluklu bu alanlarda, dönüşümün tüm ekonomik karlılığını ortadan kaldıracak, kamu sübvasiyonu gerektirecektir ki bu da çok önemli bedeller gerektirebileceğinden, mümkün değildir. Bu da dönüşümün, kent merkezlerinde tek tük kalmış düşük yoğunluklu,
halâ gecekondu olarak kalmış alanlarda başlayacağını ima etmektedir.
Malikler dışında, bu alanlardaki ucuz kiralık evlerde mütevazı gelirlerle yaşama tutunmaya çalışan bu insanların nereye gidecekleri ve hepsinden önemlisi de bir daha yaşama tutunma şanslarının olup olmayacağıdır. Yasa bu konuda herhangi bir öngörü sunmamış, sadece maliklerle ilgilenmiştir. Bu insanların kendi koşulları içinde yaşama yeniden tutunma şansı olmaması, tüm sosyal sonuçlarıyla birlikte yeniden bir zorunlu göç dalgası demektir. Örneğin, bugün bir çok Roman ve yoksul mahallesinde, bakkallardan hala dilimle margarin, kaşıkla salça alındığı, insanların büyük çoğunluğu tarafından bilinmemektedir.
Yukarıda da belirtildiği üzere, afet riski taşıyan ve/veya sağlıklı kentsel ortamı bulunmayan alanların dönüştürülmesi konusunda herkes fikir birliğine sahiptir. Ancak, bu dönüşümde önerilecek model, halihazırda zaten dejavantajlı konumda olan insanların (yaşama tutunma) haklarını mutlaka garanti altına alacak biçimde ve kesinlikte olmalıdır. Ancak bu konudaki muğlaklık, bu durumu piyasanın vicdanına terk etmiştir. Çıkarılan yasaya bir de şu açıdan bakmak faydalı olacaktır. Yapılması düşünülen herhangi bir şeyin, piyasa açısından herhangi bir karlılığı söz konusu olduğunda, bu durum, ilave bir müdahale olmaksızın zaten gerçekleşecektir. Nitekim, yapılaşması ya da dönüşümü karlı olabilecek alanlar, özel sermaye sahibi girişimler tarafından ya satın alınarak, ya da inşaat ortaklığı biçiminde yapılaşmaktadır. Afet riski altındaki kentsel alanların sağlıklılaştırılmasına yönelik yasa, dönüşümlerin kamu sektörü eliyle yapılacağına dair herhangi bir yükümlülük öne sürmemektedir. Öte yandan, özel sektörün, piyasa karlılığı içinde bu işe girmesi ancak iki şekilde mümkündür: (i) özel sektör karlılığını sağlayacak kamu sübvansiyonu araçlarının geliştirilmesi; (ii) dönüşüm alanlarında yaşayan malik ve kiracıların hakları konusunda kısıtlayıcı önemlerin getirilmesi ya da hak arama mekanizmalarının kısıtlanması. Mevcut yasa ve sonrasındaki ilgili yönetmelik, ikinci şıktaki durumu mevcut muğlaklıklar göz önüne alındığında tanımlar niteliktedir.
Hatırlatılması gereken bir başka nokta ise, yukarıda belirtilen sosyal faktörleri göz ardı eden dönüşüm projelerinin, istenmeyen toplumsal sonuçlar yaratabileceği gerçeğidir. Yakın zamanda Paris Vincennes Üniversitesi Şehircilik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Nora Şeni bir ulusal gazeteye verdiği demeçte İstanbul’daki kentsel dönüşüm için uyarıp: “Fransa’da da böyle vahşice yapıldı. Sonucu banliyö şiddeti oldu” demiştir. Şu kısacık satırlarından da anlaşılacağı üzere, 6306 sayılı yasanın önerdiği modelle dönüşüm, hakkaniyetten kolayca uzaklaşılabilecek gibi görünmekte, kent merkezlerindeki ağırlıklı olarak yoksul ve dezavantajlı insanların oturmakta olduğu, kıymetli ve düşük yoğunluklu alanların kolayca el değiştirmesinden sonra sürdürülemez olduğu izlenimi vermektedir. Umulur ki geriye kalacak olanlar, yaşamları çalınmış ve yaşama tutunmaya çalışan yoksullar değildir.
Prof. Dr. H. Murat ÇELİK
İzmir Yüksek Teknoloji Ensititüsü, Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı
Son Güncelleme Tarihi: 15 Ocak 2013 18:52