'Kalkınma' Masalıyla Sömürgeleştirildik!

07 Kasım 2009 01:45 / 2928 kez okundu!

 


“Dünya insanların gereksinimlerini
Karşılayabilir, ama ihtiraslarını asla.”
Gandhi


Dünyanın 20.yüzyıldaki toplumsal yaşamını ve düzenini kapitalizm belirlemiştir. Bu nedenle günümüzün tüm toplumsal sorunlarında olduğu gibi, çevresel ve ekolojik durumun değerlendirilmesi de, doğal olarak kapitalist üretim biçiminin değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Bugün kriz düzeyinde yaşadığımız çevresel ve ekolojik yıkımın baş sorumlusu, dünyaya egemen olmayı başarabilmiş kapitalist politikalardır. Kapitalizm, insanı ve doğayı ekonomik çıkarlarına uydurmağa çalışmaktadır. Kapitalizm, tüm bilimsel verileri ve teknolojik olanakları sadece kâr amacıyla kullanmaktadır. Kapitalizm için insansal ve doğal değerler kâr sağlamıyorlarsa hiçbir anlam taşımamaktadır. Ünlü deyiştir: “Kapitalizm, gölgesinden yararlanamayacağı ağacı keser.”

Gerek kapitalizmin sömürgeci doğasıyla tanımlanabilen “kalkınma”, gerekse bu kalkınma anlayışı ile biçimlendirilmiş olan yaşam alanları, insanın kendisine, üyesi olduğu topluma ve parçası olduğu doğaya yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir. Yaşamın sürdürülebilmesi için, insanlığın her türlü üretim etkinliğinin, doğanın yaşamın sürdürülebilirliği sınırları içinde kalması zorunludur. Bu da ancak, ekonomik, bilimsel, teknolojik etkenlerin toplum yararına kullanıldığı; sınıfsız, dizgesiz, eşitlikçi, katılımcı, sömürüsüz, paylaşımcı, demokratik toplumsal yapıyla olasıdır. Bu yapının siyasal adı da “eko-komünal toplumdur".

20 0cak 1949’da yeni bir çağ başlıyordu: Kalkınma Çağı! ABD’nin yeni başkanı Harry S. TRUMAN, göreve başlarken yaptığı konuşmasında: “… Az gelişmiş bölgelerin geliştirilmesi ve ekonomilerinin büyütülmesi için bilimsel ilerlememizi ve endüstriyel gelişmemizi yeni bir cesur programla bu bölgelere sunmamız gerekiyor… Eski emperyalizmin başka ülkelerden kâr elde etmesi gibi bir anlayışın bizim programımızda yeri yoktur. Bizim tasarladığımız demokratik ve namuslu alış veriş yapma ilkesini temel alan bir kalkınma programıdır…” diyordu. Yeni dönemin yeni retoriği artık “kalkınma” idi.

ABD kalkınmacı retoriğe sarılarak, komüncülüğün yayılmasının önünü kesmek ve Amerikan yatırımlarının önünü açmayı amaçlıyordu. Kalkınmacı retorik, emperyalizmin “Yeni Sömürgecilik” evresindeki egemenlik ve sömürü ilişkilerini meşrulaştırmanın bir aracı olarak ortaya atıldı. Sömürgeci güçler, batı kültürüyle koşullandırılmış yerli yönetici elit kesimi de
göreve getirerek, çıkarlarını güvenceye aldılar.

1997’de Yayınlanarak 40 dile çevrilen, Booker Prize ödüllü "Küçük Şeylerin Tanrısı" ile 1999’da yayınlanan "Yaşamın Değeri" adlı kitaplarıyla dünya çapında ün yapan Hintli yazar, savaş karşıtı eylemci Suzanna Arundhati ROY , "... Kalkınma adı altında seçilen yol, bunu "ödeten" ile "ödeyen"in arasında biçimleniyor. Hindistan 50 yıl öncesine göre 20 kere daha fazla elektrik üretiyor ama size demiyorlar ki evlerin yüzde 80’inde elektrik yok ve bu nüfusun yüzde 90’ı yoksul. Sadece zirvede yaşayan nüfus gitgide daha çok elektrik kullanıyor ve bu yüzde 10’luk nüfus daha fazla tükettiği için ülkenin "kalkındığından" söz ediliyor. 15 yıldır Yeni Delhi’de yaşıyorum, insanların bir kısmı zenginleştiler, daha büyük arabalar, daha büyük evlere sahip oldular ama hava "siyah"laştı ve yoksullar kentin her köşesinde kalabalık yığınlar halinde yaşıyorlar. Bir gün zenginler tüketim tarzlarını değiştirebilmeyi başarabilecekler mi bilmiyorum, ancak itiraz edilemez bir bencillikleri var. Şunu söyleyebilirim; Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi organlar, üçüncü dünya ülkeleri ile Batı ülkeleri arasında bir koalisyon kuruyor ve "yardım" maskesi altında üçüncü dünya ülkelerinin doğal kaynakları satılıyor. Hindistan bugün yönetimini büyük uluslararası organların hizmetine sunmuş durumda.” diyor.

“Geri kalmış” ülkelere yardım(!) da edilmesi gerekiyordu. MARSHALL Yardımı devreye sokuldu. Bu yardım, tulumbaya verilen bir maşrapa su gibiydi. Bu yardımı verdikten sonra, yardım edilen ülkenin tulumbasından istediğiniz kadar su çekilebilirdi. Bu geri ülkelerin sömürgeci kültürüyle yetişmiş veya gerici, işbirlikçi yeni yöneticilerinin de çıkarına geliyordu. Geriliklerini ileri sürerek yardım isteminde bulunan sömürgecilere bağımlı yöneticiler, yardımlardan aldıkları payla sürekli zenginleşiyorlardı.

1960’ların Sonuna gelindiğinde “kalkınma” ile ilgili söylemle, gerçekleşenler arasındaki uyumsuzluk ortaya çıkmış bulunuyordu. Beklentilerin aksine yoksulluk, işsizlik ve açlıkla birlikte “doğal tahribat” ta ilk kez gündeme geliyordu.“Büyümenin Sınırları Raporu” ile Roma Kulübü, büyümenin neden olduğu ekolojik sorunlara dikkat çekiyor ve “sıfır büyüme” öneriyordu. Oysa kapitalizmin karakteri gereği büyümenin durdurulması hiçbir şekilde olası değildi. Bu koşullarda artık “kalkınma” kavramı önüne bir başka sözcük eklenerek kullanılmalıydı.

“Sürdürülebilir Kalkınma” son dönemde en uygun bulunan ve kullanılan sıfattı. Kalkınmanın sürdürülmesi ne demekti? Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nca hazırlanan bir raporda: “sürdürülebilir kalkınma, en genel anlamıyla karar vermede ekonomik ve ekolojik düşünceleri bütünleştirme ana teması ile bugünün gereksinimlerini ve beklentilerini geleceğin gereksinim ve beklentilerinden ödün vermeden karşılamanın yollarının aranması” olarak tanımlandı.1989’da Dünya Bankası’ndan John Pessey “sürdürülebilir kalkınma”nın 37 farklı tanımının yapıldığını saptamıştı. François Partant de aynı dönemde 60 tanıma ulaştığını ileri sürüyor ve bunları ekonomik merkezli ve antropolojik merkezli olarak iki guruba ayırıyordu. Bunlardan birincisi insanın gönencini esas alırken, ikincisi genellikle temel amaç olarak yaşamın korunmasına önem veriyordu. Tüm canlıların, hiç olmazsa henüz yok olmamışlarının yaşamalarının sağlanmasını amaçlıyordu.

İlk bakışta içerdiği bütün ‘ iyi (!)’ niyete karşın sürdürülebilir kalkınma kavramı da uygulamaya yönelik taşıdığı belirsizlikler ve muğlaklık nedeniyle, gelişmiş Kuzey ülkeleri’nde ve geri kalmış, sömürülen Üçüncü Dünya ülkeleri’nde tamamıyla farklı sonuçlar doğurmaktaydı. Özgür Üniversite Formu’nun 19. sayısı (Temmuz-Eylül 2002) “Sürdürülebilemez Kalkınma” da, Georgescu-Roegen NICHOLAS’ın “Şüphesiz sürdürülebilir kalkınma en zehirli reçetelerden biridir.” diyor.

Yeni sömürgecilik döneminde, önlerindeki tüm ulusal yasal engelleri kaldırtabilen ve işbirlikçilerini yönetime getirebilen çok uluslu şirketler, hızlı bir biçimde geri kalmış, sömürdükleri ülkelerde ‘yatırım’lara giriştiler. Bu da çevre sorunları açısından iki önemli sonuç doğurdu:

1. Üretim için gerekli kaynakların Üçüncü Dünya ülkelerinden Kuzey ülkeleri’ne aktarılması (hammadde ve madenlerin yağmalanması, v.b). Sömürgen ülkeler, bu sömürgeci politikaları gereği olarak, kendi ülkelerinde doğal kaynakların hammadde olarak dışalımını özendiriyorlar. Örneğin, OECD ülkelerinde çeşitli hammadde dışalımlarına uygulanan ortalama gümrük vergisi oranları şöyledir: Bakır’da; bakır cevheri ve konsantresi % 0, bakır tel % 4.6, bakır boru ve tüpler % 4.12, bakır mutfak eşyası % 3.98’ dir. Alüminyum’da cevher ve konsantresi % 0, hurda olmayan metal % 4.10, tel % 6.13, masa ya da mutfak eşyası % 5,83’dir. Bu oranlar petrol için % 0, reçine, politerpen için % 7.00, naylon kumaş için % 8.47, PVC için % 7.52, polikarbonatlar için % 7.84. Bu dağılım çinko, kalay, nikel, kurşun için de benzer bir görünümdedir.

2. Çok su ve enerji gerektiren yatırımlarla eskimiş teknolojilerin ve sömürgen ülkelerde toplumsal tüketim ve endüstriyel üretim sonucu oluşan atıkların üçüncü dünya ülkelerine aktarılması. (Madencilik, gemi sökümü, demir-çelik, deri sanayi, çimento, kültür balıkçılığı, v.b.) Altın madenlerinde su tüketimi için, Maden Müh. H.GÖKVARDAR ve Yrd. Doç.Dr. E.Yaser KÜÇÜKGÜL’e göre 1 ton kayaç için 3 ton su kullanılması gerekmektedir.

Anlaşılacağı gibi, yeni sömürgeciler, sömürdükleri ülkelerim madenlerine el koymaktadırlar. Tüm ülke ulusal gelirinin içinde, maden dış satışlarından elde edilen gelirin oranı ne kadar yüksekse, o ülke o kadar geri kalmış demektir. Örneğin, BOSTWANA’da elde edilen tüm ulusal gelirin % 35,1’i maden dış satışlarından elde edilmektedir. Bu ülkenin dünya insani gelişmişlik sırasındaki yeri de 122.liktir. Bu veriler Sierra Leone için % 28.9 pay ve 174.sırada; Zambiya için % 26.1 ve 153.lük; Birleşik Arap Emirlikleri için % 18.4 ve 45.lik, Bahreyn % 16.4 ve 41.sırada, Şili % 11.9 ve 38.sıradadır. Madenlerimizi çıkartıp, satmakla zengin olacağımızı düşünmek ham bir hayâldir. Bu sömürgecilerin propagandası sonucu oluşturulmuş bir önyargıdır.

Aynı şekilde dışsatımda hammaddelerin oranı arttıkça büyüme hızı düşmektedir. Maden yoksulu 7 büyük ülkenin 1970-93 arası ulusal gelir artış ortalaması % 3,7 iken, Maden kaynak zengini 16 küçük ülkenin 1970-93 ulusal gelir artış ortalaması % -0,2 dir. Bütün ülkelerin 1970-93 arası ulusal gelir artış ortalamasi ise % 1,1dir.

Sömürgeci devletler bu sömürü düzenini sürdürebilmek için, sömürdükleri üçüncü dünya ülkelerini gittikçe derinleşen bir dış borç çıkmazına sürüklemekte, Kuzey’den üçüncü dünya ülkeleri’ne kaynak akışını zorunlu hâle getirmektedirler. 1982 –1990 yılları arasında Üçüncü Dünya ülkeleri, Kuzey’e 1.345 milyar USD.“ borç” ödedi. Ancak aynı yıllarda Üçüncü Dünya ülkeleri’nin Kuzey’e olan ‘borçları’ 900 milyar USD ‘dan 1.470 milyar USD.’na yükselmişti. Bu koşullar altında güney ülkeleri “çare” yi ellerindeki doğal kaynakları pazarlamakta aramaktadırlar.

Delawara Kabilesi reisi Okanıcon, yaşam alanlarını talana ve işgale gelen beyaz adam için “… Bizim küçük bir memleketimiz vardı. Onların ülkesi genişti. Biz, büyük ruh’un bizim için yarattığı şeylerden hoşnuttuk. Onlar ise değildi. Uygun bulmazlarsa ırmakları, dağları bile değiştiriyorlardı” demiştir. Bugün ise böyle bir karşı çıkış yoktur. “... Sizin gibi şirketleri çekebilmek için... Dağlarımızı düzledik, ormanlarımızı tıraşladık, nehirlerimizin yollarını değiştirdik, şehirlerimizi kaydırdık... Tüm bunlar sizin için, şirketleriniz için, burada Filipinler’de daha kolay, daha kârlı iş yapabilmeniz için ...” diyerek, Filipinler Hükümeti’nce “Fortune” dergisine, böylesine onursuzca ve aşağılık bir ilân verilebilmektedir. 27 temmuz 2009 tarihli Der Spiegel Dergisinin haberinden; Türkiye Tarım Bakanı Çin, Japon, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine sesleniyor: “Gelin, beğenin, Türkiye’den istediğiniz toprağı alın...” demektedir.

Geri ve kirli teknolojilerini ihraç ediyorlar, sömürge yatırımları yapıyorlar, iç savaşları kışkırtıyorlar. Böyle yaklaşımların da, çevresel ve toplumsal sorunlar bakımından sonuçları oldukça ağır olmaktadır. Bu anlayışlarıyla yaptıkları yatırımlarla, sömürgeci devletler ve korudukları şirketler, son 30 yılda dünyanın yaşam kaynaklarının yüzde 30’unu yok etmişlerdir. Teknolojinin sunduğu olanakların, doğanın sınırları içinde kalması gereklidir.
Canlıların yaşamı pahasına “kalkınma” gerçekleştirilemez. Yaşam yoksa, kalkınmanın ne anlamı olabilir ki?

Evet, kalkınma masalı ile sömürgeleştirildik. İnsanlar sermayenin çıkarları için köleleştiriliyorlar. Hatta köleleştirilmiyorlar bile; kullanılıp atılıyorlar. Bu koşullarda seçimimiz hangisi olacak? Sermayece kullanılıp atıldığımız sermayenin düzeni mi, yoksa insanca yaşayabileceğimiz; özgürlükçü, eşitlikçi, sınıfsız, doğanın kabul edebileceği sınırlar içinde yaşamsal ve zorunlu toplumsal gereksinimler için üretim ve tüketim yapılan bir düzen mi?


Ertuğrul Barka

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
30 Ocak 2010 02:53

Adnan SERPEN

Ertuğrul Bey,

Yorumlarınızda yerden göğe kadar haklısınız,tamamen katılıyorum.Bu konuda sizin yazınıza katıkı sağlamak amacıyla yıllar önce yazılmış bir kitabı sizinle ve okuyucularımızla paylaşmak istiyorum.Charles L.Mee,Jr tarafından kaleme alınan ve "Meeting at Potsdam" ismiyle 1975 yılında yayınlanan kitabı,yine ayni yıl Altın Kitaplar Basımevi tarafından "YAĞMA" adıyla türkçeye çevirildi ve ülkemizde yayınlandı.Bu kitapta süper güçler tarafından II.Dünya Savaşı sonrasında dünyanın nasıl paylaşıldığı anlatılmasının yanında sizinde bahsettiğiniz Marshall yardımlarının ne olduğu,II.dünya savaşı sonrası A.B.D'nin Almanya'yı tekrar inşa etmek için başlattığı insani olarak nitelendirdiği bu yardımlarının ne amacı taşıdığını,almanya için ne anlama geldiğini ve oynanan oyunun nasıl planlandığı çok güzel bir şekilde anlatılmaktadır.sömürü 21.yy dünyasında küreselleşme ve serbest piyasa ekonomisi aldatmacası altında bu sömürü sistemi uygulamaya konuldu,yaşanan son küresel mali kriz sonucunda bu sistem alaşağı oldu,şu anda alaşağı olan bu dünya sömürü sistemi,tekrar sistemin yeni aktörleri tarafından "Yeni Dünya Ekonomik Sistemi" adı altında yeniden inşa edilmeğe çalışılmaktadır.Yazınızın sonunda yer alan " Evet,kalkınma masalı ile sömürgeleştirildik.İnsanlar sermayenin çıkarları için köleleştiriliyorlar.Hatta köleleş tiril miyorlar bile;kullanılıp atılıyorlar.Bu koşullarda seçimimiz hangisi olacak ? Sermayece kullanılıp atıldığımız serma yenin düzeni mi,yoksa insanca yaşayabileceğimiz;özgürlükçü,eşitlikçi,sınıfsız,doğanın kabul edebileceği sınırlar için de yaşamsal ve zorunlu toplumsal gereksinimler için üretim ve tüketim yapılan bir düzen mi " sorularınızda haklısınız ve size katılıyorum,30 Ocak 2010 tarihiyle yaşanan ve gündemde yerini alan olaylara baktığımızda "TEKEL İŞÇİLERİNİN YAŞADIKLARI VE YAŞAMAKTA OLDUKLARI DRAM" sorularınıza güzel bir örnek oluşturmaktadır,saygılarımla.


Adnan SERPEN
İZMİR
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.