20. yüzyılın kederinden mekânın ve hikâyenin payına düşen

27 Mayıs 2013 20:35 / 4330 kez okundu!

 


İçinde yer aldığımız eylemlilik hallerini hikâye etmenin normatif yapılarla ilgili bir zorluğu olsa da, böyle bir anlatı imkânsız değil. Hele ki hikâye anlatıcıların coğrafyasından gelmişseniz… Herkesin aslında sadece ve sadece kendi hikâyesini anlattığını daha çocukluğunuzda öğrenmişseniz...

“20. Yüzyılın Kederinden Mekânın ve Hikâyenin Payına Düşen” İzmir kentinde yağmurlu bir gecede yaptığım konuşmanın başlığı… “Mekân Hikâyeleri”, kısa, deneysel, imgesel bir öykü dili kurmaya çalışmakla geçirdiğim yirmi yılın on yılı aşkın bölümünde yazılmış ve zamanın, kentin, evin, insanın birer mekân olduğunu söyleyen öykü kitabım… Konuşmanın sunulduğu ve kitabın içindeki kimi öykülerin paylaşıldığı “Cafe Colette- Marifet”, Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu bir ahçı olan Fatma Çal’ın Alsancak’ın tarihi sokaklarından birinde açtığı ve o hindi dolması yaparken, binbir çeşit otu birbirine karıştırırken ya da çocukluk günlerimizi karşımıza getiren kuzinenin üzerine kestane dizerken edebiyattan, kentten, kadın sorunlarından söz edilmesini istediği küçük kafe… “20. Yüzyıl” ise görkemli bir devinim, yeni başlangıçlar, heyecan verici değişimler; ama açlık, ama yoksulluk, ama sömürü, ama tüketim, ama savaş, ama ölüm, ama kan…

20. yüzyıl bana göre, “İçinde yaşamak için makine projesiyle uğraşan ve mimarlık hizmet etmektir diyenlere yanıtımız şu oldu: Mimarlık coşku vermektir.” cümlelerini kuran ve büyük bir çağın başladığını haber veren Le Corbusier… Geleneksel toplum yapısının karşısına “Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçimde.” satırlarıyla çıkan Virginia Woolf…Bir zamanlar çirkin bir demir yığınına benzetilen Eyfel Kulesi’ni “Kule tüm dünyada varlığını korur.” sözleriyle onurlandıran Roland Barthes…Aşkın ve sanatın kenti olarak dile düşmüşken İkinci Dünya Savaşı’ndaki trajedisi İlya Ehrenburg tarafından konu edilen Paris… Auguste Perret, Adolf Loos, Steiner Evi, Bauhaus, Frank Lloyd Wright, Cabaret Voltairie, Dada, Oscar Niemeyer, Berlin Duvarı, Che, 1968 Hareketi, Beat Kuşağı, Hundertwasser, Küf Manifestosu…Modernist ideallerin büyüklüğü ile içerdiği açmazlar arasındaki paradoksu “Le Corbusier isimli bir kentte yaşamış olmayı isterdim.” cümlesiyle dile getirdiği söylenen Louis Kahn…Tekdüze, sıkıcı, boğucu bir döngü haline gelen yapılaşma eyleminin tüm günahı üzerine yüklenerek dinamitlenen Pruit Igoe konut kompleksi… Beklenmedik bir darbe ile yıkıldığı için tüm dünyayı şizofrenik bir mekân haline getiren Dünya Ticaret Merkezi… Mario Giardona tarafından hikâye edilen ve insanlara verilen gardiyan-mahkûm rollerinin şiddet dolu bir gerçeğe dönüştüğünü ortaya koyan Zimbardo deneyi…

20. yüzyıl boyunca gelişme arzusu hiç durmadı. Yenilik peşindeki koşu hiç bitmedi. Savaşlar hiç tükenmedi. Yazarlar, ideallerin heyecanını yazdıkları kadar körleştiren hırsın yarattığı acıyı da yazdılar. Gün gelip o acı kedere dönüştü; hepimizin hikâyesine yansıdı; bizim hikâyemize de… Ölümün ve hayatın içinde birlikte yaşadığı evlerden, gündüzleri duvar örücülerin ortaya çıktığı, geceleri duvar yıkıcıların dolaştığı ülkelerden, ışıktan korkanların derinliklerine saklandıkları labirentlerden, bittikçe kendisini yeniden başlatan hayat hikâyelerinden, yeryüzündeki konumunu “Gitmedim. Ama kalmadım da” diye özetleyen insanlardan söz eden “Mekân Hikâyeleri”nin hikâyesine de… İzmir kentinin 1990'lı yıllarında dost sofraları sevenler ile "yalnız-özgür" yürütülmüş mücadele hikâyeleri ile ilgilenenlerin yeri olarak Alsancak'ta varlık bulduktan sonra kapanmış ve şimdi kendisine yeni bir başlangıç yapmış olan “Cafe Colette-Marifet”in hikâyesine de…Bu kafe bünyesinde on dokuz sayı çıkarılmış ve kendisine Dimitrios Antoniu'nun "Kötü Tüccarlar" şiirindeki "Tanrım biz basit insanlardık / Mal alıp satmaktı bizim işimiz / Ve kimsenin almayı düşünmediği mallardı ruhlarımız / Kumaşın kenarına bakıp paha biçmezdik / Ölçtüğümüz kumaşta hile hurda olmazdı / Hiç yarı fiyata satmaya kalkmazdık kalan parçaları /Buydu günahımız / Yalnız iyi mal alıp satmaktı bizim işimiz/ Hayatta bir küçük köşemiz olsun bu bize yeterdi/ Değeri çok olan eşya hayatta az yer tutar / Biz nasıl bir ölçü kullandıysak şimdi sen de / Bizi o ölçüyle yargıla / Biz mülkümüze mülk katmadık / Tanrım biz kötü tüccarlardık." dizelerini (Çev.C.Çapan) düstur edinen “Kötü Tüccarlar” dergisinin hikâyesine de…

O gece İzmir’de çok yağmur yağdı. Aynı gece, Café Colette-Marifet’ten çok uzak bir yerde Güzelyalı’daki Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde, Salvador Dali sergisi açıldı. Sürrealist akımı seven sevmeyen, Bir Endülüs Köpeği ya da Zodyak ile ilgilenen ilgilenmeyen herkes, 20. yüzyılın büyük bölümünü görmüş ve dönemin heyecan verici dinamizminin içinde saklanmış olan acıyı süzüp deliliğe vurmuş Salvador Dali’nin yapıtlarının yer aldığı serginin açılışına koştu. Café Colette-Marifet’te toplananlar ise acının kedere dönüşmesinden söz ettiler. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla akan zamanda mekâna ve hikâyeye derin bir kederin sindiğinden… Ve insanın yeniden başlayabilme halini yaratan o büyük direnme güdüsünden… Cesaretten…


Emel KAYIN

26.05.2013


Son Güncelleme Tarihi: 27 Mayıs 2013 20:59

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.