Moshe
|
Belki birçok kişi benim gibi bu eserin filmini birden fazla izlemiştir. Yine aynı isimle sahneye gelen, başrolünde Sean Connery’nin oynadığı bu film hem sinema tarihinde hem de konusu itibari ile Hıristiyanlık kültüründe çok dikkat çekmiştir.
Kitap 1327 yılının Kasım ayında İtalya’nın dağlık bir bölgesinde Benedikten Tarikatına mensup rahiplerin bazı eserleri çevirmek ve yeniden kaleme almakla uğraştıkları bir manastırda yaşanan trajik olayların 7 günlük serüvenini anlatmaktadır. Söz konusu rivayetler manastıra bir cinayeti çözmeye gelen Fransisken tarikatına mensup Keşiş William’ın çırağı Melkli Adso tarafından not edilmiş bir Günlük’den çevrilen bilgilerden edinilmiş.
Manastırı yöneten rahip, aynı zamanda yine manastırda Hıristiyan dünyasının çok önemli bir kütüphanesini de yönetmektedir. Bu manastırda saklanan bir eseri görmek ve incelemek uğruna dönen entrikalar içinde cinayetlerde işlenmeye başlamıştır. Gelişmeler içerisinde saklanan eserin Aristo’nun orijinal el yazması ile konu ettiği “Gülmek” üzerine bir eser olduğu anlaşılacaktır. İşte Keşiş William bu cinayetlerin failini ve saklanan eserin varlığını öğrenebilmek için soruşturmaya başlar. Fakat işi çok zordur zira kimse cesaret edip açıkça konuşamamaktadır.
Bu olaylar yaşanırken manastır yönetimi aynı zamanda Vatikan ile çok önemli teoloji prensiplerinde ayrı düşmektedir. Benedikten’ler kilisesin özel mülkiyet edinmesine karşıdır. Bu durum ise Vatikan’ı son derece rahatsız etmektedir. Zira bu prensibin savunucuları çoğalırsa Vatikan’ın Hıristiyanlık aleminde ki otoritesi sarsılacak hatta daha fazla iğdiş edilirse otoritesi hiç kalmayacaktır.
Cinayetlerin durdurulamaması kısa bir süre sonra teoloji üzerine tartışma ve manastırın resmi söylemini netleştirmek için Vatikan tarafından gelecek olan bir heyetin rahatsızlığı manastırı yöneten rahibi gittikçe zor durumda bırakmaktadır.
Eski bir Engizisyon yargıcı olan Keşiş William (William eski bir engizisyon yargıcıdır. Fakat mahkemenin akla uymayan ve insanlık dışı yöntemleri yüzünden Vatikan’a ters düşmeden görevinden ayrılıp bir üniversitede tabiat bilimleri üzerine eğitim almaya devam eder. Aynı zamanda yine Vatikan adına dedektiflik de yapmaktadır.)
Dönemin Hıristiyanlık teolojisi üzerine uzun süren tartışmalara ve prensiplere ışık tutulurken aynı zamanda dedektiflik kültürü üzerine de bir inceleme niteliği taşıyan eser, zamanın politik mücadeleleri konusunda da tarihi bilgileri aktarmaktadır. Bilim ve din fenomenlerinin karşılaştırılması konusunda düşünce metotlarının çok güzel bir karşılaştırılması söz konusudur.
Her çağda olduğu gibi bu çağda da ötekini haksız göstermek için olmadık iftiraların atıldığını bu davranışın günümüzde de devam ettiğini üzülerek okuyacağınız bir kitap.
Örneğin; Alevi olduğunu ifade eden insanlarımıza bir dönem atfedilen “Mum söndü” gibi mide bulandırıcı iftiranın aynısını Vatikan tarafından dışlanmış yine özel mülkiyete karşı gelen bir tarikat içinde söylendiğini göreceksiniz.
Benim nazarımda bir kez daha Hıristiyanlık denen bir dinin aslında olmadığını, bu dayatmanın sadece ideolojisini yitirmiş Roma’nın kendine yeni bir makyaj çekmek ihtiyacından doğan, eski pagan kültürü ile uyumu sağlanmış, tamamen politik bir araçtan başka bir anlam ifade etmeyen bir kült olduğunu bir daha gösterdi. Bugün ise buna benzer oyun yine Vatikan destekli oynanmaktadır. Son yıllarda “Kutsal Kase” çevresinde dönen rivayetlerin tek amacı yine, yeni bir makyaja ihtiyacı olan Vatikan’ın, kültürün içine biraz da kadınları ön plana ittirerek organize ettiği bir girişimi üzülerek izlemekteyim. Görünüşte Vatikan’ı sorgular nitelikte çıkan bu son eserler benim nazarımda bizzat yine Vatikan tarafından desteklenmektedir. Zira gelişen insan anlayışı yeni bir inanca ihtiyaç duymaktadır.
Kitaba geri dönecek olursam; Kitap ve sinemaya uyarlanan eser arasında bir dizi farklılıklar elbette ki mevcut. Kitap özellikle anlayış farklılıklarına ve sorgulamalarına yer vermiştir. Film ise daha çok bir dedektiflik macerası tadında işlenmiştir.
Umberto Eco’nun da kimliğini göz önüne alırsak unutulmaması gereken bir eser. Son olarak kitapta altını çizdiğim birkaç cümle ile bitirmek istiyorum.
“Belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir; gerçeği güldürmektir; çünkü biricik gerçek, gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir.”
“… O zaman el kol devinimlerinin ve yüz anlatımlarının, sözcüklerin dilinden daha evrensel olduğunu düşünerek gülümsedim…”
“Tek gerçek, gerçeğe olan tutsaklığımızıdr.”
|