Bayramda barışma geleneğimiz üstüne – Nabi Yağcı

22 Eylül 2009 18:25  

 

Bayramda barışma geleneğimiz üstüne – Nabi Yağcı

Bayram günündeyiz, bayramlık yazmak gelenektendir, bayram havasına uygun yazılır, kötüden değil iyi şeylerden söz edilir.

Çocukluğumda evde elimle beslediğim kınalı koyunum kesildiğinde o günden sonra Kurban Bayramını sevmez olmuştum; ama Şeker Bayramını severdim. Adı üstünde şeker bayramı, şeker de yerdik. İyi kötü yeni bir şey alınırdı, hiç değilse yeni bir mendil, çorap. Oluruna gelir de bir çift yeni pabuç olursa yanında çocukluğun keyfine doyulmazdı, başucumuza koyduğumuzu giymek için sabahı dar ederdik.

Büyümek belki de, küçük şeylerden mutlu olma duygusunun yitimi anlamına geliyor. Küçük şeylerden mutlu olmak bir yandan olumsuz pasif, değişime kapalı bir ruh halini içinde taşıyabilir ama diğer yandan hayata bağlı coşkulu bir ruh halini de, tıpkı çocuklarda olan gibi. Merak etmek, kurcalamak, sormak, şaşırmak, bozup-yapmak, yapıp-bozmak, nedensiz sevinmek, sevdiğin şeyi deli gibi istemek... Hele de, istemek... Arif Damar ne güzel söyler: “Var yok dinlemez/ bir çocuk isteğidir/ gitme kal.”

Büyüdükçe çocukluk tılsımının büyüsü de bozuluyor. Keşfetme duygusu köreliyor. İlk kez tuza banıp yediğin sarımsak ekmeğin tadını arayıp duruyorsun; tuz da var, ekmek, sarımsak da ama o tat nerede?

Geçmişe ağıt yakmak değil derdim, “Nerede o eski bayramlar mirim” havasına girmekse hiç değil. Tam tersine çocuk kalmış bir toplum olmanın iyi yanlarından söz açmak istiyorum. Hep dövünmek gibi kötü bir huyumuz var, dövünmelerimiz haklı nedenlere dayansa bile. Haklıdır, çünkü çocukluğunu çocukça yaşayamadan genç; genç olamadan büyük; büyük olamadan yaşlı olan bir toplum elbette hep geçmişin doymamış-doyurulmamış özlemlerine kapanacaktır. Böyle bir toplumda “sekseninden sonra kızamık çıkaranlara” rastlamak da çok olağan. Fakat öte yandan “özlemleri olan” bir toplum olmanın hiç de kötü olmadığını düşünüyorum.

Çağdaş düşünce modelleri üstünde, küresel süreçler yayılıyor, küresel kültürden söz ediliyor olsa da, hâlâ her toplumun kendine özgülüğünü oluşturan, “toplumun ruhu” dediğimiz kuşatıcı kültürler etkili oluyor. Baskın karakter rolü oynuyor. Ne bileyim, örneğin Amerikan toplumu için “şimdici toplum” (presentist) dendiği ya da bizim toplumumuz gibi “geçmiş-odaklı” toplumlar veya İngilizlere “deneyci”, Fransızlara “romantik”, Almanlara “mitçi” (mitleştirici) denildiği gibi. Bu ruhsal/manevi şekillenmişlik, bir bakıma toplumsal “el yazıları”, bir kader çizgisi gibi olumlu veya olumsuz belirleyici sonuçlar doğurabiliyor. Siyasal analizlerde, toplumsal ruh hallerini, inanışları hesaba katan bu sosyolojik metodolojiyi dikkate almak gerek. Kendi toplumumuzu bu açıdan ele alıp derine inen analizlerle tanımaya çalışmak bugünlerde çok önemli diye düşünüyorum.

“Bir ekmek bir hırka” felsefesini, insanları kaderci, uyuşuk, köle ruhlu yaptığı nedeniyle eleştiririz. Bu eleştiri hiç de yanlış değil. Fakat adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı çıkış, yeni bir adaletsizlik, eşitsizlik yaratacak biçimde, benmerkezci, bencilce arzulara da dayanabilir. Modernizmin doymak bilmez “ilerlemeci”, doğa ve insan üzerindeki hegemonyacı yaşam felsefesini eleştirmenin zorunluluğu artık görünür hale geldi. Tükettiğimiz doğa bize bu gerçeği haykırıyor; Hava, su, toprak, çiçekler, böcekler, kediler, köpekler kendileri için insandan adalet ve eşitlik bekliyor. Ne gariptir ki, doğaya karşı acımasız, eşitsiz davranagelmiş olan insan türü kendisi için adalet, merhamet, eşitlik peşinde.

İngiliz sömürgeciliğini kararlı bir devrimci tavırla alt etmeyi başaran Gandhi öte yandan “Basit yaşa ki başkasına da yer olsun” diyebilen bilgeliğiyle, başkaldırırken başkaldırdıklarına benzememe becerisinin parlak örneğini verdi. Gandhi bu bilgeliğini peygamberce bir vahiyden değil, Doğu toplumlarının felsefelerinin temelinde yatan “doğa ile uyum” yaşam görüşünden aldı.

Günümüzde küreselleşme, karşıtını değil ama alternatifini de öne çıkarıyor; yerelleşmeyi. Yerelleşmeyi yalnızca milliyetçiliğin kabarması ya da muhafazakârlığın yeşermesi olarak okumak doğru değil. Her yerel canlanmayı yukarıda değindiğim gibi, o toplumun tarihsel köklerden beslenen baskın “ruh halini” dikkate alarak okumalı. Örneğin bana göre Anadolu insanının haletiruhiyesi ırkçı milliyetçiliklerden beslenmiyor. Irkçı milliyetçilik bu topluma Cumhuriyet sonrasında, Nazi-Mussolini ırkçılığından özenerek şapka giydirir gibi giydirildi. Bu nedenle çok kışkırtıldığı halde Kürt-Türk sivil savaşını başaramadılar. Fakat yine de uyanık olmak gerekli.

Uyanık olmak aynı zamanda kendi geleneklerimizdeki iyileri keşfetmek ve bugüne taşımak demek. Fakat bunun için dahi, geçmişi iyi bilmek zorunlu. Resmî tarihle hesaplaşmak yalnızca yalanları ortaya çıkarmak için değil eğrisi-doğrusu, iyisi-kötüsüyle kendimizi tanımak için.

Bayramlarda “barışma, kardeşlik” geleneği de iyi geleneklerimizden biri.

Umarım, bu bayram boyunca, siyasette de bunun örneklerine çokça tanık oluruz.

Okurlarıma kardeşçe iyi bayramlar dilerim. 


Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0