Direnme hakkında ‘ölçü’ nedir

13 Aralık 2010 14:29 / 2564 kez okundu!

 


Bu hafta, nedense Umut Vakfı haricinde kimsenin tepkisini çekmeyen, akıllara seza “Ateşli Silahlar Kanunu Tasarısı” hakkında yazmak istiyordum. Ama üniversite öğrencilerinin siyasileri protesto eylemleri ve polisin bu eylemlere yönelik vahşi tutumu bu konuyu arka plana itiverdi.

Aslında ateşli silahları edinme yaşını 21’den 18’e indiren, silah edinme hakkının (!) çerçevesini genişleten bu kanunla polis şiddeti aynı zihniyetin ürünü. Ama elbette herkes olan biteni benim gibi değerlendirmedi. Çünkü onlara göre işin içinde ‘orantısız bir suç aleti’ olarak ‘yumurta’ vardı! Üstelik böyle düşünenler arasında, gençlerimizi gerçek silahlarla donatmak için akıl almaz bir kanun teklifini Meclis’ten geçirmek için uğraşanlar veya buna ses çıkarmayanlar vardı.


Suçlu ayağa kalk
!

Örneğin Manisa ve İzmir’de görev yaptığı sırada yaşanan işkenceli olaylarla belleklerimize kazınmış olan İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın “Polis kanun dışı davrananlara müdahale eder. Bu onun vazifesidir” buyurdu. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan “Evet, polis biraz fazla şiddet kullandı” dedi ama “Tabii bunun nedenleri var. Normal bir protesto olayı olsaydı, öğrenciler sadece protesto edip kimseye zarar vermeselerdi, polise saldırmasalardı, belki şiddet bu kadar fazla olmayacaktı” demeyi ihmal etmedi. Radikal gazetesi polisin tavrını “Öğrenciye aslan, holigana kuzu” manşetiyle eleştirirken, aynı gazetenin yazarı Akif Beki, gazetesini ve benim gibi düşünenleri “Polise acımasız, militana şefkatli, otoriteye şedit, anarşizme hoşgörülü” olmakla suçladı. Yeni Şafak’ın akademisyen-siyasetçi yazarı Mümtazer Türköne, geçmiş tecrübelerine dayanarak teşhisi koydu: “Bu durum siyasî bir sorun değil. Amaç siyasete etkide bulunmak, talepleri dile getirmek hiç değil. Bu bir patoloji...” Yine de Türköne’yi “polisin kendini kaybettiğini”, “orantısız güç kullandığını” ve bunun “temel hak ve hukuk ihlali olduğunu” itiraf ettiği için bağışlayabiliriz çünkü daha beteri vardı: Süheyl Batum'a, Egemen Bağış'a, Cemil Çiçek’e, Burhan Kuzu’ya veya Başbakan’a göre “asıl şiddete uğrayan polislerdi”, “öğrencilerin yaptığı faşizmdi”, “her şey 1968 kuşağının başının altından çıkmıştı, o kuşağın Allah belasını versindi”. Başbakan “Men dakka dukka” (‘Eden bulur’) diyerek aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmedi elbette...

Antik felsefeciler

Aslında bu tepkiler çok doğal, çünkü yönetenlerin haksızlıkları ve adaletsizlikleri karşısında yönetilenlerin direnme hakkının olup olmadığı tarih boyunca tartışılmış ve sonuçta korunması gerekenin birey, halk, tebaa, vatandaş değil, devlet olduğu fikri egemen olmuştur. Yani karşımızda çağlar boyunca berkitilmiş, meşrulaştırılmış ve içselleştirilmiş bir ‘kutsal devlet’ fikri vardır. Bir şey kutsal olunca da ona dokunanın canı yanar!

Örneğin Eski Yunan’da ‘Polis’ (şehir-devleti) düzenini bozmak, tanrılara karşı gelmekle eş anlamlıdır. Bu bağlamda Sokrates’in (MÖ 469-399) ölüme mahkûm edilmesine neden olan başkaldırısı (hikâyesini aşağıda okuyabilirsiniz) çok ayrıksı bir olaydır. Sokrates’in öğrencisi Platon (Eflatun) Sokrates’in tavrından çok etkilendiği halde halkın yöneticilere direnme hakkına karşı çıkmıştır. Platon’un öğrencisi Aristo da demokrasiye ve direnme hakkına karşıdır.

Felsefe mi hukuk mu?

Savaşçı bir toplum olarak felsefi konularla pek uğraşmayan Roma İmparatorluğu’nun ilk 200 yılı ‘patriciler’ (aristokratlar) ve ‘plebler’ (aşağı sınıflar) arasındaki mücadelelerle geçmiş, yüz binlerce kişi bu savaşlarda hayatını kaybedince birbiriyle kavga eden sınıflar ‘Roma hukuku’ adı altında sert biçimde barıştırılarak ortaya Pax Romana (Roma Barışı) denen emperyalist sistem çıkmıştır. Gerçek yasanın, gücünü, insandan değil doğadan (tanrılardan) aldığını ve bundan dolayı da değiştirilemeyeceğini savunan Romalı ünlü hatip Çiçero’ya (MÖ 106-43) göre bu sonsuz ve değişmez yasaya itaat etmeyen insan, tanrılar katında en ağır cezaya çarptırılmayı hak eder. Roma’nın yetiştirdiği en parlak düşünür olan Seneca’ya (MÖ 4-MS 65) göre ise devlet, kötülükleri durdurmak için hukuk ve kuvvetle donatılmış bir kurumdur. Düşünür, yapılabilecek tek şeyin bu kurumlar içinde kalıp (ki bunlara kölelik de dâhildir), doğruluğun bulunmasına çalışmak olduğunu savunur.

Korkmak sevmekten iyidir!

Dikkat edilirse adil olmayan yöneticilere karşı yönetilenlerin direnme hakkına ilişkin tartışmalarda kral, sultan, imparator, cumhurbaşkanı gibi yersel-dünyevi yöneticiler, tanrı, Allah, yaratıcı, ilah gibi göksel-ilahi yöneticilerin bir uzantısı, bir parçası, bir yansıması olarak ele alınmış, böylece yersel-dünyevi iktidara karşı çıkmak göksel-ilahi iktidara meydan okumakla özdeşleştirilmiştir. Doğrusu böyle tehlikeli bir işe tevessül edecek babayiğitlerin az olması anlaşılır bir şeydir...

Meşruiyetin kaynağını ilahi güçlerde bulan gelenekten ayrılığı temsil eden Floransalı düşünür Niccolò Machiavelli (1469-1527) yönetilenlere “korkuyor olmak, seviyor olmaktan çok daha güvenlidir” diye tavsiyede bulunurken, yöneticilere “kendisini izleyenlere karşı sadakat duyguları beslemeyen biri, onlardan sadakat beklememelidir” diyerek direnme hakkına (tehlikesine?) örtük bir gönderme yapar.

İnsan insanın kurdudur

İngiliz düşünür Thomas Hobbes’un (1588-1679) metaforik açıklamasına göre ise ‘birbirinin kurdu olan insanlar’ (homo homini lupus) bir sözleşmeyle hak ve özgürlüklerini Leviathan denen varlığa devrederek, karşılığında güvenli bir yaşam elde etmişlerdir. Leviathan, Tevrat’ta geçen bir canavarın adıdır ve Hobbes’a göre her şeye egemen olan devletin simgesidir. Hobbes “zulüm, adaletin diğer biçimidir” der.

Liberal düşüncenin babası sayılan John Locke’a göre (1632-1704) bile kendisine toplum tarafından verilen yetkiyle (Toplumsal Sözleşme ile) donatılmış siyasi iktidar, sadece kanunları yapmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumun tüm üyelerinin bu kurallara uyması için doğrudan zorlama gücünü elinde tutmakta, güvenlik açısından da üyeleri dış tehlikelere karşı korumaktadır. Locke yine de farklıdır, yönetimin keyfî bir güce (tiranlığa) dönüşmesi halinde direnme hakkını teslim etmekten kaçınmaz.

Birey yok toplum var

Doğal yasaya uygun inşa edilen sivil toplumun adil pozitif yasalar üreteceğini ileri süren Jean Jack Rousseau’ya (1712-1778) göre de “güç hak yaratmaz, ancak meşru olan güce itaat mecburiyeti vardır.” Rousseau’ya göre hükümlerine itaat edilen güç, bireylerin kendi iradelerinin yansıması olduğundan, itaat edilen aslında toplumun iradesidir. Dolayısıyla bireyin doğal özgürlük kaybı aslında daha yüksek bir özgürlük türüyle telafi edilmektedir. Böyle olunca da bireyin kamusal otorite karşısındaki haklarından söz etmenin yeri olmaz.

Rousseau’dan yarım asır sonra, Alman felsefecisi Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) “devlet Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür, devlet gerçekliktir, devlet zorunluluktur, devlet kutsaldır ve kendini korumak için her türlü önlemi olmaya izinlidir!” diyerek adeta başa döner.

Dinlerin kullara emri

Dinlere gelince; Konfüçyüs’e (MÖ 551-479) göre aile büyüklerine ve tanrının yeryüzündeki temsilcisi ve Çin halkının babası olan imparatora itaat esastır.

Hindu dinlerinde kişinin ait olduğu kastın kurallarına ve tabularına uymamasının cezası ‘ikinci hayatında’ daha alt kastın üyesi olarak doğmasıdır. Dolayısıyla bir Hindu için sessizce kaderine katlanmaktan başka yol yoktur. Döneminin (MÖ 500-400) sert, siyasi, dinî ve toplumsal anlayışına karşı ahlaki bir protesto ve isyan olarak ortaya çıkan Budizm’de bile direnme hakkı dış dünyaya yönelik değil ancak kişinin iç dünyasına yöneliktir.

İsa’nın şu sözleri ise Hıristiyanlığın nasıl bir baş eğme dini önerdiğini gösterir:

“Göz yerine göz, diş yerine diş dendiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir. Ve eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona abanı da bırak. Kim sizi bir mil gitmeye zorlarsa siz onunla iki mil gidin. (...) Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin ki siz cennetteki babanızın [Tanrı’nın] oğulları olun. Zira o, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine doğurur ve doğru olanlarla olmayanların üzerine yağmur yağdırır.” (Matta, 5:38-45)

Bu düsturlarla uyumlu olarak, Hıristiyan düşünürleri Augustinus (MS 354-430), Aquinalı Thomas (1225-1274), Occhamlı William (1280-1349), Katolik Kilisesi’ne başkaldıran Reformist Luther (1483-1546) ve Protestanlığın kurucusu Calvin (1509-1564) de başkaldırı hakkına pek sıcak bakmazlar.

Musevilik direnme hakkı konusunda istisnadır. Eski Ahit (Tevrat) İbranilerin, kanunlara uygun hareket etmeyen ya da kötü kanunlarla halkını yöneten zalim yöneticilere karşı günümüzün terimleriyle ‘sivil itaatsizlik’ sayılabilecek örneklerle doludur.

Ancak, devleti ve onun bekasını koruyan ve kollayan tüm görüşlere ve devletlerin acımasız yöntemlerine rağmen, Batı dünyasında yönetilenler ‘direnme hakkı’nı 1215 Magna Carta Libertatum, 1628 Haklar Dilekçesi, 1679 Habeas Corpus Act, 1689 Amerikan Haklar Bildirgesi (Bill of Rights), 1776 Virginia Haklar Bildirgesi, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne şu veya bu biçimde yazdırmayı başaracaklardır.

Din eşittir itaat

İslam’a gelince; Arapçada ‘itaat’ ve ‘din’ sözcükleri aynı anlama gelir: “Kendini gönüllü olarak bir güce tabi kılmak, gönüllü olarak boyun eğmek, birinin emrine amade olmak, onun hâkimiyet ve otoritesi altında boyun eğmeği kabul etmek.” Dolayısıyla İslam düşüncesi, tanım icabı yönetilenlere direnmeyi öğütlemez. Aksine, İslami ekollerin hemen hepsi hukuksal ve siyasal sistemlerini, Allah’a, genel olarak peygamberlere, özel olarak son peygamber Muhammed’e ve ‘ulü’l emr’e itaat etmeyi emreden ayetler üzerine kurarlar.

Sözlük anlamı “emir sahipleri” olan ‘ulü’l-emr’e kimlerin dâhil olacağı Kur’ân’da açıklanmaz. Ancak hadislerde halife, imam, emir, reis, sultan vb. kelimelerle nitelenen kişilere itaat edilmesi emredildiği için bu konuda tartışmalar bitmez. Tarihsel pratik ise şöyledir: İslam’da devlet ve din ayrılığı olmadığı için hukuksal çerçeve şeriatın emirleriyle çizilir. Hazreti Muhammed hem tanrısal hem de politik gücünün temsilcisidir. Peygamberin şahsında somutlaşan dinî ve politik liderlik, Dört Halife Dönemi’nde, Emeviler ve Abbasiler döneminde de sürmüş, hanlar ve sultanlar politik egemenliklerinin meşruiyetini, halifenin onayıyla sağlamışlardır.

Gazali’den ince ayar

Halkına zulmeden yöneticilere itaat mi edilmeli yoksa direnmeli mi tartışmasına gelince; İsa’nın, zulmedenlere aynı biçimde karşılık verilmemesi gerektiğine ilişkin öğütlerinde olduğu gibi, zulüm ve haksızlığa sabırla yaklaşanların ebedi saadeti hak ettiği yolundaki pasifist seslenişine benzer ifadelere Kur’an’da da rastlanır.

Ebu Bekir’in halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada “Allah’a ve peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’ın ve peygamberinin kanunlarını ihmal ettiğim takdirde itaatinize hakkım yok” diyerek kendisine gösterilecek itaatin sınırlarını çizmesi, Hazreti Ali döneminde (7. yüzyıl) Haricilerin, Fatimiler döneminde (9. yüzyıl) Karmatilerin direnme hakkını isyana kadar götürmeleri üzerine duruma Gazali (1058-1111) el koymuş ve diktatör bile olsalar yönetenlere itaat etmenin savaş ve anarşiye yol açacak bir direnişten daha iyi olduğu fikrini tüm İslam dünyasında egemen kılmıştır.

Adalet dairesi

Bu tarihten itibaren Türk-İslam düşünürlerinin “Devlet ebed müddet” kavramının emniyet supabı “adalet dairesi” kavramı olmuştur. Örneğin Osmanlı’nın devlet düzenini anlatan en ünlü siyasetname olan Kınalızade Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alâi adlı eserinde, “adalet dairesi” şöyle formüle edilir: 1- Dünyanın kurtuluşunun kaynağı adalettir; 2- Cihan bir bağdır divanı devlettir; 3- Devleti şeriat düzenler; 4- Mülk olmazsa şeriatın etkisi olmaz; 5- Askersiz mülk zapt edilemez; 6- Mal olmazsa asker toplanamaz; 7- Mal tebaa tarafından biriktirilir; 8- Adaletle hükmettiğinde tebaası cihan padişahına yürekten itaat eder.

Ancak, yöneticiler her zaman adaletle davranmadıkları için olsa gerek, Selçuklu döneminde Baba İshak-Baba İlyas, Osmanlı döneminde Şeyh Bedrettin, Şah Kulu, Köroğlu, Baba Zünnun, Bozoklu Celal, Kalenderoğlu, Dağlardelisi, Şahverdi, Dadaloğlu, Hekimoğlu, Kozanoğlu gibi bir dizi isyan meydana gelmiştir. Ayrıca köylülerin ve esnafın, kanunları arkadan dolanmak, takiye yapmak, devletin ulaşamadığı yerlere göçmek, askerlikten kaçmak, başka zümrelere ait kıyafetleri giymek gibi pasif yöntemlerle yöneticilere direndikleri de bilinir. “Osmanlı’nın yanında gözünü, kâtip yanında sözünü sakın”, “Alicengiz oyunu”, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin”, “gelene ağam, gidene paşam diyeceksin”, “baş sallamakla kavuk eskimez” gibi deyimler ve atasözleri bu pasif direniş geleneğinin sözlüğünde kayıtlıdır.

Sokrates’le başlayan ‘sivil itaatsizlik’ tarihinin önemli figürleri olan Henry David Thoreau, Mahatma Gandhi ve Martin Luther King hakkındaki düşüncelerimi 11 Ocak 2009 tarihli “Bir rüyam var, gün gelecek...” adlı yazımda belirttiğim ve de bu coğrafyada yaşanan bazı direniş öykülerini ileriki haftalarda ele almayı düşündüğüm için, burada nokta koyuyorum. Bu yazının yönetenlere daha insaflı olma yönünde, o yazının ise direnenlere yapıcı eylem biçimleri arama yönünde ilham vermesi dileğiyle herkese iyi pazarlar diliyorum.

***

Sivil itaatsizliğin babası: Sokrates

Barışçıl direnme biçimlerinin başında gelen ‘sivil itaatsizlik’ eylemlerinin mucidi Sokrates tarihin en ilginç kişiliklerinden biridir. Yazılı eser bırakmadığı ve hiç seyahat etmediği için, kişiliği ve öğretileriyle ilgili bilgileri öğrencileri Platon ve Xenophon’un eserlerinden öğreniriz. Bazıları, Sokrates’in Platon’un ikinci kimliği olduğunu ileri sürerler. Yaşadığını düşünenler ise, hayatını MÖ 469-470’de başlatırlar. Babası heykeltıraş, annesi ebedir. Bir yanda baba mesleğini icra ederken, diğer yandan geometri, müzik ve astronomi gibi dönemin temel bilimleri üzerine dersler almıştır.

Sokrates, kaynaklarda yaz-kış üstünde bir harmani ile ve çıplak ayakla dolaşan, dökülmüş saçları, yuvarlak yüzü, iri burnu ve kaba görünümü ile filozoftan çok hamala benzeyen biri olarak tarif edilir. Şaraptan, aşırı yemekten, zevk verici alışkanlıklardan uzak yaşar. Gösterişten uzak sade tavırlı, sözüne ve borcuna sadık, dürüst, yeise kapılmayan, dirençli ve güçlü biridir.

Erdemli Hayat

Hayatının uzunca bir döneminde askerlik yapan, ilerleyen yaşında halk mahkemesinde jüri üyeliği ve yargıçlık görevlerinde bulunan Sokrates’i asıl ünlü yapan gençlere yönelik dersleridir. Bu dersler, çarşıda, sokaklarda, parklarda şiir, felsefe, bilim, sosyal konularda yapılan serbest konuşmalar şeklinde geçer. Ahlaklı ve bilgili gençler yetiştirmeyi amaçlayan Sokrates, karşılıklı konuşma (diyalog) şeklinde yürüttüğü bu derslerini ücretsiz verir ancak konularını büyük bir ciddiyetle ele alır. Derslerinin temel meselesi “Doğru bir yaşayış nasıl olmalıdır” soruna cevap aramaktır. Ancak, Sokrates, kendisini ‘bir şey öğreten’ biri olarak değil, ‘insanlarda zaten var olan bilgiyi doğurtan kişi’ olarak tanımlar.

Sokrates, 399 yılında, 70 yaşını aştığı sıralarda birçok taraftar bulmasını kıskanan ve kendi çıkarları doğrultusunda kurdukları düzenin eleştirilmesine katlanamayan elitler tarafından, “dinsiz”, “gençlerin ahlakını bozuyor”, “Atina’nın iman ettiği ilahlara inanmıyor”, “devletin tanrılarını yok sayarak, yeni tanrılar yaratıyor”, “Atina’nın tanrılarından farklı tanrıları yüceltiyor” diye ölüm cezası talebiyle mahkemeye verilmiştir. 200 bin nüfuslu Atina’da yaşayan 30 yaş ve üzeri altı bin yurttaş tarafından kurayla seçilen Beşyüzler Meclisi’ndeki yargılaması sırasında yaptığı savunma tarihe geçmiştir. Çünkü Sokrates, soru-cevap şeklinde geçen yargılama sürecini öylesine ustalıkla yönetmiştir ki, bir süre sonra yargılayanla yargılanan yer değiştirmiş, ‘yargıç’ Sokrates, Atina halkını, soylularını, devlet düzenini yerden yere vurmuştur.

Baldıran zehri

Sokrates’in diyalektik sorgulaması üzerine ne diyeceğini bilemeyen mahkeme heyeti fikirlerinden vazgeçtiğini söylemesi halinde affedilebileceğini söylediği halde Sokrates bunu kabul etmemiş, öğrencileri kendisini hapisten kaçırmayı teklif ettiklerinde reddetmiştir. Mahkeme uzun suren tartışmaların ardından Sokrates’i suçlu bulduğunu açıklar. Cezası baldıran zehri ile öldürülmektir. (Burada bir parantez açalım. Aslında Sokrates’e uygun görülen idam şekli, mahkeme heyetinin insaflı olduğunu düşündürür, çünkü baldıran zehri, Eski Yunan’da, acı çekmeden ölme ayrıcalığı tanınan idam mahkûmlarında kullanılırdı. Maydanozgillerden bir bitki olan baldıranın zehri sinir sistemi üzerinde etkisini gösterirdi. Zehrin alınmasından bir süre sonra kalp fonksiyonları yavaşlar, üşüme hissi gelir, dokunma hissi giderek kaybolur, sonunda hücrelerin ve sinir sisteminin tahribiyle ölüm gelirdi.)

Asklepios’a bir horoz

Sokrates’in cezasının nasıl infaz edildiği, Platon’un Fedon isimli eserinde ayrıntılarıyla anlatılır. Buna göre, Sokrates, cezanın infazını yakın dostlarıyla beklemiş, kendisine zehri getiren görevliye ”Pekâlâ dostum, sen bu şeyleri bilirsin, ne yapmam gerekiyor” diye sormuş, görevlinin “sadece iç!” demesi üzerine, geleneğe uygun olarak kabın içindeki zehirden tanrıların payı olan bir damlayı yere döktükten sonra kalanını bir kerede içmiştir. Ardından da dersine devam etmiştir. Vücudunun soğumaya başlaması üzerine, öğrencilerinden Kriton’a, hasta olan bir başka öğrencisi ve dostu Apollon’un iyileşmesi için sağlık tanrısı Asklepios’a bir horoz adadığını, bu adağı yerine getirmeyi unutmamasını söylemiş ve son nefesini vermiştir.


Ayşe Hür

12.12.2010


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.