Türkiye âdil seçim yapabilir mi? (2)

13 Haziran 2018 15:02 / 2062 kez okundu!

 

 

“Zamanı gelmiş bir fikri hiçbir şey önleyemez” mealinde bir söz var. Ondan esinlenerek, demokraside zamanı gelmiş bir partiyi hiçbir şeyin durduramayacağını söylemek yanlış olmaz. Türkiye’de Erdoğan ve yakın zamanda Fransa’da Macron bunun örnekleri. AK Parti 2002 seçimlerine neredeyse hiç medya desteği bulunmazken, hatta medya tamamen karşısındayken girdi ve zafer kazandı. Medya desteği seçim kazanmaya yetseydi CHP’nin medyada CHP çizgisinin mutlak egemen olduğu dönemlerdeki tüm seçimleri kazanması gerekirdi.

 

*****

 

Türkiye âdil seçim yapabilir mi? (2)

 

Âdil seçim açısından bir diğer tartışma konusu medyanın durumu. Medyanın hikâyesi Türkiye’nin en önemli, en ilginç fakat henüz tam olarak yazılmamış bir hikâye. 1960 darbesinden sonra kurulan düzende medyanın yaklaşık % 90’ı CHP çizgisinin doğrudan veya dolaylı kontrolü altındaydı. Bu yüzden Demirel ve Özal medya ile savaşa girmek zorunda kaldı. Demirel kısa sürede pes etti. Özal bazı mevzi zaferler kazandı ama medyayı dikkate değer ölçüde değiştiremedi. Bir kavga da, kaçınılmaz olarak, Erdoğan döneminde patladı. Türkiye’nin değişen sosyolojisi Erdoğan’ı medya ile kavgada Demirel ve Özal’a nispetle daha avantajlı bir konuma yerleştirdi. Erdoğan döneminde medyada taşlar yerinden oynamaya başladı. Doğan Medya Grubu’nun Demirören Medya Grubu’na dönüşmesi bu süreçteki son adımdı.

Ancak, özellikle bu son gelişme, tartışmaya açık bir durum yarattı. Medyada bir temerküz ortaya çıktı. Demirören açık ara en büyük medya grubu hâline geldi. Demirören ailesi Erdoğan’a yakın durduğu için bu durum Erdoğan’ın tüm medyayı ele geçirdiği yorumlarına yol açtı. Bu tür yorumların çıkması olağan. Acaba bu durum seçimlerin âdil olmasına zarar verir mi?

Demokratik bir seçimde toplumun tüm ana damarlarının yarışması ve sesini halka duyurma imkânına sahip olması arzuya şayandır. Demirören medya grubu buna yardımcı mı olur engel mi teşkil eder? Teorik olarak, elbette, engel teşkil edebilir. Bazı partilerin halka ulaşma imkânlarını önemli ölçüde daraltabilir. Ancak, böyle olup olmadığı veya olup olmayacağı hakkında bir hüküm verebilmek için zaman erken.

Demirören ailesinin yayıncılık çizgisi Doğan ailesinin yayıncılık çizgisinden farklı. Aile yayın organlarının -hangi istikamette olursa olsun- çığırtkan davranmasını istemiyor. Medya grubunun başına koyduğu Mehmet Soysal da sakin ve ılımlı bir insan. Hem ailenin hem de Soysal’ın daha önce Milliyet ve Vatan gazetelerinde sergilediği performans partizan bir parti destekçisi olmayacakları yolunda işaret veriyor. Zaten Demirören ailesinin gruba istediği şekli vermesi zaman alacak. Bu her hâlükârda seçim sonrasına sarkacak. Benim görebildiğim kadarıyla aile şimdilik yayın organlarını Doğan grubunun eski aşırılıklarından arındırmaya çalışmakla meşgul. Demirören Yayın Grubu organları partizan bir AK Parti taraftarlığı sergilemiyor. Diğer partilere de epeyce yer veriyor.

Medyada görünürlükte eşitsizlik kimsenin hesaplamadığı veya dikkate almadığı durumlarla da alâkalı olabilir. Meselâ, AK Parti ve CHP bu bakımdan diğer partilerden daha avantajlı. AK Parti aynı zamanda cumhurbaşkanı olan genel başkanı Erdoğan ve yine önemli bir makamı işgal eden -kendi deyişiyle- son Başbakan Yıldırım sayesinde medyada daha faza görünme imkânına sahip. Aynı avantaja CHP de malik. O da hem cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce hem de CHP Genel başkanı Kılıçdaroğlu üzerinden, diğer muhalefet partilerine nispetle, medyayı daha fazla kullanma fırsatı buklyor. Tabiri caizse bu iki parti çift tabanca çalışırken diğerleri tek tabanca ile idare etmek zorunda.

“Zamanı gelmiş bir fikri hiçbir şey önleyemez” mealinde bir söz var. Ondan esinlenerek, demokraside zamanı gelmiş bir partiyi hiçbir şeyin durduramayacağını söylemek yanlış olmaz. Türkiye’de Erdoğan ve yakın zamanda Fransa’da Macron bunun örnekleri. AK Parti 2002 seçimlerine neredeyse hiç medya desteği bulunmazken, hatta medya tamamen karşısındayken girdi ve zafer kazandı. Medya desteği seçim kazanmaya yetseydi CHP’nin medyada CHP çizgisinin mutlak egemen olduğu dönemlerdeki tüm seçimleri kazanması gerekirdi.

24 Haziran seçimleri açısından üzerinde durmaya değer bir problem HDP’nin cumhurbaşkanı adayı S. Demirtaş’ın seçim kampanyasını tutuklu bulunduğu cezaevinden yönetecek olması. Ancak, bu meselenin de her yönüyle ve dürüst şekilde tartışılması lâzım. Bazıları sanki tutuklama erken seçim kararından sonra gerçekleştirilmiş ve böylece kasıtlı olarak Demirtaş’ın kampanya yürütmesi engellenmiş gibi yorumlar yapıyor. Demirtaş erken seçim kararı alındıktan sonra tutuklanmadı, daha öncesinden cezaevindeydi. HDP tutuklu bir insanın aday gösterilmesinin seçim kampanyasını zaafa uğratacağını düşünerek başka bir aday gösterebilirdi.

Bu konudaki şahsî kanaatimi daha önce de yazdım: Demirtaş’ın kampanyasını bizzat yürütmesine izin verilmeliydi. Bunun siyasî ve hukukî gerekçeleri mevcut. Hukukî gerekçe henüz hakkında bir hüküm tesis edilmiş olmaması. Hakkındaki suç isnatları ne olursa olsun her sanık suçu ispatlanana kadar masumdur. İddia kendi başına delil teşkil etmez. Dolayısıyla, hükümlü olmadığından, Demirtaş’ın kampanya için dışarda olmasına müsaade etmek hukukî bir problem teşkil etmezdi. YSK’nın Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adayı olmasına vize vermesi bile bu hususta bir karine teşkil etmekte. Siyasî gerekçe ise şu: İçerde olması Demirtaş’ın ve destekçilerinin seçimin adâletini sorgulamasını kolaylaştırır. Bu sorgulamalar yurt dışında da yankılanır. Oysa Türkiye Demirtaş’ı kampanyası için geçici olarak serbest bıraksaydı demokratik siyasete verdiği önemi gösterir, özgüvenini yansıtır ve pekiştirirdi. Maalesef bu olmadı. Ama bunun 24 Haziran seçimlerinin adâletini önemli ölçüde zaafa uğratacağını da sanmam. Ayrıca, içerde olmasının Demirtaş’a avantaj mı yoksa dezavantaj mı sağlayacağı tartışılır. Bence avantaj sağlayacaktır. Bazı Kürt seçmenler bundan rahatsız olacak ve HDP’nin genel çizgisi hoşlarına gitmese de ona oy verecektir. Bence HDP bunu düşünerek de Demirtaş’ı aday yapmış olabilir.

Âdil seçim açısından en önemli sıkıntı yüzde onluk seçim barajı. Baraj sadece bizde yok ama bu denli yüksek seçim barajı sırf bizde. Mutlaka düşürülmeli. Aslında şimdiye kadar çoktan düşürülmüş olmalıydı. Bunun gerçekleşmiş olmamasında en büyük sorumluluk ve ayıp payı AK Parti’ye ait. Zira muhalefet şu veya bu sebeple barajı indirmeye çoğu zaman yakın durdu. Ancak, bu seçimlerde ilginç bir durum ortaya çıktı. İttifak yolunun açılması barajı bazı küçük partiler için fiilen etkisiz hâle getirdi. Baraj sorunu olmayan partiler AK Parti ve CHP. Cumhur İttifakı ile AK Parti MHP’yi baraj sorunundan kurtardı. Millet İttifakı da ‘sıfır baraj’ sloganıyla İP, SP ve DP için barajı kaldırdı. 24 Haziran’da baraj yalnızca HDP ve Vatan Partisi için işleyecek. Vatan Partisi’nin barajı aşamayacağı kesin. HDP’nin durumu ise şüpheli.

Diğer taraftan, demokratik seçimlerde, seçim sistemine bağlı olarak, bazen yüksek barajların bile ortaya çıkartamayacağı tuhaflıklar doğabilir. Bunlar rahatsız edici olsa bile seçim sonuçlarını gayri meşru kılmaz. İngiltere’de 1983’te yapılan seçimde Sosyal Demokrat Parti-Liberal Demokrat Parti ittifakı oyların % 26’sını almasına rağmen Avam Kamarası’nda sandalyelerin yalnızca % 3.4’ünü elde edebildi. B. Clinton 1992’de % 43 nispî oy okluğu ile başkanlığı kazandı. Yine İngiltere’de 2001’de Tony Blair’in partisi (Labour Party) % 41 oy almasına rağmen Avam Kamarası’nda muhalefetten 167 fazla sandalye kazandı. Bütün bu durumlarda oyun kurallara uygun olarak oynandığı için seçimlerin adâleti sorgulansa bile meşruiyet o ülkelerin siyasî sistemlerini çökertecek şekilde sorgulanmadı.

Bence 24 Haziran seçimlerinin âdil olup olmayacağıyla ilgili tartışmaların en önemli sebebi âdil seçimin objektif ve sübjektif şartlarının karşılanıp karşılanmasından ziyade bu tartışmaları hararetle yürütüp, ısrarla gündemde tutanların psikolojisi. Bu kimseler daha şimdiden seçimlerin âdil olmadığını ilân ettiler. Çünkü kendi siyasî çizgilerinin seçimleri kazanamamasından, AK Parti’nin iktidardan uzaklaştırılamamasından derin endişe duyuyorlar. Hatta bazıları AK Parti’nin seçimleri asla kaybetmeyecek şekilde gizli düzenlemeler yaptığına inanıyorlar. Bunların bırakın seçimleri demokrasiye bile bir inancı ve güveni kalmadı. 

AK Parti’nin 16 yıllık iktidarı döneminde otoriteryen icraatlarının olup olmadığını tartışmak hem meşru hem de gerekli. Usulüne uygun ve dürüst şekilde yapılırsa bu tartışma iktidar üzerinde demokratik bir baskı ve kontrol mekanizması kurmayı kolaylaştıracaktır. Ama demokrasi açısından yaptığı tüm hatalarına rağmen AK Parti’nin demokratik seçimlere verdiği önem ve değer de görmezden gelinemeyecek kadar açık. Bu parti aynen içinden çıktığı MSP-RP geleneği gibi seçimleri hep sevdi ve önemsedi. Meşruiyeti ve gücü halkın onayında aradı. Her kritik zamanda, her ağır problemde halka gitti. Şimdi de iktidar dönemini tamamlamasına daha bir buçuk senesi varken erken seçim kararı verdi. Seçimi ciddiye aldığı her hâliyle belli. Kaybetme ihtimâlinin de bulunduğunun farkında olduğu için tüm gücüye seçimlere asılıyor. Diğer partilerin tamamından daha çalışkan ve gayretli. Arkasında ciddî bir halk desteği olduğu da miting meydanlarından ve kamuoyu yoklamalarından anlaşılıyor. Bu durumda muhalefetin yapması gereken şey âdil seçimler yapılamaz gibi sadece AK Parti’ye değil kendisine ve demokrasiye de zarar verecek iddialarla ortaya çıkmak yerine zamanı gelmiş siyasî fikir, siyasî çizgi vasfını kazanmaya çalışmak.

Türkiye tarihinde pek çok âdil seçim var. Dünyanın hiçbir ülkesi bu bakımdan Türkiye’ye üstünlük taslayacak ve ders verecek konumda değil. İnanıyorum ki 24 Haziran hür, eşit, âdil seçimler kitabımıza yeni bir sayfa ekleyecek. Bunu hep birlikte sağlayabiliriz, buna hep birlikte ortak olabiliriz.

 

Atilla YAYLA

(gazeteyeniyuzyil.com)

13.06.2018

 

Son Güncelleme Tarihi: 13 Haziran 2018 15:17

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.