Yasaklar ve kurallar, hükmünü yitirince; gece, hanımeli kokardı...

09 Haziran 2008 17:25 / 1688 kez okundu!

 

Yasaklar ve kurallar, hükmünü yitirince; gece, hanımeli kokardı... Uzaklardan, çok uzaklardan geliyor hanımeli kokusu. Bornova istasyonunun karşısında, tek odalı bakkal dükkanından devşirme, sözde lojman olarak ailemize tahsis edilen evin bahçesinde

Bahçeye kurulmuş masada yer içer, geç saatlere kadar otururduk. Keyifler yerindeyse, ya da efkar sarmışsa morallerimizi kurulan çilingir sofralarında bazen keyiflerimizin tadını çıkarır, bazen de efkarımızı dağıtırdık.



68 baharıydı sanırım. Ziraat Fakültesi'nden lojman verileceği haberini söylediğinde babam, ailecek ne kadar çok sevinmiştik. Ortaokulun birinci sınıfından ikinci sınıfa geçmiştim. Aynı yaz tatilinde Düzce'ye gittik. Bolu'nun Düzce kazasında Ziraat Fakültesi'nin tütün deneme tarlalarında mavi küf hastalığına karşı çeşitli denemeler yapılıyordu.



Kardeşlerin en büyüğü Rakibe ablam, Bircan ablam ve ben iki ay bu denemelerde çalışmak için Düzce'ye gitmiştik. O yaz Düzce'de geçti.



Bakkal dükkanına sonradan eklenen bir oda, mutfak, tuvalet ve banyo ile lojmanımızın bir de oldukça büyük bir bahçesi vardı. '69 baharında bahçeyi işlemeye karar vermişti babam.



Bir gün sandelyeyi sırtı sağ tarafa gelecek şekilde yan çevirip bahçeye oturdu. Dirseğinin hemen üstünden kesilmiş kolunu (sigara sağ tarafını almıştı babamın) sandelyenin arkalığına dayayarak neyi nasıl yapacağımızı bize anlatıyor, biz de yapıyorduk. Toprağı ilk defa işliyorduk.



"Bu toprak insanın ikinci anasıdır. Onun için ona toprak ana derler. Bir veririsin, on alırsın. Bundan sonra sebzemizi bahçemizden yiyeceğiz.



Babam böyle söylemişti. Oturduğu yerden bizi yönlendirmeleriyle güzel bir bahçemiz olmuştu. Domates, biber, patlıcan, nane, maydanoz, yeşil soğan vb. sebze fidelerini ekmiştik. Tek düşmanımız vardı, o da adının danaburnu olduğunu babamızdan öğrendiğimiz bitki köklerinin belalısı bir yaratık. Hatırladığım kadarı ile babamın ona karşı da bir önlemi vardı. Ama ne zaman boynu bükük bir sebze fidesi görsek babam: "Vay nalet hayvan, yine dadandı" diye tepki gösterirdi.



O yıl danaburnu ile mücadele ederek, yine de bol denecek kadar sebze yedik bahçemizden. Toprakla ilk tanışıklığımızın yüreklerimizde yeşerttiği sevgiyi hala taşırız.



Bahçemizden bir mevsim yararlanabildik. Yetmişli yıllarla birlikte Ankara yolunun yapımı için başlayan istimlak çalışmaları, bizim bakkaldan bozma lojmanın bahçesinin hemen tamamını içine aldı. Bahçemizi Ankara yolu istimlak etmişti.



O büyük yıkımın içinde, yıkılan inşaatlardan toplanan demir ve kurşunları toplayan at arabalı hurdacıları hala hatırlarım.



Yıkımlardan sonra; Leyla Sayar'ın evi olarak bilinen eski bir Rum evi ile komşu olduğumuzu öğrendik. Ankara yolunun bir yakasında biz, karşı yakasında da Leyla Sayar'ın evi.

Lojman'a taşınalı babam işe gidip gelmek için sadece yüz-yüzelli metre yürümek zorundaydı. Ziraat Fakültesi'nin bekçi odası onun iş yeriydi. Sigara babamın sağ tarafını alıp götürünce, babam koltuk değneklerine mahkum olmuştu. Yüreği doğa ve insan sevgisi ile dolu babamın hala sigaraya esir düşüşünü anlayabilmiş değilim. Babam iyi bir ziraatçı idi aynı zamanda. Onu çok sevdiklerinden olacak; işyerine yakın bir lojman tahsis ettiler.



Ankara yolunun inşaatı devam ediyordu. Yolun toprak döşemesi tamamlanmıştı. Zor günlerdi. Geceleri korkuyla yatar olduk. 12 Mart'ın ayak sesleri duyuluyordu.



Toprak yol üzerinden, düzenli sıralar halinde Ege Üniversitesi kampusüne doğru öğrenci alayları geçiyordu kapımızın önünden. Hiç unutmam, bir defasında ellerinde beyzbol sopaları ile bir kortej geçince korkularımız daha da artmıştı. Yetmezmiş gibi bir gece silah sesleri ile uyandık. Bakkaldan bozma oda, yatak odamızdı. Babam mutfakta yatar, biz annem ve kardeşler bir odada sıkış tepiş uyurduk. Odanın yola bakan tarafı tamamen cam olduğu için (bakkal dükkanının vitrini sonradan bizim oda duvarı olmuştu) yol tarafında karyolada yatamaz olduk. Menemen testisi gibi derler ya, hepimiz yerde yanyana yatıyorduk o günlerde.



Evin önünden geçen öğrenci kortejlerinin söylediği marşlar kulağımıza takılmaya başlamıştı:



"Sayılmayız parmak ilen,

tükenmeyiz kırmak ilen hey canım!"



Bir de kampüse giden Ziraat Fakültesi ile çam koruluğunun arasında yolda kolkola yürüyen öğrenci gruplarından çok etkilenirdim.



Ankara yolu tamamlanmış trafiğe açılmıştı. Yetersiz kavşak düzenlemesinden kaynaklanan zaman zaman da ölümle sonuçlanan trafik kazalarının şahidi oluyorduk.



Bahçemizi kaybettikten sonra babam yine sandalyesine yanlamasına oturarak yaptığı yönlendirmelerle bize bir tavşan kümesi yaptırmıştı. Sekiz on tane tavşanımız vardı. Tavşan beslemek hepimize farklı bir heyacan getirmişti. Tavşanlardan birinin hamile olduğunu söyledi bir gün babam. Şaşırmış, aynı zamanda da heyacanlanmıştık. Yavru tavşanlarımız olacaktı. Artık daha bir özenle bakıyorduk tavşanlarımıza.



Bir gün kümesten alışık olmadığımız sesler duyduk. Kardeşim Süleyman hemen dışarı fırladı. Arkasından ben ve diğerleri. Köpeğin biri kümese nasılsa girmiş ve hamile olan tavşanı kapmıştı. Zeytinlikler arasından Manisa yoluna doğru kaçıyordu. Ben ve Sülo arkasından kovalıyorduk köpeği. Köpek tavşanı bir türlü bırakmıyordu. Ağzında tavşan köpek kaçıyor biz kovalıyorduk. O gün o köpeğin canını çok acıtabilirdik. Oysa her ikimiz de köpekleri çok severdik. Köpeklerle birlikte büyümüştük. Hele de kardeşim Sülo'nun yaşamında köpek çok daha önemliydi.



Karaburun'un Mordoğan köyünde yaşıyorduk. Babam Ziraat Fakültesi'nden görevli olarak Mordoğan'da çalışıyordu. Ne yaptığını tam olarak hatırlayamıyorum ama İskele ile eski değirmen arasından girilen koyun hemen yanında oturuyorduk. Denizle aramızda sadece bir yol vardı. Sülo daha henüz altı yada sekiz aylık falan olacak. Daha bebek yaşlarında, bir gün denize olan merakından kaşla göz arasında kaybolmuş, emekliyerek yolu geçmiş, kıçını denize vermiş serinlerken, dört köpeğimizden biri olan Karabaş, Sülo'yu fark ederek, bel kuşağından ısırıp Sülo'yu denizden çıkarıp, eve getirmişti.



Dediğim gibi belki yaşadıklarından olacak Sülo'nun inanılmaz bir hayvan sevgisi vardı. Buna rağmen köpeğin ağzındaki hamile tavşan için köpeğe her türlü zararı verebilirdik. Kovalamaca devam ediyordu. Suphi Koyuncuoğlu Lisesi'ni geçtik. Köpek ağzındaki tavşanı bırakmadı, biz de köpeğin peşini... Hala tavşanı ve karnındaki yavrularını kurtarırız umudu ile köpeğin peşinden koşuyoruz. Üniversite lojmanlarını da geçtik. Şimdi Ev-Ka bloklarının yükseldiği tepelere doğru tırmanmaya başladık. Neresi olduğunu tam hatırlayamadığım bir yerde köpek tavşanı ağzından bıraktı ve kaçmaya devam etti. Soluk soluğa tavşanın yanına geldiğimizde ölmüştü zavallı hayvancık. Ama biz inanmadık öldüğüne, alıp onu hızla eve döndük. Babam baktı baktı:



"Ölmüş çocuklar, karnında bebeleri ile ölmüş tavşancık..."



Ne kadar çok ağlamıştık tavşanın arkasından. Babam "artık dadandılar rahat vermezler" diye diğer tavşanları da Ziraat Fakültesi'nin hayvancılık kürsüsüne geri verdi. Daha sonraları aynı kümeste yumurta tavukları beslemeye başladık. Ne yazık ki, onlardan da tek bir yumurta alamadık. Ankara yolundan geçen arabaların gürültüleri ve egzost kirliliği yüzünden tavuklar yumurtlayamıyorlarmış. Onları da babam geri verdi. Biz bir boncuk köpek ve iki kedi ile 80'lere kadar yaşayabildik bahçesinde hanımeli kokan, bakkaldan bozma lojmanımızda, babam ise yetmiş yediye...

Bornova istasyonun karşısında, bakkaldan bozma lojmanımızda bir de hanımelimiz kalmıştı bize... Gece başlayan, sabahın ilk ışıklarıyla insanın ruhuna yaşam sevinci taşıyan hanımeli.



Yasaklar ve kurallar hükmünü yitirince;

gece,

hanımeli kokardı...



Ali Rıza Üleç

6 Haziran 2008, Müllheim

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.