Türkiye'nin sırtındaki en ağır yük - Cengiz Alğan

07 Nisan 2018 00:24  

 

Türkiye'nin sırtındaki en ağır yük - Cengiz Alğan

Geçtiğimiz Salı ve Çarşamba günleri çok önemli gelişmeler yaşadık. Pek çok yorumcu ve siyasetçi bu gelişmeleri “tarihi” olarak niteledi. Gerçekten de bu sıfatı hak eden gelişmeler bunlar. Salı günü Rusya Devlet Başkanı Putin, ardından da İran Cumhurbaşkanı Ruhani Ankara'ya geldiler. Putin beş uçak dolusu işadamı, bürokrat, siyasetçi ve sekiz bakanıyla indi Ankara'ya.

Rusya ile Akkuyu nükleer santralinin temel atma töreni yapıldı. Tarihimizin en büyük yatırımı (20 milyar dolar) olmasının yanı sıra, Türkiye'yi küresel çapta bir aktöre dönüştürecek enerji açılımının çok önemli bir adımı da atılmış oldu. Türkiye'nin, 60 yıldan fazladır engellenmeye çalışılan nükleer enerjiye sahip olma rüyasında en önemli eşik aşıldı. Kendisini yedi yılda amorti edecek olan Akkuyu nükleer güç santrali, enerjide büyük oranda dışa bağımlı olan Türkiye'ye rahat bir nefes aldıracak.

Santralin enerji ihtiyacımızın %10'unu karşılayacağı açıklandı. Yani, kabaca söylersek, 10 tane santralimiz olsa, yıllık 55 milyar doları bulan enerji ithalatına harcadığımız kaynak kasamızda kalacak ve halk yararına yatırımlara dönüşecek. Bu başlı başına devasa bir sıçrama demek. Üstelik teknoloji transferi de dikkate alındığında, Türkiye'nin önünde yepyeni ufukların da kapısı açılacak.

Rusya ile santral anlaşmasının yanı sıra bir dizi başka anlaşma da imzalandı. Örneğin, 2020'de gelmesi beklenen S-400 füzelerinin gelişi erkene alındı, Temmuz 2019'da kurulumu tamamlanmış olacak. Savunma alanındaki önemli bir açık kapatılıyor. Turizm ve tarım ürünleri ihracatında da ikili anlaşmalar yapıldı.

Ruhani'nin dâhil olduğu üçlü görüşmeler de “tarihi” önemdeydi. Yedinci yılını dolduran Suriye iç savaşını sonlandırmak üzere mutabakata varıldı. Erdoğan-Putin-Ruhani arasındaki görüşme ve anlaşmalar esasen Astana Süreci'nin devamı niteliğinde. Birleşmiş Milletler'in de dâhil olduğu Cenevre süreçlerinde bir sonuca varılamazken, Astana süreciyle somut kazanımlar elde ediliyordu. Şimdi yeni bir aşama daha kaydedilmiş oldu.

Suriyeli iç ve dış mültecilerin evlerine dönebilmeleri için toplu konut yapımı, sahra hastaneleri kurulması gibi insani yardım konuları da ele alındı. Bir de detay verelim: Tesadüf müdür, bilinçli seçim midir bilemiyorum ama Türkiye-Rusya-İran devlet başkanlarının Ankara'da el ele dostluk fotoğrafı sergilediği 4 Nisan, aynı zamanda “NATO Günü” olarak kutlanıyor.

***

Liderlerin Ankara'ya indiği saatlerde CHP meclis grubu toplantısı yapılıyordu. CHP genel yalancısı yine kürsüde esip gürlüyor, hakaretler ve boş tehditler savuruyordu. Peki, gündeminde bu tarihi meseleler mi vardı? Tabii ki hayır. Türkiye'nin teröre karşı verdiği mücadeleyi ve Afrin zaferini hazmedemeyen Kılıçdaroğlu, sınırda askerleri ziyarete giden sanatçılara ağza alınmayacak hakaretler etmekle meşguldü. Öyle ki TV'lerde söylense kanal kapattıracak hakaretleri ağzından köpükler saçarak, bağırıp çağırarak tekrarlayıp durdu. Cumhurbaşkanı'nın namus ve şerefini de ağzına doladı.

Türkiye tarihi meselelerle uğraşırken başka ne vardı gündeminde? Özelleştirilecek şeker fabrikaları. Bir süredir CHP, HDP, İP ve SP'nin, şeker fabrikaları önünde birlikte eylem yaparak fiilen seçim ittifakını oluşturdukları bu konuya slogan da üretmişler: “Şeker vatandır, vatan satılamaz”. Hakkını yemeyelim; nükleer santrale de değindi, tabii ki karşı çıkmak için.

Söylediği yalanları toplasak hükümetin yaptığı duble yolları aşacak Kılıçdaroğlu CHP'sinin bir taktiği bu aslında. Ne zaman büyük projeler tamamlanma aşamasına gelse veya hükümet büyük bir başarıya imza atsa, CHP kendisini canhıraş ortaya atıp konuyu gölgeleyecek alakasız gündemler yaratıyor. Ortalığı velveleye veriyor ve bizler, örneğin, nükleer enerjinin kâr-zarar hesabını tartışacağımıza, CHP'nin saçma sapan polemikleriyle oyalanıyoruz. İsteyen kısa bir basın taramasıyla bu söylediğimi rahatlıkla teyit edebilir.

Fakat artık bu durum tahammül sınırlarını aşıyor. Zira CHP Türkiye'yi oyalar, enerjisini boş tartışmalarla sömürürken, hastalıklı bir seçmen kitlesi de yaratıyor. Her Salı grup toplantısında bir salonda topladığı kitleyi yalan, iftira, hakaret ve küfürler eşliğinde nefret yükleyip sokağa salıyor. Sıradan bir CHP seçmeniyle bile konuştuğunuzda, söylenen yalanların çoğuna inanmış, sorgulamayı bırakmış, AK Parti lideri, kadroları ve milyonlarca seçmeni hakkında hastalıklı bir nefretle dolu olduğunu görüyorsunuz. Bu öyle hastalıklı bir nefret ki, yüz binlerce insanı, geçtim hükümetin herhangi bir gayrimeşru yolla devrilmesine razı olmayı, bir ayaklanma çıkıp AK Parti binaları kundaklansa, AK Partililer sokaklarda kurşuna dizilse, linç edilse zil takıp oynayacak duruma getiriyor.

***

Bazen Türkiye'yi ağır bir küresel kuşatma altında, çok dik bir yokuşu, eski bir kamyonla tırmanmaya çalışan bir ülkeye benzetiyorum. Ülkesini sevenler kamyonu yokuş yukarı itiyor veya önden çekiyor, önüne gelen taşları temizliyor; yedek parçalarını yeniliyor, elinden geldiğince yokuşu tırmanmaya destek oluyor. CHP ise %25'lik ağırlığıyla kamyonun kasasına çöreklenmiş, elindeki kayaları habire kamyonun önüne atıyor, lastikleri patlatmaya çalışıyor, deposunu delip mazotunu boşa akıtıyor, üstelik de sürekli şoförü ve kamyonu kötüleyip duruyor.

Bu kamyon, CHP'nin tüm sabotajlarına rağmen, elbette düze çıkacak, kendini yenileyecek ve dünyada hak ettiği yere ulaşacak. Ama maalesef bu zorlu yolculuk boyunca şu ağır yükü de sırtında taşımak zorunda kalıyor. Üstelik CHP, hastalıklı nefret yükleme seanslarıyla amorf bir yapıya çevirdiği geniş kitlesiyle, giderek halk sağlığı için de bir tehdit haline geliyor. Çaresi var mıdır? Maalesef kısa vadede böyle bir şey görünmüyor. Sinirleri çelik gibi sağlam tutup, CHP'nin tahriklerine kapılmadan önümüze bakmaktan başka yol göremiyorum.

Cengiz Alğan/hurhaber.com

05.04.2018

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0