Prof. Dr. Ahmet Nezihi Turan: Evet, davaya ihanet ettim!

03 Ekim 2012 11:15  

 

Prof. Dr. Ahmet Nezihi Turan: Evet, davaya ihanet ettim!

Karşılaştığı sorunlara çözüm üretemeyen, o koltuğa oturduğunda ‘çocukluğuna doğru yolculuk’ yapar. Travmayı atlatmanın yoludur bu. Geçmiş konuşulamıyorsa gerçeğin hayli uzağında olabilirsiniz çünkü. Prof. Dr. Ahmet Nezihi Turan’ın 70’ler milliyetçiliğini konuşması da böyle bir gerçeklik arayışı.

Anadolu Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Nezihi Turan, Sâmiha Ayverdi ekolünden bir tarihçi. Bu ekolle 70'li yıllarda ülkücü hareketin içindeyken tanışıyor. Ülkücülükle teması ise lise yıllarına rastlıyor. Dostluğun öne çıktığı, Munzur Nehri'nin öte tepesinde konuşlanan Tunceli Öğretmen Okulu'nun yatılı ülkücülerindendir. Kitapla ve kitapla arası iyi olanlarla muhabbeti vardır. 73'ten 80'lere kadar içinde olduğu hareketle birlikte bütün o hercümerci yaşar. 12 Eylül darbesi gelmeden hareket içinden destek bulduğu abilerinin de etkisiyle şiddetle ilişkili durumlarını eleştiri konusu yapar. Eleştirilerini yüksek sesle dillendirmeye başladığında tepki büyüktür. “Davaya ihanet ediyorsun.” derler, ki o da bunu inkâr etmiyor: “Evet, yavaş yavaş ihanet etmeye başlamıştım.” Dostluklar baki kalsa da, 12 Eylül'le beraber örgütsel ve ideolojik bağlarını tamamen koparır ülkücülükle. 70'li yıllarda ülkücü hareketin önde gelen isimlerinin yaşananlarla yüzleşmesi gerektiğini düşünüyor, bunu ahlaki sorumluluk olarak görüyor. Bu kadarla kalmayıp konuşuyor da…



-1980'de ülkücü hareketle bağı kopardım dediniz?

Evet kopardım.

-Darbe olmuş muydu?

Öncesi galiba. 78 sonu 79 başı gibi olması lazım. Beni etkileyen ve daha fazla düşünmeye zorlayan şiddete dayalı olaylardaki yoğunlaşmaydı. 7 TİP'liden Abdi İpekçi'nin öldürülmesine uzanan şiddet dalgası ve camianın şüphe çeken taraflarını sezmeye ve hissetmeye başlamam… Kendiliğinden iç savaşa doğru gidiş, şiddeti benimseme ve taraflarından biri olmayı adeta gönüllü kabul etme durumu görüyor ve dile de getiriyordum. Çok büyük tepkiyle karşılaşıyordum. Davaya ihanet olarak algılıyorlardı. Ve aslında çok yanlışlık yoktu. Yavaş yavaş davaya ihanet etmeye başlamıştım.

-Davaya ihanet ettiniz!

Tabii. Böyle düşünmemi kolaylaştıran bazı faktörler ve isimler de vardı. O yıllarda 1978'de Divan Kültür Edebiyat dergisini çıkarmaya başlamıştık. Bize ağabeylik yapan, edebiyat ve derginin ne olduğunu gösteren kişi Beşir Ayvazoğlu'dur. Onun zarif, çelebi, öğreten tarafı çok etkili oldu üzerimde. MHP Genel Merkezi'nde Genel İdare Kurulu'ndan iki kişiyi bilhassa anmalıyım. Birincisi Taha Akyol'dur. Onun bize şiddetin dışında durabileceğimiz bir alan açabileceğimize dair nasihatleri oldu. Nasihat diliyle değil, şunları okusanız şeklinde. Mesela Samuel Smiles'ın Kendine Yardım kitabını okumak kimin aklına gelirdi o anarşi ortamında. Sonra Pitirim A. Sorokin'in Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri'ni, Maurice Duvarger'yi... İkincisi, bizi Yahya Kemal milliyetçiliği ile tanıştıran yine GİK üyesi Özcan Ergiydiren'dir. Üzerimdeki etkisi hâlâ devam eder. İstanbullu bir ailenin çocuğu oluşuyla, duruşuyla MHP Genel İdare Kurulu (GİK) üyesi Esat Güçhan'ı ayrıca anmalıyım. Onun nezaretinde Türkiye ve Dünyadergisini ancak iki sayı çıkarabilmiştik.

-O yıllarda nasıl bir tavır geliştirdiler, biraz açabilir miyiz? Neydi karşı oldukları şey?

78'den itibaren şiddetin artışıyla birlikte ikaz eden bir dil kullanmaya başlamaları ve ülkü ocağını yeniçeri ocağına benzetmeye başlamaları… Türkeş, GİK toplantılarında ‘Ülkü ocakları ne yazık ki yeniçeri ocağı oldu, topa tutmak fikri bana uzak değil' demeye kadar varmış. Bunun bir Türkeş taktiği olduğunu söyleyenler de var tabii. Ülkü ocaklarının kontrol dışına çıktığını söylüyorlardı.

-Yükselen itirazları bastırmak için mi söyledi o sözleri sizce?

Evet. Tedirgin edici o huzursuz havayı absorbe edebilecek dil kullanıyor. Türkeş'in teşkilatçılık dışındaki bir başka özelliği, çok muhalif insanları bir araya getirebilecek çözüm üretebilme kabiliyetidir. Türkeş'in sözleri ikna edici olmuş, muhatapları o sözlere samimiyetle inanmışlardır; kalıcıdır değildir o ayrı.

-İnanmadıkları ne olabilir?

Bugün inanmadıklarını düşündüğüm şey Türkeş'in bunları söylerken, mesela ülkü ocaklarının yeniçeri ocağına dönüştüğünü söylerken, pek inanarak söylemediğidir. Ben de şahsen...

-İstese engelleyebilirdi öyle mi?

Evet. Kendi camiasını şiddetten çekecek yolu bulabilirdi. Benim 80 öncesine bakarken ülkücü geleneği çok sorunlu görmemin sebebi budur. Şiddetin dışına çıkma inisiyatifi oluşturulamadı.

-Hiç mi olmadı?

İki tarafın aktörlerini sorumlu tutuyorum. Solun da sağın da… Solun ne yaptığını kendileri bilir ama benim içinde bulunduğum camianın çok sorumlu olduğunu düşünüyorum. Yani eğer Türkeş, GİK'e söylediği gibi ülkü ocaklarını yeniçeri ocağı gibi görseydi kapatabilirdi.

-Çözüm getirir miydi?

Çözüm getireceği için değil. Kapatması da gerekmiyordu belki ama şiddetin içerisinden çekebilirdi. Çünkü şiddet bir tarafıyla ülkü ocakları genel merkezi tarafından temsil ediliyordu. İşte, Çatlı bunlardan biriydi. O yüzden o mevkilerde olanların, olayları görenlerin, bulundukları yaşlar ve konumlar ne olursa olsun bu ahlaki sorumlulukları yerine getiremediklerini düşünüyorum.

-Lider konumda olanlar 70'li yıllarda olup bitenle yüzleşmedi yani?

Evet. O yüzleşme dediğimiz şey çok sınırlı isimlerle kaldı. Özgüven problemi midir, nedir bilmiyorum; bugün de önemli sayılan isimler var aralarında, konuşmalılar biraz. Onların anlatacağı şeylerin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. O dönem Ülkü Ocakları Genel Merkez Yönetim Kurulu üyesi olan, davanın içinde kalmamda kendilerini tanımamın büyük etkisi olan Mümtaz'er Türköne, Naci Bostancı, Kemal Görmez… Hepsi profesör, uzun süre teşkilatın stratejik yerlerinde görevlerde bulunan arkadaşlarım… Ben onların az konuştuklarını ya da yeteri kadar konuşmadıklarını düşünüyorum. Konuşurlarsa kendi var oluşlarını inkâr edecekler duygusuna mı kapılıyorlar nedir, anlıyorum. elbette bir varoluş sorununa yol açar, ama daha ahlaki bir varoluşa da kapı açmaz mı? Anlıyorum, yine mevcut camianın içinde kalmaya devam etmeleri güvenlik ve dayanışma ihtiyaçlarını karşılıyor. Bunların çok beşerî şeyler olduğunu kabul ediyorum, yalnız ikisini birbirinden ayırt edebilecek bir dili oluşturmak da gerekiyor.

-Tam olarak ne olsun istiyorsunuz?

Mahallenin dışına çıkılmasını. Solda yaşanan iç sorgulamayı, yani Halil Berktay'ın karşılığını görmek istiyorum. ‘Hepsi yanlıştı, Marksizmin kendisi de yanlıştı' diyebilecek kadar ileri gitti. ‘Marksizmin kendisi de yanlıştır' derken onu sivriltiyor Berktay, anlaşılsın diye. ‘Stalin dönemi yanlıştı ama Lenin kalsın elimizde dedik. Niye kalsın ki? Stalin onun bıraktığı yerden devam etti. Lenin 1924'ten sonra yaşıyor olsaydı Stalin'in yaptıklarını yapacaktı' demeyi öğretti ya da düşündürttü sola Halil Berktay.

-Sanıyorum o yüzleşme mahallenin dışında kalmayı göze almayı gerektiriyor. Halil Berktay da kısmen yaşadı bunu.

Evet, onu gerektiriyor. Onu göze almak ahlaktan yana olmak gibi geliyor bana. Bu topraklar epey ikiyüzlü ahlak formu üretmiş, her birimiz de içinde soluk alıp vermişiz. Artık ahlaki dil kaygısı da yaşamalıyız. Türkiye'de toplumsal, bireysel ve entelektüel hayatın tam da o ahlak dilini inşa etme aşamasına geldiğini düşünüyorum. Mümtaz'er, Ankara'ya geldiğinde arıyor mesela, ben İstanbul'a gittiğimde arıyorum; A. Turan Alkan'la, Naci Bostancı'yla karşılaştığımız zaman çok hoş sohbet ediyoruz, birbirimizi çok seviyoruz. Onlara hatırlatmaya gerek yok, iyi-kötü biliyorlar. Etrafımızdaki küçük halkalardan başlayarak daha sık hatırlatsak belki o kapı açılabilir. Yani biz yalnız kalmayacağız. O mahallenin dışına çıkmak aynı zamanda yeni ve daha güzel bir kapı açılması demek.

-Başka, yeni bir mahalle oluşabilir mi yani?

Evet, oluştu bile. Amorf olduğu için belki farkında değiliz. Tanımlı bir mahalle değil. Diğerinin avantajı o. Tanımı sürdürüyor çünkü. Kolaylaştırıcı. Konumu var, kuralı var hâlâ. İşliyor, söylemi var.

-79-80 arasındaki olaylar darbeye zemin oluşturmak için miydi sizce?

Evet. Öyle olduğunu düşünmemizi sağlayacak yeterince bilgi birikti galiba. 80'den sonra da bazı arkadaşların Mamak'tan çıktıktan sonra söyledikleri onu çok güçlendiriyor. Kimin eli kimin cebinde belli değil durumu… Mesela o dönem dergi çıkarmak için teşkilatta tanınan bir kişiye o günün parasıyla 10 bin lira verdik. Sonra adam kayboldu. Sonra öğrendik ki üstünden sağdan soldan bir sürü örgütle alakalı 5-10 kimlik çıkmış, ardından da serbest bırakılmış. Sonra başka yerlerde olduğu söylendi.

-70'li yıllarda güçlü sol hareketler şiddete de başvurarak kendi devrim modellerini hayata geçirmek istiyor. Milliyetçiliğin doğası devletin kaygılarının gönüllü paylaşılmasını kolaylaştırıyor değil mi?

Tabii çok kolaydı. Devleti zaten sevdiğimiz, toz kondurmamak istediğimiz için… Devlete gelecek tehlike namusumuza gelen tehlike olarak algılandığı için… Dolayısıyla devlet adına birisi yanlış yapıyorsa o adam kötü bir adamdır, devlet nasıl kötü olabilir ki! Ordu devletin ordusudur, ordu milletin ordusudur. Ordu, devlet, millet el eledir.

-Bu 9 Martçı ‘darbeci' solcuların sloganı değil mi?

Evet. Sol grupta da var ama bizdeki eklemlenme çok daha kolay. Devlete muhalefet zaten aklın ucundan geçmez. Devletin sol örgütler içerisinde kullandığı elemanların çok daha profesyonel olması bundan. 9 Mart cuntasını ortaya çıkaran Mahir Kaynak'la mukayese edilebilecek birine ihtiyaç yok sağda. Dolayısıyla devlet adına grubu yönlendiren kişilerin çok sofistike olmadıkları ortaya çıktı. Komitacı olmaları yetiyordu. 67 Macaristan işgalinden sonra bütün dünya komünizm tehlikesine ikna oluyor. O tarihten itibaren NATO'ya bağlı özel harekât daireleri tahkim ediliyor. Türkiye'de de böyle olmuş. Özel harp dairelerinde görev yapanların MHP'yle teması daha kolay olmuş. Türkeş de zaten özel harp dairesi adına çalışmış. Amiral Sezai Orkunt'a sorulduğunda, ‘Evet bu yapı vardı, Türkeş de içindeydi' dedi. 80 sonrasında Türkeş'e yöneltildiğinde, ‘Yorum yapamam' dedi. Dolayısıyla böyle bir yapı var. Bir de legal tarafı var. Siyasi parti, onun uzantısı olan legal dernek. Bu legal yapı ile illegal faaliyetler bir yerde çakışıyordu. Çakışma ihtiyaç duyulduğu anda devreye sokuluyordu. 12 Eylül duruşmalarında birçok MHP'li ‘MİT mi MHP'nin içerisinde, MHP mi MİT'in içinde anlayamadık' demişti. ‘Vatan elden gidiyor' derseniz gaza gelecek çok kişi vardı. Diyelim ki Mehmet Ali Ağca. Yetiştiği çevre zaten içinde şiddet eğilimi barındırıyor yahut çocukluğuna ilişkin herhangi bir travmayı kompanse edecek… Öyle tipler de dolaşıyordu.

-Tanıyor muydunuz Ağca'yı?

Evet. Tanırım derken ülkücü hareket içindeki önemi bakımından değil, garip, tuhaf bir tip olmasıyla. Ağca, Dil Tarih girişlidir. Ben de… Daha sonra İstanbul'a gitmiş, bunlardan haberim yok. Garip, tuhaf ve dolayısıyla da ezik halli, pejmürde, saçı başı dağınık vs. Çok alttan alan, herkese abi deyip önünü ilikleyen böyle bir tip. Bu tipleri devşirmek, ‘Sen silah kullanır mısın? Gel talim yapalım' demek daha kolaydı.

-Size de teklif edildi mi? Geriye baktığınızda yolunuzun kontrgerillayla başka deyişle Özel Harp'le kesiştiği oldu mu?

Bazı arkadaşlar sonradan söyledi; ‘Camiamızın içerisinde bazı tipler var, anlamıyoruz, aramızda ne işleri var' diye aralarında konuşurlarmış. Saydıkları isimlerin arasında ben de varmışım. Konuşmam düzgünmüş, oturmam kalkmam vs. ‘Bizim aramızda ne işi vardı' denilen tiplerin aynı zamanda cazip tarafı onlara daha kolay teklif edilmesidir. ‘Silah sever misin?' denmesi. 80 öncesine dair söyleyeceğim şey bana da teklif edilmiş olmasıdır. Kontrgerilla olup olmadığını bilmiyorum. O zamanki hava şu: Giderek daha fazla sıkıştırılıyoruz ve giderek daha fazla arkadaşımızı kaybetmeye başladık, dolayısıyla bizim direnç gösterebilecek daha profesyonel elemanlara ihtiyacımız var. O yetiştirilecek.

-Tam olarak yıl kaç?

78 olmalı. ‘Allah Allah' dedim ve reddettim. Şiddet bir taraftan yoğunlaşıyor. 79'dan itibaren de daha çok düşünmeye başladım ve yüksek sesle dillendirdim. Yani, ‘Bir fikir hareketi şiddetle yan yana olamaz' diye yavaş yavaş konuşmaya başladım, sonra öyle bir devreye geçmiş oldum.

-Sizden silahlı mücadele için yardım mı istediler, yoksa daha profesyonel örgütlenmenin parçası olmayı mı teklif ettiler?

Ben şiddetin devam etmesinden yana olanlar tarafından yapılan bir teklif olarak anladım.



-Siz 79'da şiddet eleştirisi yaptınız, peki milliyetçilik eleştirisi ne zaman başladı?

Milliyetçilik eleştirisi yapmam, galiba Türkiye Günlüğü tecrübesiyle oldu. Özal'lı yıllar… Daha belirgin muhalif dil kullanmaya alışmam 89'dan sonra oldu. Sovyetlerin dağılmasıyla bizdeki milliyetçiliğin tarihsel gerekçesini de kaybettiğini düşündüm. Türkiye'nin kendi tarihsel geleneğinde milliyetçilik ancak sapma olabilirdi artık. Bir konvansiyonel imparatorluğun çocuklarıyız; o imparatorluk geleneğinden milliyetçilik çıkartmak için çok uğraşmak lazım. İmparatorluk yıkılırken anlaşılabilir bir tepki ama yeni devlet kuruldu, işlemeye başladı hâlâ niye bu kadar milliyetçi oluyoruz? Bizdeki kültür devriminin, Stalin devrimine benzemekle birlikte ondan daha kaba bir devrim olmasıyla ilgisi olduğunu düşündüm. Topyekûn redde dayalı olmasına… Kültürü besleyen bütün kavram ve kurumların yok edilmesi… Tekkelerin yasak olduğu Türkiye ve Sovyetler vardı. Sovyetler yıkıldı, tekkeler serbest kaldı; Türkiye'de hâlâ yasak. Tekkelerin yasak olduğu tek ülke Türkiye. ‘Ne var ki bunda, yasak da hepsi faaliyet hâlinde' deniyor. Galiba biz çok benziyoruz d'Encausse'un anlattığı Tamamlanmamış Rusya'daki duruma. Helene Carrere d'Encausse diyor ki, ‘Sovyet sonrası Rus insanına, Rus demeye devam etmemiz tarihsel anlatım kolaylığı dolayısıyladır. Aslında 1917'den sonraki insan Rus değildir, başka türdür. 'Bizde de kültür devriminden sonra ortaya çıkan insan tipiyle önceki Osmanlı Müslüman Türk arasındaki benzerlik o kadar az ki… Amaçlanan olmuş aslında; çok başarılı aslında devrim. Kopuşu daha net görmeme sebep oldu milliyetçilik sorgulamam…

-79'da sorgulamaya başladınız, 12 Eylül olduğunda davanın tümüyle dışında mıydınız?

Bütünüyle çıkmak mümkün değil. Ama bir şeye karar vermek zorundasınız. Ben de hiçbir siyasi örgüt ve ideolojik hareket içinde olmama kararı aldım. Hiçbirinin sivil olmadığını düşünme evresi yaşadım. Hâlâ da demokratik ülkelerdekiler anlamında, Batılı anlamda sivil örgüt kurmayı beceremiyoruz ya…


ARKADAŞLAR, BİZ ÇOCUKKEN TUNCELİ'DE NE OLDU?

“Benim Türkiye'de ideolojik bir mücadele olduğuna dair ilk tecrübem 1969'dur. İlkokul 5. sınıftaydım. Babam Antakya Harbiye Ortaokulu'nun müdürü.” Mustafa Kuseyri öldürülmüş, sol bir grup Antakya'da protesto yürüyüşü yaparken dişçiden dönen Ahmet Nezihi'nin başını okşamayı ihmal etmeden eline bildiri tutuşturmuşlar. Eve vardığında bildiriyi çoktan okumuş, ‘Emperyalizm, faşizm ne baba?' diye sorduğunda da ‘Boş ver oğlum' cevabını almıştır. İki hafta sonra babasının müdür olduğu ortaokulun duvarlarına koca koca harflerle ‘Faşistler defolun', ‘Kahrolsun emperyalizm' gibi yazılar yazılmıştır. Baba yine mesafeli, ilgili değilmiş gibidir. 69-73 yılları arasında yaşadığı Antakya Harbiye, Nusayrilerin yaşadığı ve solun kendisine kolay zemin bulabildiği yerdir. Yavaş yavaş aksülamel olarak doğmaya başlayan bir milliyetçi dile muhatap olur. Nihal Atsız'ın Bozkurtlar Diriliyor, Bozkurtların Ölümüromanlarını hemen edinir ama ilk kitabının ancak yarısına kadar okur, sıkılır. Tahsilli ve şehirli ailede büyümüştür, milliyetçi yayınlar ve söylem ona cazip gelmez. Ortaokuldan sonra öğretmen okulunu kazanır; babasının isteksizliğine rağmen okulların açılmasından bir ay sonra Tunceli'ye gider, sene 73.

Ahmet Nezihi Turan'ın ülkücü hareketle tanışıklığı 73 yılında Tunceli Öğretmen Okulu'nda başlar. 68 sonrası öğrenci olaylarının ilki Artvin, ikincisi de Tunceli Öğretmen Okulu'nda yaşanır. Turan da kavganın tarafıdır. “İlk gençlik, delikanlılık, kendimi gösterme ihtiyacı…” diyor. 150 kişilik bir gruptur ülkücüler. Okula varmasıyla ülkücü ağabeylerin içine düşer, “Bazıları benim için çok cazip ve kolay diyalog kurabileceğim insanlardı. Hoş insanlardı. Özellikle İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'ndan becayiş yoluyla gelen 50 kişilik grubu çok sevdim. Okumayı yazmayı seviyorlardı. Benim de bana sahiplenecek büyüklere ihtiyacım varmış demek ki.” Türk Edebiyatı dergisini uzun yıllar çıkaran İsa Kocakaplan, Nedim Irmak, onun deyişiyle ‘Başka yönleriyle milliyetçiliğe muhalif olan' Hüsamettin Arslan 3. sınıftan ağabeylerdir. İstanbul'dan Ötüken ve Devlet dergileri gelir, cüz'i paralar karşılığında dağıtılır. 76 yılında Ankara'ya gittiğinde ‘çok sevdiği' Lütfi Şehsuvaroğlu ona ilk Antoine de Saint-Exupéry'ın Küçük Prens'ini okuyup okumadığını sorar. Olumsuz cevap aldığında da ‘O zaman davaya yeterli hizmet edemezsin' der. Peki Jack London'ı okumuş mudur, Martin Eden'i? Hayır. ‘Davamızın temel kitaplarındandır, mutlaka oku' cevabını alır. Onu davaya bağlayan kişiler ve anlardır bunlar.

Tunceli Öğretmen Okulu'nda Tuncelililer gündüzlü, yatılılar ise diğer illerden gelenler. İlk yıl iyi geçer. “Tunceli'de kendimizi farklı bir yerde hissetmedik.” diyor. Gündüzlü Tuncelili arkadaşlarıyla futbol takımlarında, folklor ekiplerinde beraberdirler, iyi arkadaştırlar. “Efsanevi futbolcumuz Mehmet Ekşi ben okula geldiğimde son sınıftı. Önce Elazığspor'da, sonra da Beşiktaş ve Trabzon'da Millî takımda oynadı. Tunceli'den ayrıldıktan sonra da Mehmet Ekşi'nin oynadığı takımı seyretmeye arzuyla devam ettik o hukukumuzla. Mehmet Ekşi Tunceliliydi.” El altından ülkücü yayın organları okula girerken TİKKO'nun yayın organları da girmektedir bir taraftan. “Yüzeyin altında işleyeni provoke etmek istediğinizde kolay yapılabildiğini gördüm orada.” diyor.

Öğretmen okullarının kuruluş yıldönümünde sahnede Atabarı oynayan folklor ekibi Türk bayrağı çıkardığında bir grup tarafından yuhalanır. Ortalık karışır. Alttan alta işleyen şey gün yüzüne çıkmış, gruplar taşlı sopalı birbirine girmiş ve Tunceli şehri de kavganın parçası olmuştur. “Nasıl oldu bilmiyorum.” diyor. Şehirde yatılı okulla ilgili şayialar dolaşır. Tuncelili gündüzlü öğrencilere okulun depolarında işkence edildiğinden, Sünni öğrencilerin Alevi kız öğrencilere tecavüz ettiğine kadar… Şehirde oluşan panik havası ve Munzur'un karşı tepesine konuşlanmış okula doğru ellerinde tüfeklerle küreklerle halkın akın ettiği söylentisi okulda da başka paniğe ve savunma hazırlığına sebep olur. Demirkapılar kilitlenir, ellerde yangın söndürme tüpleri vs. Malatya'dan komando birliği gelir, Demirkapılar açılır, öğrenciler askerî cemselere bindirilerek Elazığ'a götürülür ve evlerine gönderilir. Bir ay sonra radyo anonsu ile geri çağrılan öğrencileri iyi günler beklemiyordur. “Yine karışıklıklar, yine havadisler yine panik havası.” Ülkücü ağabeylerin aldığı karara 400'ün üzerinde öğrenci iştirak ederek otobüslere binip ‘Artık burada okuyamayız' diyerek Tunceli'yi terk eder. İstikamet Ankara, 74 yılında CHP-MSP koalisyonu vardır. Randevu isteğine İçişleri Bakanı Oğuzhan Asıltürk polis copuyla karşılık verir, Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ öğrencilere nasihat eder, geri dönün der. “Ama biz gitmemeye kararlıydık.” diyor Turan.

-Niye Tunceli?

İbrahim Kaypakkaya'nın liderliğini yaptığı Türkiye İşçi Köylü Partisi'nin Tunceli merkezli örgütlenerek devrime girişmesi, şehrin geçmişi de düşünüldüğünde (Dersim faciası) devlette kaygı ve teyakkuz hâli doğurdu. Bu hareketin orada biriken acıyı açığa çıkarma rolü üstlenmesi mümkündü. “Devletin paniğe kapıldığı anlaşılıyor. Yani buradan devrim çıkarsa kümülatif etkisi olabilir, mutlaka bastırmalıyız diyen bir yapı da var. Dolayısıyla 73'ten sonra gönderilen subayların seçildiğini fark ettim.” diyor Turan. Aynı yıl Kaypakkaya yakalanır, ölümü intihar diye kayda geçer. Muhtemel halk isyanının ancak katliamla bastırılabileceğine dair kaygı, katliama yol açmayacak tedbirler geliştirilmesine yol açar. Öğretmen okulu ve çevresinde olup bitenler de bununla ilgilidir. “Bizlerden paramiliter grup oluşturarak tehdide karşı paratoner yapmak. Mücadele, devlet güçleri dışındaki güçlerle yapılmak istendi. Oradaki insanların kendi kulvarlarını korumak için harekete geçtiklerini göstermeyi amaçlayan bir yapı oluşturmak istedikleri anlaşılıyor.”

37 yıl sonra yüzü aşkın Tunceli Yatılı Öğretmen Okulu öğrencisi bir araya geldiklerinde ilk şaşkınlık birbirlerini tanıyamamaları olur. Turan eline mikrofonu aldığında yaşadıkları olayların perde arkasıyla ilgili kafasını kurcalayan meseleleri paylaşır, “Ne olur siz söyleyin, biz orada ne yaşadık?” der. “Millî Güvenlik hocası geldi. Bize kendini sevdirdi. Türklükten, Türklüğün öneminden, milliyetçilikten bahsetti. Başta hoşuma gitti ama… Millî Güvenlik hocası, Tuncelili öğrencileri tahtaya kaldırıp geçebilmeleri için ve o da ancak 10 üzerinden 5 alabilmek kaydıyla ‘Türk'üm, Türklüğümle gurur duyarım' diye yüksek sesle bağırmalarını istiyordu. Sesi yeterli bulmadığında da tekrarlatıyordu. Açık provokasyon değil miydi, ne dersiniz?” diye sorar. 74 yılında Tunceli'de görünmez bir el iş başındadır. Turan'a göre olaylar çok planlı değildi belki ama bireysel çıkışlar da değildi. Duygu ve düşüncelerini paylaştığı 37 yıl sonra gördüğü arkadaşlarının tavrı ilginçtir. “Bir arkadaşımız çıktı, İbrahim Kaypakkaya'nın öldürülüp cemsenin arkasına iple bağlanarak sürüklenip getirilişini anlattı. ‘Bunu yapan kişi kahramandı' dedi. O arkadaşımız diğer arkadaşlarımız tarafından yadırgandı. ‘Patavatsızın tekidir' dediler. ‘Patavatsız falan da söylenen doğru mu?' dedim.” Genel tutum şöyledir: “Olayların cereyan ettiği sırada kahramanlık olarak görmekteydiler. Üzerinden onca sene geçtikten sonra ise söz etmemeyi, hatırlamamayı tercih ediyorlardı. Söz eden çıkarsa ona da patavatsız diyorlardı. Unutulup gitsin istiyorlar.”


MİLLİYETÇİLERİN YENİ İDEOLOĞU TURGUT ÖZAKMAN OLMUŞ!

-Şimdi ulusalcılık gündemde. Soğuk savaş sonrası hangi boşluğa hitap ediyor bu kavram?

Soğuk savaş sağcılığı ve soğuk savaş solculuğunun bıraktığı boşluğu doldurmak üzere devletçi ulusalcılık icat edildi. ‘Yurtseverlik'e karşılık geldi. Milliyetçilik, hele soğuk savaş sonrasında aynı adla telaffuz edildiğinde onları cezbedemezdi. Onun kurucu babaları başka kişiler olmalıydı. Turgut Özakman'ların bulunmasının sebebi o. Soğuk savaş sonrası milliyetçilik olarak ulusalcılık doğdu bence. MHP milliyetçiliği de bu çizgiye hızla yaklaştı. Ama MHP geleneği belli çevrelerde antipatik görülmeye devam ettiğinden ‘ihtiyaç' duyulan milliyetçiliği karşılayabilecek ürün olarak ulusalcılık pazarlaması daha özenli yapıldı.

-Peki MHP türü milliyetçiliği savunanlar düşünülmedi mi denklemde?

Kendini meşrulaştırdığı o soğuk savaş dönemi şartlarının kaybolmasıyla meşruiyet krizi içine girmişti MHP milliyetçiliği. Ulusalcılık bunu kısmen telafi etti. Biraz da dindarlaşmışlardı zaten, böylece yeniden oy topladılar. Ulusalcılık kuşatıcılık da getirmişti ayrıca. Sağcısı, solcusu, Alevi'si, dindarı… Ama AK Parti'yle beraber dinle ilişkisinin bozulması ikinci bir meşruiyet krizi getirdi MHP'ye. Din adına konuşmak artık başka bir geleneğe geçmişti. Millî Görüş, AK Parti… Şimdi biz dinden bahsedersek AK Partili sanacaklar gibi. Elinde ulusalcı-milliyetçilik gibi garip bir şey kaldı. Zaten söz söyleyebileceği tek alan olan Kürt meselesiyle ilgili kafa karışıklığı da buradan geldi. Dolayısıyla MHP aslında geleneğinde olmakla beraber daha ikincil olan laik ulusalcı damara oynamaya başladı.



-Son ulusalcı parti olarak MHP var artık…

Tabii. CHP değil. Kılıçdaroğlu'nun yer yer demokratik söylemi, 12 Eylül yargılamalarında taraf olmaları vs. Bu çıkışları samimi ya da değil o ayrı. Oysa dışarıya verdiği demokratik yüzü de yok MHP'nin. Tam da olması gerekirken… Yakın zamana kadar MHP geleneğinden gelen etrafımdaki insanları maalesef çok heyecanlandırıyordu Turgut Özakman ve Soner Yalçın. Onların kitaplarına kutsal kitap muamelesi yapıyordu sağ ve MHP geleneğinden gelen profesör, doçent arkadaşlarım. Ben dehşete kapılmıştım. Şimdi Sorbonne'da doktora yapmış Türk tarihçiliğinde bilinen birinden bahsediyoruz. Samimi olarak hâlâ ‘Çılgın Türkler'e inanıyor. Ergenekon'a, Balyoz'a rağmen. Balyoz falan onu ilgilendirmiyor. Böyle etrafımda çok insanla karşılaşınca ben dehşete düşüyordum. Ve ahlak buhranını çok derinden hissetmeye başladım.

-İdeoloji olarak 70'lerle kıyasladığınızda daha mı beter durum…

Tabii ki. En azından çoluk çocuktuk o zaman. Bugün soracak olursanız benim şahsi hayatımda milliyetçilikle hissiyat bağım 9 Şubat 2012'ye kadar devam etti.

-Ne oldu ki?

Yılmaz Öztuna vefat etti… Yılmaz Öztuna'yı çok sevdiğim için bu hissiyatım devam etti, onunla kapandı. Hukukumuz çok ayrıydı. Aşağı yukarı 25 yıla yakın. Öztuna, ben liberal milliyetçiyim derdi. Dolayısıyla o milliyetçi dili devam ettirmesi, benim de onu çok sevmem, konuşurken dikkatli davranmama sebep olurdu. Artık rahat rahat her şeyi diyebilirim (Gülüyor). Öztuna özenle MHP çizgisi dışında kalmıştı. Hem de Türkeş'le Nihal Atsız'la şahsi dostluğuna rağmen. AP'de siyaset yaptı 69'da.

-Peki liberal milliyetçilik olabilir mi?

Çok fantastik olur liberal milliyetçilik. O sadece Öztuna'ya yakışırdı. Birbiriyle en uyumsuz iki şey nedir dense verilebilecek örneklerden biridir liberallik ve milliyetçilik. Şimdi kendini nasıl konumlandırıyorsun dediklerinde ‘muhafazakâr liberal' diyorum. Çünkü benim için muhafazakâr değerler hayatımı belirleyen, varoluşuma anlam katan değerlerdir. Ama hak, hukuk, özgürlük, demokratik değerler dendiği zaman liberal olarak tanımlıyorum kendimi. Muhafazakâr değerlerin de ancak bu vasat içinde anlam bulabileceğini ve yaşayabileceğini düşünüyorum. Sol liberal, muhafazakâr liberal gelenekleri biliyorum ama milliyetçi liberal tek kişiydi Yılmaz Öztuna. Tabii etnisite çağına geçişle, ulus devletlerin sorgulanır olmasıyla milliyetçilik zaten tarihsel kaynaklarını kaybetti. Türk milliyetçiliğindeki etnik milliyetçilik damarının uyanmasından, Kürt etnik milliyetçiliğine cevap olarak Türk etnik milliyetçiliğinin yükselişinden söz edilebilir artık.

-Ulusalcılığın alıcı bulmasından endişelenmeli miyiz?

Ulusalcılıkta kuğunun son şarkısını İzmir, İstanbul mitinglerinde söyledi. Balyoz-Ergenekon davalarıyla birlikte ulusalcılık şimdi Cumhuriyet'e makbul vatandaş yetiştirme projesinin ürünü kitlelere duygusal tatmin sağlayan bir araca evrildi. Yargı ve anayasa ile ilgili çok temel problemlerimiz çözüldüğünde normal mecraını bulacaktır her şey. Demokratik hak ve hürriyetlerin garanti altına alınabileceği yasal boşlukların doldurulmasıyla birbirini dinleyebilen, anlayabilen, itiraz edebilen normal konuşan insanlar hâline geleceğiz.



SAĞ DA SOL DA AYNI MAHALLENİN, AYNI DAVANIN OYUNCULARI!

-Kemal Karpat özgür kalabilmek için akademik hayatını yurtdışında sürdürdüğünü söylüyor. Ne dersiniz?

Aynı şeyi Halil Hoca da söylüyor. Şikago'ya gitme sebebinden bahsederken, ‘Kalsaydım ben buradaki kavgaların arasında hiçbir şey yapamazdım' diyor. Çekişmelerin arasında. Ki, Kemal Karpat gibi daha yakın dönemleri çalışmıyor. Klasik dönemi çalışırken bile böyle sıkıntı yaşanıyorsa…

-Tarih özellikle yakın tarih niye tabularla dolu…

İster Fatih'ten bahsedin, ister Atatürk'ten, fark etmiyor; anlatım malzemesi olarak tarihi kullanıyorsunuz… Üç kuşaktır bizim içselleştirdiğimiz ikiyüzlü ahlak anlayışımızla teselli için başvurulan, aşırı süblime edilen bir alana dönüştü tarih. Türkiye'de yakın tarih hâlâ bilim değil, ideolojik alan. Ufak tefek bakış farklılıklarına da ideolojiler diyoruz, herkes aynı aslında.

-Sosyalistlerle milliyetçiler arasında çok büyük ideolojik farklılık yok muydu yani?

Aslında bu toprağın tek davası var. Solun davası da, sağın davası da o yukarıdaki davanın alt versiyonları. Kemalist ideoloji davası var. Ülkücüler, solcular bunun içerisinde oynuyor. Kendi içimizdeki dayanışma ihtiyacını, dostluğu, ahbaplığı da sürdürmemizi sağlayan bir dava buluyoruz. Fakat buradan dışarı çıkmak istediğimiz her durumda davaya ihanet etmiş olmak tehlikesindeyiz. ‘Mahalleyi terk etti!' deniyor. Ama öbür mahalle de aynı. Bütün mahalleleri toplayan bir ortak dava ve mahalle var aslında. Dolayısıyla ‘Türkiye'nin geleceği Osmanlı ve Kemalizmin sentezinde' diyen hanedanımızın Kenize Murat'ını da dikkatli olmaya sevk eden şey bu dava oluyor.

-Yurda dönme izni verilen Osmanlı hanedanına karşı nasıl muamele edileceğinin bilinmemesi gibi mi mesela?

Tek örnek olmasalar bile, çünkü Rusya'da Romonovlar kurşuna dizilmişti, bizde Osmanlı hanedanının sürgünü çok trajiktir. Ruslar 95'te Kremlin'in önünde büyük bir tören yaptı ve hanedanlarından özür diledi. Biz 99'da, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun 700. yılı töreninde, geçenlerde dar-ı bekaya intikal eden Neslişah Sultanı protokolde üçüncü sıraya oturttuk. Büyük bir imparatorluk kuran o aileye şükran için düzenlenen törende oluyor bu. Atatürk dönemiyle de ilgili değil. Kurucu Kemalist ideoloji kendini üreten bir yapı olduğu için her devrin ihtiyacına cevap verebilecek repertuar eklemeleriyle gidiyor. Güncelleniyor sürekli. Bu güncellemede çok sorun var. Türkiye'de 200'e yakın üniversite var ve biz hâlâ bir akademik entelektüel biyografisini bekliyoruz Atatürk'ün. Türkiye'de yazılamıyor, Şükrü Hanioğlu Princeton'da yazabiliyor ve kitap İngilizce yayımlanabiliyor. Tuhaf değil mi?


Muhsin ÖZTÜRK, Aksiyon Dergisi

01.10.2012

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0