Paul Celan ve İsmet Özel: Global Tarih ve Avrupamerkezcilik

31 Mart 2018 11:58  

 

Paul Celan ve İsmet Özel: Global Tarih ve Avrupamerkezcilik

Bir arkadaş, sağ olsun, geçtiğimiz gün, ünlü Alman şair Paul Celan ile Türk şair İsmet Özel’in şiirleri arasındaki benzerliği ‘şehir’ teması üzerinden işleyen tee 2008’de yayımlanmış bir makale paylaştı.  Akabinde, bir takım mecralarda İsmet Özel, Celan’dan intihal mı yaptı şeklinde tartışmalar yaşanmış.

Ben şahsen, ne intihal mevzusu ile ne de Celan ve Özel’in şiirlerindeki benzerliğin doğası ile doğrudan ilgiliyim. Elbet bunlara da bir yerden dokunmak gerekecek, fakat, asıl irdelemek istediğim, Celan ve Özel arasındaki benzerlikten yola çıkarak, son yıllarda sosyal bilimler ve tarih alanlarında yaşanan çarpıcı gelişmeler ve bunların tektonik etkileri.

Bu gelişmelerden haberdar olmak kanımca son derece mühim. Neden derseniz, neden çok. Mesela insanın kendini rezil etmemesi için olabilir, ya da hakikat için, dürüst olmak için, ya da zorunluluktan yalnızca… Zira, bu araştırmalar, bugüne kadar süregelmiş ezberleri bozar ve birtakım temel, aşırı temel, kabulleri tepetaklak eder vaziyette. Bu nedenle, bu araştırmalar, Türkiye gibi, modernleşmeye çabalayan ve bunu yıllarca, yine bir çok ülke gibi, teleolojik bir şekilde gerçekleştirmiş, bu sebeple de yıllarca “modern” olmayı, Batılılaşmak, Batılılaşmayı ise “ilerlemek” ve “gelişmiş” olmak ile bir tutmuş bir ülke için son derece önemli bir yer teşkil ediyor, ya da etmesi gerekiyor — keşke etse. Dikotomiler ve rekabetler: orijinaller ve taklitler, modernler ve gelenekler, doğrular ve yanlışlar, güzeller ve çirkinler üzerine kurulu bir dünya anlayışından, alternatifler, griler, mücadeleler, çelişkiler ve süreçler ile anlaşılan bir dünyaya geçiş yaparken, geride kırılan onurlar ve kaybedilen umutlar olsa da ufukta yeniden şekillenmekte olan bir dünya da seçilebiliyor (mu?).

***

Şimcik. Uluslararası bir jurnale makale yazmadığımız için dili biraz yumuşatırsak, amacım, Celan ile Özel arasındaki benzerliği kullanarak, iki temel kavramı sorgulamak ve bunu “taş kafalı modern” şeklinde karakterize ve karikatürize edebileceğimiz bir figürü tamamen stratejik amaçlarla günah keçisi yaparak gerçekleştirmek. Etik mi? Değil. Etkili mi? Etkili. Bu iki kavram birbiri ile de yakında bağlantılı olan, imitasyon ve Avrupamerkezcilik.

Malumunuz imitasyon büyük bela. Vallahi. Sen de iki ben deyim üç yüzyıldır yıldır başımızın belası. Sadece bizim değil, dünyanın herhalde dörtte üçünün belası, ya da onda dokuzunun. Tam kestirmesi zor. Nedir bu bela, derseniz, özetle, bir orijinal var, bu orijinal Avrupa’da ortaya çıkar ve zamanla dünyadaki öteki kalan uluslara geçer (“diffuse” eder, denir buna literatürde – yayılmıştır vs. vs.).  Belki “zıplamıştır” desek daha basit ve güzel bir şekilde mevzuyu anlatmış olabiliriz. Çünkü, imitasyon mantığının altında yatan fikir şudur: Avrupa (Batı) adlı otonom, tamamen dışarıya kapalı, yalnız ve yalnızca kendi içinden beslenen bir adet yapı, varlık var: düdüklü tencere gibi bir şey herhalde bu. Kapalı kapılar ardında korunup kollanan bir öz/fıtrat durumu. Ve bu yapının içinde vuku bulan bir takım orijinal formlar var, tabii, aynı mantık ile devam edersek, bu formlar da tamamen dışarıdan bağımsız bir şekilde vuku buluyorlar, zaten o nedenle mucitleri olan bir takım orijinal varlıklar bunlar. (Düdüklü tencere metaforunu devam ettirmek istemiyorum ama aklıma pişen etler filan gelmiyor da değil.) Dünyanın geri kalanı da, kendi kapalı dünyasına giren bu orijinalleri taklit ediyor. Velhasıl bu şekilde, bir orijinal ve binlerce imitasyon ile dolu bir dünya ile karşılaşıyoruz. Bu orijinalin olduğu yer Avrupa olduğu için, bu görüşü paylaşan arkadaşlara Avrupamerkezci deniyor. Yani bir tencerede pişen et.. neyse, evet.

Bu şekilde imitasyon söyleminin ardında Avrupamerkezci bir zihniyet olduğu rahatlıkla görülebilir. Umarım görüldü. Bu görüşü sahiplenen “taş kafalı modern” için, bugün dünyada olup biten hemen hemen her şeyin orijinali Avrupa’dadır, geri kalan ülkeler ise başarısız taklitlerle kendini rezil eder. Taş kafalı modern, bu nedenle, işler istediği gibi gitmediği için, yani herkes zamanla orijinal formlara benzemediği için (bu fevkalade inanca modernizasyon denir) günbegün öfkelenmiş ve kendini ya tamamen elitleşerek ‘vakur’ bir umutsuzlukla elini ayağını ‘kurtulmayı reddetmiş’, “tarihin bekleme odasında”(Chakrabarty) ömür çürütmekte ısrar ede halktan çekerek kendini entelektüel uğraşlara vermiş ya da radikalleşerek alternatif-sağ (“alt-right”) hareketlerle gönül bağı kurmuştur. Türkiye’deki taş kafalı modernlere, başka bir deyişle ulus-devletçi postkolonyal aydınlar (da diyebilir miyiz, sayın Chatterjee? — çok da ilginç bir ismi var, çekirge cinsi gibi), genel olarak  ilk sınıfa girerken, Avrupa’daki yeterince zengin olmayan alt ve orta sınıflar ise ikinci sınıfa girer. Elbette yerel koşullara daha dikkatli bir şekilde “zoom in” edersek, çeşit çeşit ayrımlar görmek ve onlara özgü kategoriler yaratmak mümkündür, ama siz anladınız olayı.

Özetle, kapalı bir çember (gibi düşünün: medeniyet, ulus-devlet falan filan, düdüklü tencere de bence gayet güzel bir metafor idi) içinde vuku bulmuş bir takım orijinaller, diğer bir kapalı çemberin içine “zıplamıştır” ve oradaki yerel aktörler tarafından – çoğunlukla – başarısız bir şekilde taklit edilmiştir. Ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır yani anlayacağınız, aah şu köylüler, aah şu değişik, geleneksel, tuhaf köylüler olmasaydı… ah ah….

***

Celan ile Özel arasındaki benzerlikten yola çıkarak, sosyal bilimler ve tarih alanındaki çarpıcı gelişmelerle sorgulamak istediğim zihniyet işte tam olarak bu.

Öncelikle azıcık emeğe saygı babında, Global Tarih adlı yeni yeni oluşmakta olan disipline saygılarımı sunmak isterim, zira bu son derece heyecan verici alan olmasa, “taş kafalı bir modern” olarak hayatımın geri kalanına devam edebilirdim (tabii Heidegger reisi de unutmamak lazım — ama bu ayrı bir yazı konusu).

// İzin verin bir parantez açayım şuracıkta. Mani olmayın bana. Şimdi ben tarihçi değilim, antropolog değilim, tarihsel sosyolog ise hiç değilim. İnsanım ben insan. Kıta felsefesi, onun içinde ise fenomenoloji denilen “anlam ile uğraşılma” alanında eğitim görmüş bir garibim. Bizim kafamız biraz taş olur, doğrudur. Gerçi, bana sorarsanız felsefe alanında çalışan herkesin kafası bir hayli taş oluyor. Taş taş kafalar. Zira, öteki disiplinler alıp başını giderken (alıp başını gidince geriye disiplin de kalmıyor tabi: kalın gözlükler ve renkli çoraplar), biz felsefede kendi küçük dünyamızda — ki orada her şeyi bulabileceğimizi sanma gibi bir ruh hastalığı/haline sahibiz — kısıldık kaldık. Üzücü tabi, bilemiyorum felsefe bu değişimlerle başa çıkabilir mi, çıkarsa geriye felsefe kalır mı… Bunu şunun için dedim, son 20-30 yıldır yaşanan değişimlerle, ve bilhassa da global ve karşılaştırmalı tarih ve tarihsel sosyoloji alanındaki nefes kesen yayınlarla iletişime geçmemiş, bunlardan haberdar dahi olmamış bir felsefeci ile konuşmanın yalnızca vakit kaybı değil, aynı zaman sinir üretimi ve insanlığa dair umut söndürme eylemi olduğuna karar verdim — ya da daha doğrusu verdirdiler. İnsan en çok en yakınındakine öfke duyarmışcasına, farkına vardım ki, düşünmek için en başta felsefeci olmamak lazım (imiş — “imiş” de ne güzel bir ek ya, sona koyarak bir anda tüm cümleye yeni bir mizaç katabiliyor insan). Neyse, bu daha çok felsefecileri alakadar eden ayrı bir konu. //

Heidegger bir kenara, dönelim global tarihe (içine pek adaletli olmasa da karşılaştırmalı tarihi de katıverelim). Nedir bu global tarih? Bir kere gerçekten de çok güzel bir şey kendisi. İnsanın beynisini açıyor, ufkusunu genişletiyor, küstahlığını törpülüyor, cana can katıyor can. Daha teknik bir cevap vermek gerekirse, o bir hayli zor. Çok kavgalar dönüyor ne olduğu hakkında global tarihin. Alanın yüce reislerinden Alman Osterhammel’e göre — ki son kitabının 11 punto, boşluksuz 100 sayfa süren bibliyografisini ne ara, nasıl okudu benim aklım almıyor – çeşit çeşit global tarih anlatılarının iki adet ortak noktası var: Avrupamerkezci olmaması ve ulusal ve kültürel sınırlar arası uzun-mesafe bağlantılarını konu alması. Kaynak vermiyciğim ama bana güvenin.

Yani bence, diyor ki, Global Tarih, bir dünyaya bakma halidir/biçimidir. Ama “dünya” derken, sadece Avrupa’ya değil, sahiden de tüm dünyaya, ve bu dünyadaki çeşitli mekanların nasıl birbiri ile bağlantı kurduğuna, bunun nedenlerine ve sonuçlarına bakmayı kastediyor. Bu önemli çünkü, sadece Avrupa’ya değil de, Çin’e, Japonya’ya, Hindistan’a, Ortadoğu’ya ve tüm bu farklı mekanların nasıl birbirleri ile bağlandığına tarihsel olarak bakmak sahiden de beyin açıyor. Öyle ki, bildiğin hemen hemen her şeyi yeniden değerlendirmen, tekrar göz önüne alman gerekiyor.  Dünyanın Avrupa’dan ibaret olmadığının farkına varmak, insanın nasıl da cahil, umarsız ve bir o kadar da pişkin bir varlık olabildiğini gösteriyor. Gerçekten ibret verici, kan dondurucu. Bunun farkına varınca, taş kafalı modern dediğimiz, Türkiye’de ve dünyada bol bulunan insan modelinin, tüm o üstünlük ve gelişmişlik iddialarının ardında, aslında ne kadar da yüzeysel, kaba ve küstah bir tip olabileceğini de görüyorsun. Neyse, şimdi Türkiye solu ve bunların aynadaki akislerinin analizini yapmaya gerek yok. Hangimiz masumuz ki zaten?

İnsanın dünyası, özet ile, Avrupa’dan geniş olmalı. Eğer birazcık istek, cesaret ve ilgi varsa kişide, o zaman global tarih inanılmaz bir hazine sunuyor. Öyle şeyler öğreniyorsun ki, aklın durur. Pamuğun nasıl da İngiltere’de endüstri devrime yol açtığı mı dersin,  çayın nerelerden geçtiği mi dersin, Rönesans sanatında devrim yaratan “dışarıdan bakma” mevzusunun nasıl tee 11. yüzyılda Bağdat’ta matematikçi İbn al Haithan tarafından kullanılığı mı dersin. Olaylar olaylar.

Sadece bu kadarla sınırlı değil elbet. Daha derinde, modernizmin bir virüs gibi oradan oraya bulaşarak değil de, kompleks bir fenomen olarak, globalizasyon eşliğinde, nasıl küresel olarak yükseldiğinin (Subrahmanyan) ve bu esnada, nasıl da icat ettiği “insanlığı” akabinde, galipler ve mağluplar, insanlar ve az-insanlar, güzeller ve çirkinler, tarihliler ve tarihsizler vs. vs. şeklinde böldüğünü ve ancak bunun sayesinde ortaya çıkabildiğinin de farkına varıyorsun.

Bunlar derin mevzular, girersek çıkamayız. Hayat çok karmaşık, tek bir yok yok, hiçbir zaman olmadı, karmaşa var, çaba var, mücadele var; bunu anladıysak yeter. Her ne kadar, henüz, “nasıl orijinal formlar yok arkadaş yaaa, Avrupa gayet de bir çok şeyi icat etti, sonra da bunu öteki coğrafyalar taklit etti,” iddiasına cevap vermemiş olsak da, ortamı daha da bulandırmadan gelin, en başa, Celan ile Özel’e dönelim. Belki bu iki şairin arasındaki benzerlikten yola çıkarak açıklayabiliriz neden bu imitasyoncu Avrupamerkezcilik makul bir görüş değil.

***

Mevzubahis makalenin özeti şu şekilde:

“Bu makalede Türk ve Alman şiirinde yirminci yüzyıla damgasını vurmuş iki önemli şairin şiirlerinde şehir izleği araştırıldı. Yazdıkları şiirlerde imgeyi çok seven, şiirsel müziği önemseyen, şiirlerinde duygusallığın çok yer aldığı bu iki şairin şiirlerinde şehir izleğinin izi sürüldü. Böylece biri Almanya’da biri de Türkiye’de olmak üzere birbirlerinden ayrı yerlerde yaşayan bu iki şairin yaşadıkları şehirlere karşı hissettikleri duygular ortaya çıkarılmış ya da şehir izleğinin genel olarak şiirlerine nasıl yansıdığı hususunda bir araştırma yapılmış oldu.”

Akabinde bir intihal tartışması yaşanmış.

Elbette, Avrupamerkezci bir taş kafalı modern için, her güzel şey gibi şiirin de bir orijinal formu vardır, ve o da muhakkak ki Avrupa’da bulunacaktır. Celan mı Özel mi dersen, şüphesiz ki, Heidegger’in dahi takdirini kazanmış, Eropa dillerinde yazan Celan, Özel’i şapkasından çıkaracak, şapkadan çıkan Özel’e de Celan’ı taklit etmekten başka imkan kalmaycaktır.

Peki bu son derece dogmatik, son derece fanatik, son derece köktenci bakış açısının anlayamadığı nedir? Tek bir cümle ile cevap vermek gerekirse: Oturup da, Celan’a ve Özel’e benzer mısraları yazdırmış olan ortak deneyimleri ortaya çıkaran tarihsel değişimler, süreçler ve dönüşümleri incelemektense, bir takım değişmeyen özler, fıtratlar ve kendiliğinden ortaya çıkıp, kendini ifade eden ulusal, etnik veya dinsel vs. vs. güçler aramaktaki zeminsizliktir. Yani, başka bir deyişle, sistematik global değişimlere bakmaktansa, kafayı kültür ile bozmak; sahnenin nasıl ortaya çıktığını analiz etmektense, oturup sahnedeki olan biten ile kafayı bozmak ve her şeyi buna indirgeme çabasıdır (Rebecca Karl reis bu da).

İzin verin daha açık ve net bir şekilde açıklayayım. Andrew Sartori başgan, Bengal’de kültür kavramının global tarihi üzerine fevkalade bir kitap yazdı. Peki “kültür kavramının global tarihi” ne demek?

Kültür kavramı, tarihsel olarak Almanya’da Fichte dönemi ve sonrasında, Napolyon işgallerine karşı, bir çeşit “içe-dönüş” hareketi ile ortaya çıkan, Almanya’nın maruz bırakıldığı birtakım tarihsel süreçlere ve global konjonktüre verdiği bir cevaptır. Alman, özetle, “sahada (materyal düzlemde) başarılı olamadık amma içeride (ruhsal düzeyde) en güçlü biziz,” diyerekten modern kültür kavramını öne sürmüştür. Bir Avrupamerkezci için kültür kavramı bu nedenle bir Alman ürünüdür, orijinali Alman’dır. Avrupamerkezci elbette Almanlıktan aldığı tadı hiçbir şeyden alamaz. Avrupamerkezci taş kafalı modern, malumatfuruş yüzeyselliğiyle, Alman’ı kültür kavramına iten mekanizmaları değil de, oturup Alman’ın nasıl özünde, veya imkanı özünden olan bir nedenle, kültürlü ve yüce bir millet olduğunu ve bunun nasıl olup da öteki coğrafyalar tarafından hayranlıkla ithal edildiğini araştırır.

Sartori reisin kitabı işte bu noktada sorar, yahu kültür kültür diyorsun da, hiç mi merak etmezsin, bu kültürü taşıyan mekanizma hayranlıktan ibaret olabilir?  Sartori reis, kültür kavramının 19. ve 20. yüzyıllarda Çin’de de, İngiltere’de de (bakın İngiltere diyorum), Japonya’da da Hindistan’da da eş-zamanlı bir şekilde ortaya çıktığını söyler. Ve araştırınca görür ki, kültür kavramını tüm dünyaya yayan mekanizma, Alman’a bakıp “ay ne güzel şeymiş bu kültür ya, biz de hep geri kaldık almasak mı şu kültürü” anlayışı değil, bilakis, bizzat Alman’ı kültüre iten mekanizmaların, Çin’de de, Japonya’da da, Bengal’de ve Türkiye’de de etkin olmasıdır. Önce bu mekanizmalar, değişimler, süreçler, kültüre eğilimi mümkün kılar, ancak bunun sonrasında kültür, kültür alışverişi ve kültürel alışveriş mümkün olur. Yani adam diyor ki, ihtiyacı olmayan adam kültürü ne yapsın. Git dağ başındaki adama, kültür de, adam ne diyon bilader, sen der. Bunun gelişmek veya gelişmemekle ilgisi olmadığı gibi, malumunuz, köylünün Alman olmaması ile de ilgisi yoktur. Sonuç olarak, Sartori reis sorar: Yahu İngiltere, Alman ile alışverişe girip kendi kültür kavramını ortay koyunca imitasyon olmuyor da, Bengalli yapınca mı oluyor? Var mı böyle bir dünya ya, sonra neden herkes bize düşman. Sartori reisin mesajı nettir: öyle bir orijinal yok; ne var peki, birtakım tarihsel süreçler ve dönüşümler var ve bunlara verilen cevaplar var, bu cevapların benzer tarihsel dönüşümlere maruz kalan her yerde de, eh, benzer formlar göstermesi, şaşılacak bir şey olmasa gerek. BRE HADSİZ, deyu devam eder Sartori, SEN MİSİN BU TARİHSEL DÖNÜŞÜMLERİN SAHİBİ DE ÇIKMIŞSIN BU DÖNÜŞÜMLERE VERİLEN CEVAPLARIN DA SAHİBİ BENİM DİYORSUN, BİR DE ÜSTÜNE CEVAP BEĞENMİYORSUN. (“Ayy bu çocuğun ağzı mı yırtılacak acaba,” şeklinde bir Burhan Altıntop tribine girmemek mümkün değil, gerçekten de). Bilakis, Avrupa denilen oluşumun ta kendisi zaten bu dönüşümlere verilen cevaplardan ötesi değildir. Avrupa’nın bir de Ortaçağı var, tarihin karanlık köşesine itilen aynı Avrupalı olmayan halklar gibi, onu da unutmamak gerek (Carol Symes).

Eugen Weber’in “Peasants into Frenchmen The Modernization of Rural France, 1870-1914” adlı efsane bir kitabı vardır. Bunu şimdi zart diye ortaya sundum, çünkü Sartori ve Symes’e benzer şekilde, Weber de der ki, yahu siz Avrupa’yı oldu olası, sonsuzmuşcasına, koca bir kütle olarak, süper muhteşem acayip modern bir yer mi sanıyordunuz? Yahu Fransa dediğin adam kendi köylüsünü “kolonize” etmiş ve bu şekilde modern kılmaya çalışmıştır; ve ne hikmetse, o Fransız adamı hala dahi “tam modern” olamamıştır: Le Pen, o parçalanan kırıntıları topluyor bugün.

Avrupamerkezci buna şaşırır, aynı 19. yüzyıllarda yaşayan sıradan bir Avrupa köylüsünün, bugün ve o gün Türkiye’de yaşayan sıradan bir köylüden pek de farkı olmadığını duyunca şaşırdığı gibi.

Çok uzatmak istemiyorum ama, bu global olayların ağababalarında Harry Harootunian’ın Japonya ve Almanya’daki iki dünya savaşı arasındaki dönemi karşılaştırdığı mükkemmel ve de klasik kitabı “Overcome by Modernity History, Culture, and Community in Interwar Japan” bahsetmemek de olmaz. Harootunian başgan, yine benzer şekilde, Alman ve Japon yazarları karşılaştırmış ve hem deneyimsel hem de verilen cevaplar olarak, iki yerellik arasındaki benzerlikleri ve farkları bir güzel ortaya koymuştur. Soru gene aynıdır: BRE HADSİZ, ALMANIN DEĞİŞİMLERLE BAŞA ÇIKMA ŞEKLİ ORİJİNALDİR DE JAPON’UNKİ SAHTE MİDİR? İroniye gel ki, Sebastian Conrad aktarır, Japon bu modernizasyon yarışında, kendi misyonunun yalnızca taklit etmek değil, bayrağı Batı’dan alarak, daha da ileriye taşımak olduğuna inanır. Yani, Japon’a göre, Batı’nın ki hala daha yeterli değildir, taklit değil, tamamlamaktır amaç.

Buradan gelelim, Celan ve Özel’e.

Dünya birbirine bağlanıyor, ve bu olurken, farklı mekanlarda farklı insanlar, bu şahsiyetsiz, yüzsüz (yüzsüz derken iki anlamda da: hem yüzü yok hemi de yüzsüz), kar-odaklı, dümdüz edici, tarihsel süreçlere birtakım cevaplar veriyor, ve bu cevaplar bu mekanizmaları kırıyor, parça pinçik ediyor. Bu pinçikler birbirine benzeyebildiği gibi (ki benzemeyen ve her zaman kenara itilmiş, geçenlerde vefat eden Arif Dirlik reisin, alternatif pinçiklere olan vurgusunu da unutmamak gerek) kimsenin de haddine düşmemiş birine orijinal ötekine ise sahte demek. Had meselesi değil mesele tabi, zemin meselesi. Son yıllarda çok popüler olan Shmuel Eisenstadt’ın multiple modernities‘i bu değişimlere işaret eder — tam etmeye de bilir de, bu da büyük bir tartışma konusu.

Celan da Özel de çok da adaletli olmayan bir küresel dünyada, benzer tecrübeler sonucunda, benzer mısralar dile getirmiş olabilirler. Buradan yola çıkıp, Celan orijinal Özel sahte diyebilmek için Avrupamerkezci bir taş kafalı modern olmak lazım. Ama eğer, insan, ütopik bir Avrupa imajına (liberal veya sosyalist) tutunma çabasını bir kenara bırakır da, modern Avrupa’yı meydana getiren süreçlerin, küresel süreçler olduğunu, ve bu süreçlerin, elbette, yalnızca Avrupa’yı değil tüm dünyayı simetrik, düz ve eşit olmayan bir şekilde modernize ettiğinin farkına varabilirse, o zaman görür ki, Celan ve Özel, dünyanın Çin’den Latin Amerika’ya dünyanın her yerinde benzerleri olan bir global konseptin aktörleridir.

***

Yazı, hali hazırda zaten yeterince uzadı. Büyük iddialar ortaya attım (atılanı tuttum bir de ben attım daha doğrusu, az bişe daha uzağa düşürebildiysek ne güzel). Elbette açıklanması gereken daha yüz binlerce şey var. Bu sarsıcı, bana sorarsanız devrimsel nitelikte çalışmalar, cevaplardan çok, dünyayı yeniden anlamlandırma çabasının sonucu olan, derin sorular sordurtuyor insana — ki budur en nihayetinde bir disiplinin ‘başarısını’ gösteren de.

Yazılması, açılması, açıklanması gereken bir çok nokta var elbette. Ama biz de insanız sonuçta. Türkçe literatürde pek yok bu tip konular. Halbuki, global tarih disiplininin efsane isimlerinden biri olan Cemil Aydın var Türkiye’den, Ortadoğu’nun ve İslam coğrafyalarının, küresel değişimlere nasıl cevap verdiğini mükemmel çalışmalarla ortaya koyarak, bizi bize yeniden anlatan. Gönül isterdi ki, o bir şeyler karalasa, Türkçe’de de, sıkışmışlığımızı uluslararası düzeyde değil de, ulusal düzeyde meraklısı için biraz açsa. Ya da, Aydın’ın kitaplarını çevrilirse biri Türkçe’ye (çevrildi mi yoksa?).

Övdük övdük, bitirmeden, birkaç kritik not düşmeden olmaz. Bıyıklarına kurban olunası, bir diğer yüce reis olan Frederick Cooper‘ın eleştirilerini unutmamak gerek (Arif Dirlik yine aynı şekilde). Ne küreselleşme ne de modernizm bir çeşit tanrıdır. Bu heyecan verici çalışmaların gazına gelip de, bir teleolojiden ötekine atlayarak, koskoca insanlık tarihini, bir taraftan bağlanmak zorunda olan bir insanlık, öte taraftan ise aynı zaman her yerde ve hiçbir yerde olan bir modern zaman masalı olarak sunmamak gerek.

En nihayetinde, insanın olduğu her yerde, özgürlük vardır.  Özgürlüğün olduğu her yerde de alternatifler vardır.

parisberkeleylondon.wordpress.com

YENİ MEÇHUL MUHAYYİL

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0