Bir adayı bölmeye adanmış bir ömür

18 Ocak 2012 12:33 / 4150 kez okundu!

 


Kıbrıs konusunda uzman olup, milliyetçilikten, şovenizmden uzak kalmayı başaran ve bu alanda çok sayıda önemli kitaba imza atan bir kalem olarak Prof. Dr. Niyazi Kızılyürek, Rauf Denktaş'ı yazdı. 2 bölüm olarak Taraf gazetesinde yayınlanan yazısına topluca yer veriyoruz.

Bir adayı bölmeye adanmış bir ömür

Rauf Raif Denktaş’ın dünyaya geldiği 1924 yılından bir yıl önce Türkiye, Lozan anlaşmasıyla Kıbrıs’ın hükümranlığını Büyük Britanya’ya devretti. Bir yıl sonra ise ada Büyük Britanya’nın Taç Kolonisi ilan edildi (1925). Aynı tarihlerde, 1821 Yunan ayaklanmasından beri adayı giderek daha büyük oranda etkisi altına alan Helen milliyetçiliği Kıbrıs Rum toplumunu topluca harekete geçirmeye başladı. Kilisenin öncülüğünü yaptığı Enosis Hareketi, 1920’li yılların sonuna doğru doruk noktaya ulaştı. 1931 yılında Enosis talebiyle ayaklanan Kıbrıslı Rumlar, Vali Konağı’nı yaktılar. Adanın her yerinden yükselen Enosis talebi artık, küçük Kıbrıs Komünist Partisi hariç, Kıbrıs Rum toplumunun bütün kesimlerini kucaklıyordu. Denktaş’ın doğup büyüdüğü ortamda Kıbrıslı Türklerin en büyük sorunu adanın Yunanistan ile birleşmesini engellemekti. Kıbrıslı Türklerin gözünde Enosis yok oluşla aynı anlama geliyordu. Kıbrıslı Rumlar özgürlüklerini Yunanistan ile birleşmede görürken, Kıbrıslı Türkler bu politikayı kendileri için tam bir felaket olarak idrak ediyorlardı. Bu siyasi farklılık Kıbrıs’ta yaşanacak etnik çatışmanın da temelini oluşturacaktı. Enosis’i engelleme mücadelesi içine giren Kıbrıs Türk elitleri, Türkiye’yi Kıbrıs sorununa aktif olarak angaje etmeden bunun başarılamayacağına inanıyorlardı. Bir yandan Kıbrıs Türk liderliğinin çabaları, diğer yandan da adayı “son koloni” olarak elde tutmak isteyen Büyük Britanya’nın girişimleri sonucunda Türkiye nihayet Kıbrıs sorununa taraf oldu ve Enosis’e karşı Britanya, Türkiye ve Kıbrıslı Türklerden oluşan bir cephe kuruldu. Böyle bir ortamda sömürgeci Büyük Britanya’nın bir manevrasıyla Kıbrıs’ta yaşayan toplumların ayrı ayrı self determinasyon hakları gündeme getirildi ve bunun doğal bir sonucu olarak adanın taksimi gündeme geldi. 1957 yılına “Ya Taksim ya ölüm” sloganlarıyla girildi.

TAKSİM İÇİN TAM GAZ
Rauf Raif Denktaş, Londra’da avukatlık eğitimini tamamladıktan sonra 1947 yılında adaya döndü. Kayınpederi kendisine borç para vermeyi reddedince, ünlü Kıbrıslı Rum avukat İndianos’tan borç para alarak kendi avukatlık bürosunu açtı. Daha sonra sömürge yönetiminde başsavcı yardımcılığı ve başsavcılık görevlerine getirildi. 1957 yılına kadar Dr. Küçük ile yakın temas içinde olsa da aktif siyasetten uzak durdu. 1957 yılında Türkiye’nin Kıbrıs sorununa iyice angaje olduğu ve “Ya Taksim ya ölüm” mitinglerinin on binlerce insanı harekete geçirdiği bir dönemde siyaset sahnesine çıktı. O yılın sonunda Dr. Küçük’ün desteği ve Türkiye’nin teşvikiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu (KTKF) Başkanlığı’na getirildi. Aynı tarihlerde Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısevdi ile Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurdu ve Özel Harp Dairesi’nin sevk ve idaresi altında Kıbrıs’ın bölünmesi ve Taksim fikrinin hayata geçirilmesi için aktif bir mücadeleye girişti. 1958 yılında uygulamaya koyduğu “Vatandaş Türkçe konuş” ve “Türk’ten Türk’e” kampanyalarının yanı sıra, yerleşim birimlerine Türkçe isimler koyma, Kıbrıslı Rumlarla her türlü işbirliğine son verme gibi girişimlerle de Taksim’in ideolojik ve maddi koşullarını oluşturmaya yöneldi. 1958 yılının mayıs ayında solcu Kıbrıslı Türk işçi önderleri silahlı saldırılara uğradı. Bazı sendikacılar katledildi ve binlerce Kıbrıslı Türk işçi Kıbrıs Rum sendikalarından istifa etmeye zorlandı. 7 Haziran 1958 tarihinde “Kıbrıs’ın 6/7 Eylül’ü” olarak bilinen olaylar gerçekleşti: Türk Enformasyon Bürosu’na atılan bir bombanın ardından Kıbrıslı Türkler Kıbrıslı Rumlara karşı saldırıya geçti. Böylece, üç ay sürecek ve geride yüzden fazla ölü bırakacak etnik çatışmalar başladı. Rauf Denktaş, yıllar sonra, 1984 yılında, bir İngiliz televizyonuna (ITN) Türk Enformasyon Bürosu’na bombayı Kıbrıslı Türklerin koyduğunu itiraf edecekti. Denktaş’ın Özel Harp Dairesi’ne bağlı olarak Taksim için tutkuyla çalıştığı ve adının “şahin politikacıya” çıktığı bir dönemde Türkiye ve Yunanistan, NATO ve ABD’nin de teşviki ile Taksim ve Enosis tezlerinden vazgeçerek bağımsız Kıbrıs devletinin kurulmasına onay verdiler. Kıbrıslı Türklerin Rumlar karşısında siyasi eşitliğinin kabul edildiği, Türkiye’nin ise garantör ülke olma hakkını elde ettiği Zürih ve Londra anlaşmalarından Denktaş’ın memnun olduğu söylenemez. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında Taksim tezine yürekten bağlı olan Denktaş’ın maksimalist talepleri karşısında kendisini en çok destekleyen politikacılardan Fatin Rüştü Zorlu bile şaşırmıştı. Zürih ve Londra anlaşmalarının arifesinde aşırı taleplerle Zorlu’nun karşısına dikilen Rauf Denktaş’a Fatin bey öfkeyle bağırarak şöyle diyecekti: “Siz ne sanıyorsunuz... Yunanistan da bir millettir, onun da bir şerefi vardır... Her iki milletin şerefini koruyacak bir anlaşma yapılacaktır... Bu kadar ağır şartları kimse kabul etmez ve ben de kabul ettiremem...” (Erten Kasımoğlu: 69)

BÜYÜK DÜŞ KIRIKLIĞI
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Denktaş, Taksim fikrine bağlı kaldı ve ısrarla Taksim doğrultusunda hazırlık yapılması gerektiğini savundu. Ne var ki, olaylar Denktaş’ın umduğu gibi gelişmedi. 16 Ağustos 1960’da büyük bir heyecanla karşılanan TC Büyükelçisi Emin Dırvana ile gerçekleştirilen ilk resmi toplantıda Denktaş ve çalışma arkadaşları büyük bir düş kırıklığı yaşadılar. Denktaş, “adanın bölünmesinin kaçınılmaz olduğu” yönünde bir değerlendirme yaparak Dırvana’ya “Büyükelçi olarak geldiğiniz Kıbrıs’tan Vali olarak ayrılmanızı temenni ediyoruz” dedi. (Denktaş 2000: 166) Dırvana, Taksim doğrultusunda politika yapılmasına kesin bir şekilde karşı çıktı ve hükümetinden aldığı “Türkiye, Kıbrıs’ta olay istemiyor. Denktaş ve arkadaşları Taksim’den yanadırlar. Onlara, fırsat verme!” talimatı uyarınca tavır takındı. (Denktaş 2000: 167) Denktaş, Dırvana’nın kendisine gösterdiği tepkiyi şu sözlerle anlatır: “Sözlerim Dırvana’yı kızdırmıştı.

Yumruğunu masaya vurarak yüksek sesle ‘bana bakınız’ dedi. Kalemler, hokka etrafa yayılmıştı. Şaşakaldık. Dırvana gittikçe yükselen bir sesle ‘Bu anlaşmalar yaşayacaktır. Bunlara karşı gelenlerin vay haline’ diyordu. (...) Güven beyanları ile ayrıldık. Asım Behçet Bey koluma girdi. ‘Aman Allah’ım... Şimdi boku yedik’ dedi. Hepimiz de acı acı düşünmeye başladık.” (Denktaş 2000: 166/167) Türk hükümetinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatma arzusuna rağmen Rauf Denktaş ve Özel Harp Dairesi, Kıbrıslı Rumların atacağı “yanlış adımlardan” yararlanarak Taksim’e ulaşmayı esas gaye olarak benimsemişlerdi. Doğrusu, bu çok zor bir iş gibi görünmüyordu. Başpiskopos Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan en az Denktaş kadar hoşnutsuzdu ve Enosis kapısını yeniden açmak için çareler düşünüyordu. Denktaş’a göre bu Taksim için bulunmaz bir fırsattı. Milliyetçi antagonizmin ve husumetin diyalektiğinin hüküm sürdüğü bir ortamda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşaması zaten mümkün değildi. Sonunda, 1963 yılının aralık ayında silahlar yeniden patladı ve ada bir kez daha ateşe atıldı.

TÜRK LİDERLİĞİNDE AYRIŞMA
1963/64 çatışmaları esnasında Denktaş, Türkiye’nin askeri müdahalesine umut bağladı ama olayların gelişimi Türkiye’nin adaya müdahale edemeyeceğini açıkça gösterdi. Ada içinde binlerce Kıbrıslı Türk, kâh Rum saldırıları karşısında, kâh Türk liderliğinin teşviki ile göç edip sefil bir duruma düşerken, Kıbrıs devleti de bütünüyle Kıbrıslı Rumların eline geçti. Bu kaos ortamında Kıbrıs Türk liderliği “Denktaşçılar” ve “Doktorcular” olarak ikiye bölündü, iki grup arasında çatışma başladı. Etnik gruplar arasında çatışmalar sürerken Denktaş, ailesini çatışma ortamından uzaklaştırmak için Glafkos Klirides’ten yardım istedi. Klirides de Rauf Bey’in ailesinin Ankara’ya uçmasını sağladı. 1964 yılı Denktaş için tam bir şok olmuştu. Hiçbir şey beklediği gibi gelişmedi. En kötüsü, Türkiye’nin Kıbrıs’a beklenen müdahalesi gerçekleşmedi. Denktaş bu dönemde içine düşülen zor durumu şu sözlerle anlatır: “İşimiz boruydu. Bu, hapı yuttuk anlamına gelen bir deyimdi. İşimiz cidden boruydu! Türkiye’nin müdahale yapamayacağı artık âşikar olmuştu. Hazırlığı yoktu. Konjonktürü hazırlamamıştı.” (Denktaş 2000: 188) 1964’te kısa bir süre Erenköy çatışmalarına katılan Denktaş, Kıbrıs Rum tarafının adaya girmesini yasaklamasıyla, çaresiz, Ankara’da yaşamaya başladı. Ankara’da yaşadığı süre içinde Türkiye’nin Kıbrıs politikasını yakından tanıma fırsatı buldu ve morali iyice bozuldu. Türkiye Kıbrıs’a müdahale etmediği gibi, Türkiye’ye Kıbrıs’ta üs verilmesini öngören ve karşılığında da Enosis’i temel alan çözüm planları temelinde uzlaşmaya gidebileceğinin sinyallerini veriyordu. Bu durum Denktaş’ı son derece tedirgin etti. 1966 yılında Ankara’da kendi parasıyla yayımladığı “12’ye 5 Kala” adlı kitap öfke ve düş kırıklarıyla doluydu. Adından da anlaşılacağı gibi, Denktaş bu çalışmasında Kıbrıs’ın elden gitmesine “beş kaldığını” ileri sürüyor ve bunun sorumlusu olarak da Türkiye’yi gösteriyordu. Denktaş’a göre Türkiye “ulusal bir Kıbrıs politikası geliştirmediği” gibi, “Kıbrıs’a askeri müdahale hazırlığı” da yapmamıştı. (Denktaş 2000: 239) Kitabın bir başka yerinde ise şu anlamlı sözler dikkatleri çekiyor: “Kıbrıs Türkü’nün en büyük kuvveti anavatana kayıtsız şartsız bağlı olmasındadır. En büyük zaafı da anavatanı yönetenlere kayıtsız şartsız inanmış bulunmasındadır.” Denktaş bu dönemde Türk hükümeti nezdinde olduğu kadar, Kıbrıs Türk toplumunda da ağırlığını yitirmekle karşı karşıya geldi. Denktaş’a göre, kendisini yıpratmak isteyenler vardı ama kendisinin de hesapları vardı: “Benim de kendime göre hesabım vardı: Bu davadan kopmamak! Direnmek!.. Sabretmek!.(..) Hiç olmazsa bendeki bu inancı destekleyen, bu vizyonu paylaşan askerî ve sivil tanıdıklar da az değildi.” (Denktaş 2000: 219) Gerçekten de, Özel Harp Dairesi içinde bir grup subay Denktaş’ı koruyor ve gün gele onun lider olması için hazırlık yapıyordu. Bunların başında Turgut Sunalp geliyordu. Sunalp, daha 1960 yılında Denktaş’ın geri planda tutularak gün gele, güçlenerek toplumun başına getirilmesini öneren kişiydi. (Kemal Yamak 2006: 262) Denktaş’ın liderlik yarışından kopmamak için Kıbrıs’a dönmekten başka çaresi yoktu. Özel Harp Dairesi içindeki destekçileri ve Kıbrıs’taki “Denktaşçıların” yardımı ile Türk hükümetinden habersiz olarak Kıbrıs’a gizlice giriş yapmaya karar verdi. Ne var ki, bir yanlışlık sonucu önceden tasarlanan Larnaka’ya değil, Rumların yoğun olduğu Ay-Theodoros bölgesine çıktı. Kısa bir süre Kıbrıslı Rumların elinde tutuklu kaldıktan sonra Ankara’nın çabalarıyla serbest bırakıldı. 1968 yılında Makarios’un rızası ile Kıbrıs’a yeniden döndü ve aynı yıl başlayan Kıbrıs görüşmelerinde Türk tarafını temsil etmeye başladı. Bu arada, 28 Aralık 1967’de Geçici Türk Yönetimi kuruldu.

GÜVERCİNLEŞEN ŞAHİN
Denktaş, Türkiye’nin Kıbrıs’a askerî müdahale yapacağı inancını artık iyice yitirmişti. “Bizim için bu çıkmazdan kurtulmak sadece Türkiye’nin müdahalesine bağlıdır. (...) Bugünkü siyasi ortamda Türkiye bunu yapamaz” diyordu. (Denktaş 1997: 508) Bu saptama ‘şahin’ Denktaş’ın ‘güvercinleşmesine’ yol açtı. ABD Kıbrıs Elçiliği’nin 18 Temmuz 1969 tarihli raporunda belirtildiği gibi, Ankara’dan dönen Denktaş ile Ankara’ya giden Denktaş aynı adam değildi.” Raporda devamla şöyle deniyordu: “Kanaatimizce, Türkiye’nin şiddete dayalı bir çözüm arayışında olmadığının ve böylesi bir şiddetin hem Türklere hem de Kıbrıslı Rumlara yıkım getireceğinin anlaşılması fanatizmini törpülemiştir. Kuşkusuz, bu değişiminde tutukluluğu sırasında Rumların kendisine gösterdiği insanca yaklaşımın da büyük rolü olmuştur.” (Rauf Denktash, Part I- The Man, Central Foreign Policy Files, Cyprus, 1969) Denktaş’ın pragmatist bir politika izlediği bu dönem aynı zamanda iktidara yürüdüğü ve Dr. Küçük’ün yerine Cumhurbaşkan Vekili olmaya karar verdiği dönemdir. Toplumun çeşitli kesimlerine yönelik açılımlar yaparak Dr.Küçük’ü yalnızlaştırmaya yöneldi. Yönetim kademelerine kendi yandaşlarını yerleştirdi. 1973 yılına gelindiğinde, 12 Mart Rejimi’nin de desteğiyle, liderlik koltuğuna oturmaya karar verdi. Türkiye’nin bütün desteği Denktaş’ın hizmetine sunulmuş, her şey Dr. Küçük’ün ‘hezimetine’ işaret ediyordu. Askerler Mithat Berberoğlu gibi, Dr. Küçük’ün de seçimlere katılmasına karşıydı. Nitekim son bir çabayla kendini Ankara’ya atan Dr. Küçük Özel Harp Dairesi’nde geçirdiği dört buçuk saatlik görüşmeden sonra geri çekilmekten başka bir şansının olmadığını anladı. (Kemal Yamak, 2006:261) 1973 seçimlerine Denktaş tek aday olarak katıldı ve Ankara’nın isteği, onayı ve baskısıyla Dr. Küçük’ün yerine Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Muavinliği makamına seçildi. Böylece, yılların defacto “Tek Adamı” resmen de “Tek Adam” olmuştu. Taksim umudunu “başka bir bahara” erteleyen Denktaş, bir yandan Türkiye’nin isteği doğrultusunda “üniter devlet içinde yerel özerkliğe dayalı azınlık hakları” ilkesi etrafında müzakere ediyor, diğer yandan da yaptığı önerileri Makarios’un reddetmesi için dua ediyordu. “Ben açıkça, ya Makarios bu önerileri kabul ederse ne yapacağız? diye endişeleniyordum (vurgu orijinal).” (Denktaş 2000: 361) Makarios’un sergilediği katı tutum Denktaş’ı rahatlatıyordu. Aksi halde, Denktaş’ın dediği gibi, Makarios “mülayim davransaydı Türk tarafını tuşa getirebilirdi”. (Denktaş 1997: 555) İlginçtir, yıllar sonra Kıbrıs Rum liderler Denktaş için aynı şeyi söyleyeceklerdi. 1968-73 arasında “güvercinleşen” ve görüşme masasında uzlaşmaya açık bir tavır takınan Denktaş kendisini eleştiren “şahinlere” şöyle sesleniyordu: “Süper millicilik bayrağı dalgalandırmak ve elde edilemeyecek gayeler peşinde koşmak çok kolaydır. Realist olmak, gerçekleri kabul etmek ve iki cemaatin işbirliği ve barış içinde ve birbirlerinin haklarına saygı göstererek nasıl yaşayabileceğini bulmak ise işin güç tarafını teşkil etmektedir.” (Denktaş 1997:168) Ne var ki, 1974’te gerçekleştirilen Türk Müdahalesinden sonra “güvercin” aslına dönecek ve yeniden “şahin” politikalara yönelecekti...

---------------------- 2. Bölüm -------------------------

Denktaş, Makarios’tan farklı olarak ‘ulusal merkeze’ her zaman bağlı kaldı. Yeri geldi ‘ulusal merkezin’ hatırına Kıbrıs Türk halkına sırtını çevirdi. Yine de ‘ulusal merkezden’ istediğini hiçbir zaman tam olarak elde edemedi

SON DURAK TMT OLDU
Rauf Denktaş’ın ezelden beri desteklediği iki ayrı devlete dayalı Taksim tezi, 1974 müdahalesiyle birlikte yeniden esas gündemini oluşturmaya başladı. Müdahaleden sonra Ecmel Barutçu’nun da saptadığı gibi, “Rauf Denktaş Kıbrıs’ta bayrağı açmış Konfederasyondan bahsetmeye başlamıştı”. (Ecmel Barutçu 1999: 119) Gerçekten de, Denktaş 1974 müdahalesinden hemen sonra Kıbrıs’ta ayrı bir Türk devleti için harekete geçti ve Türkiye’yi bu yönde uyarmaya başladı. 15 Temmuz darbesinden kaçarak yurtdışına giden Makarios’un Kıbrıs’a geri dönmesi gündeme geldiğinde, bir oldu-bitti yaparak ayrı Türk devleti ilan etmek istiyordu. Fakat Türkiye daha da zor duruma düşmemek için ayrı devlet kurulmasına şimdilik karşı çıkıyordu. Denktaş’a “Türkiye bunu kaldıramaz” uyarısında bulunuldu. Bir süre için ısrarından vazgeçmek zorunda kalan Denktaş amacına ulaşmak için fırsat kolluyor ve Türkiye’de iç politik kaygılara dayalı hamaset politikalarını ustalıkla kullanıyordu. Bir yandan ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosu, diğer yandan uluslararası diplomatik girişim ve baskılar, Denktaş’ı önce Makarios (1977) sonra da Kiprianu ile (1979) ‘iki toplumlu, iki bölgeli federasyon’ tezine dayalı iki ayrı Doruk Anlaşması imzalamaya itmişse de, Denktaş konfederasyon tezinden bir an bile ayrılmadı ve hiç bir zaman federal çözümden yana olmadı. Sistematik olarak iki devletli çözüm fikrinde ısrar etti.

KKTC’NİN İLANI
1983 yılında, siyasete adım attığı günden beri hayallerini süsleyen ve 1974’ten itibaren üzerinde tutkuyla çalıştığı ayrı devlet ilan etme zamanının geldiğine karar verdi ve 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etti. Rauf Denktaş, ayrı devlet ilanının zamanlamasını şu sözlerle anlatır: “Türkiye’de bir hükümet gidecek bir hükümet gelecek!.. Giden bize ne dese etkisiz olacaktı... Gelen ise “emrivakiyi” bulacak... Bundan daha iyi bir zamanlama olamazdı.” (Erten Kasımoğlu 1991: 186) Gerçekten de, yeni kurulan Turgut Özal hükümeti bu “emrivaki” ile baş başa kaldı. Nitekim Başbakan Özal, KKTC’nin ilanından duyduğu rahatsızlığı her zaman dile getiriyordu. ‘Emrivaki’ sadece Türkiye hükümetine karşı değil, muhalif Kıbrıs Türk siyasi partilerine de yapılmıştı. Ayrı devlet ilanından bir gece önce saraya çağırdığı parti yetkililerine “Şu andan itibaren Kuzey Kıbrıs’ta, bütün iç ve dış telefon bağlantılarının kesildiğini, yarın sabah bağımsızlık ilan edileceğini” söyledi. Sözlerinin sonunda “ayrı devlet ilanından yana oy vermeyecek olanların, oluşacak yeni siyasi ortamda yer alamayacaklarını” hatırlatmayı da ihmal etmedi.

Belirtmekte yarar vardır; KKTC’nin ilanının iç politika boyutu da vardı. KKTC’nin kurulmasında etkili olan dönemin Dışişleri Bakanı İlter Türkmen bu gerçeği yıllar sonra itiraf etti. Türkmen, 26 Temmuz 2008 tarihli Hürriyet gazetesinde şöyle diyordu: “Unutulmamalıdır ki, KKTC’nin kurulması ile güdülen bir gaye de Denktaş’ın cumhurbaşkanlığının devamını sağlamaktı. Bağımsızlıktan önceki Federe Devlet Anayasası seçilmesine imkan vermiyordu. KKTC’nin kurulması ile kabul edilen yeni anayasa bu olasılığı açmıştır.” KKTC’nin ilanından sonra Denktaş müzakerelerde çıtayı daha da yükseltti ve sonunda işi “çözümsüzlük çözümdür” politikasına kadar vardırdı. Bunda elbette Türkiye’nin de onayı vardı. Türkiye, Cengiz Çandar’ın isabetli değerlendirmesiyle “Kıbrıs politikasında, Rauf Denktaş’ın klasik “çözümsüzlük” ve “zaman içinde tıpkı Hatay benzeri, Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’ye ilhak ettirecek diplomasisine teslim olmuş, Kıbrıs’ta Federasyon” tezinden uzaklaşmayı ifade eden bir yola sapmıştı.” (5 Eylül 1994 Yenidüzen) Denktaş yine de Türkiye’den yeteri kadar destek almadığını düşünüyor, Türk hükümetlerinin konfederasyon tezini resmen benimsemelerini istiyordu. 1994 yılında hazırladığı “Kıbrıs Meselesinde Vizyon” adlı çalışmasında Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerini ‘Vizyon sahibi olmamakla’ eleştiriyor ve bunun kendisini zor durumda bıraktığını ileri sürüyordu. Zaman zaman istifa edebileceğinden söz ederek Türkiye’den görüşme zeminini konfederasyon olarak değiştirmesini istiyordu. Sonunda Türkiye Cumhuriyeti, Denktaş’ın ısrarına boyun eğdi ve 1997 yılında iki toplumlu iki bölgeli federasyon tezinden vazgeçilerek, iki devletlilik temelinde konfederasyon tezi ‘yeni’ Kıbrıs politikası olarak ilan edildi. Denktaş’ın sözleriyle “1997’de TC Hükümeti nihayet gerçekçi bir vizyon ile sahaya indi.” (Denktaş

2000: 397) Bundan sonra ortaya konan Türk önerileri açıkça iki egemen devlet arasında sınırlı işbirliğini öngören konfederasyon tezine dayanıyordu. Bunun gerçekleşmemesi halinde Türkiye’ye ilhak politikasının gündeme getirileceği de sık sık ifade edilmeye başlandı.

Denktaş artık hayatından memnundu. Türkiye nihayet istediği çizgiye gelmişti. Ne var ki, hesaplarda bir yanlışlık vardı. Türkiye iki-devletli çözüm modelini Avrupa Biriliği’nin Lüksemburg zirvesinde AB’ye aday ülke olmasını reddettiği karara karşı bir tepki olarak benimsemişti. Nitekim 1999 yılında Helsinki Zirvesi’nde AB’nin Türkiye’yi üyeliğe aday ülke olarak kabul etmesi Rauf Denktaş için sonun başlangıcı olacaktı.

SONA DOĞRU
Rauf Denktaş, Helsinki Zirvesi’nden sonra kendisini zor günlerin beklediğinin farkındaydı. Türkiye’de giderek güçlenen AB taraftarı kamuoyu ilk kez gözlerini Kıbrıs’a çeviriyor ve orada ne “kotarıldığını” dikkatle izlemeye başladı. Bu dönemde ilk defa Denktaş’ın uzlaşmazlığı Türkiye basınına taşındı. Özellikle Helsinki Zirvesi’nden sonra Kıbrıs görüşmelerinden çekilmesi Türkiye’nin AB üyeliğine indirilmiş bir darbe sayılıyordu. Türkiye’de hava yavaş yavaş değişirken Kıbrıs Türk toplumu da dinamik bir çıkışın arifesindeydi. Denktaş, Kuzey Kıbrıs’ı adeta Türkiye’nin bir vilayeti gibi yönetiyordu ve siyasi irade ve kimliğine saygı duyulmayan Kıbrıslı Türkleri Türkiye’nin “jeopolitik çıkarları” için daha büyük fedakarlıklar yapmaya çağırıyordu. Pek çok soruna sonu gelmeyen ekonomik sorunlar da eklenince, Kıbrıslı Türkler barış için yolları dökülmeye başladılar. Bu arada, AKP’nin iktidara gelmesi umutları daha da güçlendirdi. AKP kadrolarının “Batıcıların demokrasi”sinden epeyce çekmiş olmaları onları Batılı bir demokrasi için AB’ye yönelmeye sevk etmişti. Her şey Kıbrıs’ta “barış zamanının” geldiğine işaret ediyordu. Gelgelelim, Rauf Denktaş Türkiye’nin AB ve demokrasi karşıtı güçleriyle tam bir “kader birliği” yapacak ve Denktaş’ın etrafında oluşan “kutsal ittifak” Kıbrıs’ta çözümü engellemek için harekete geçecekti. Bu “bir taşla birkaç kuş vurmak” anlamına geliyordu. Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe mahkum ederek, Türk-AB ilişkilerinin sabote edilmesi AKP hükümetinin alaşağı edilmesi ve ‘Kemalist Düzenin’ sürdürülmesinin en kestirme yolu olarak görülüyordu. Böyle bir ortamda masaya konan Annan çözüm planı topa tutuldu. Planla birlikte AKP hükümeti ve Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu da ağır suçlamalara maruz kalıyordu. “Ret Cephesi”nin başını çeken Rauf Denktaş, 2002 yılının sonunda Annan Planı’nı imzalamak için Kopenhag’a gitmeyi reddetti ve Kıbrıs Rum tarafının AB üyeliği için bütün kapılar açıldı.

ERGENEKON DENKTAŞ’I DESTEKLİYORDU
Denktaş, 2003 yılında Kofi Annan’ın düzenlediği Lahey toplantısında da aynı olumsuz tavrı takındı. Artık Kıbrıs Rum tarafı bütün Kıbrıs adına AB üyesiydi. Hasan Cemal, 12 Mart 2003 tarihli Milliyet gazetesinde Özal’ın yıllar önce söylediklerini aktararak o günlerde olup bitenleri şöyle özetliyordu: “Denktaş, koskoca Türkiye’yi burnundan yakalamış, istediği yere çekiyordu.” Denktaş bu oyunu elbette yalnız oynamıyordu. Ordu içinde kendisini destekleyen ve bugün Ergenekon davasında yargılanan bazı subayların desteği arkasındaydı. Kaçırılan çözüm fırsatının ardından 2003 yılının sonunda yapılan seçimleri çözüm yanlıları kazandı ve Mehmet Ali Talat başbakanlık koltuğuna oturdu. Bu gelişmeyle birlikte o tarihe kadar tutuk davranan AKP hükümetinin eli rahatladı. Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin AB üyeliği perspektifini sağlama bağlamak isterken, Talat da Kıbrıs’ta çözüm şansını zorlamak istiyordu. Kıbrıs sorununun çözümü yönünde son bir gayret gösterilecek, en azından Kıbrıs Rum tarafından “bir adım önde” olmak için çaba sarf edilecekti. İşte yılların lideri Rauf Denktaş’ı saf dışı edecek olan bu “son gayret” olacaktı.

Recep Tayyip Erdoğan Kofi Annan’a güvence vererek süreci yeniden başlatmasını istedi. Mehmet Ali Talat olayların gelişimini şöyle anlatıyor: “Ankara’ya gittik. (...) Denktaş, dönemin KKTC dışişleri bakanı Serdar Denktaş Bey ve ben... Erdoğan ve Gül’le görüşmek üzere... Bize orada verilen mesaj şuydu: “Hükümetinizin çözüm isteyen tutumunu benimsiyoruz. Bir adım önde olma politikamızı ortaya koyduk. O nedenle Annan’ın girişim yapmasını bekliyoruz.” (Erdal Güven 2009:65)

Rauf Denktaş bu gelişme karşısında son derece mutsuzdu. Direniyordu. Talat, Denktaş’ı ikna etmek için dil döküyordu: “Başkan, görüyorsunuz. Sürecin sonuna geldik. Bu sorunun çözmemiz lazım. Türkiye kararlı. Ne de olsa AB süreci var. Onun engellenmesini istemiyor. Bundan kaçamazsınız. Bize düşen görev Türkiye’nin bu durumunu görüp elimizden geleni yapmaktır. Türkiye’ye kafa tutmanın anlamı yok.” (Erdal Güven: 66) Denktaş’ın ikna olmadığını gören Talat, Tayip Erdoğan’ı arayıp Denktaş’ı “şikâyet etmeye” karar verdi. Başbakana ulaşamayınca, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü aradı: “Dedim ki: Sayın bakan, Denktaş Bey bu süreci bu şekilde götürmemize karşıdır. O yüzden yakından izlemek lazım kendisini. Bunu da ancak kendisinin güvendiği, sevdiği biri yapabilir. Lütfen ekibinizden birini ya da birilerini bu işle görevlendirin. (...) Bana sorarsanız en doğru isim Apakan’dır dedim. Gül dinledi söylediklerimi. (...) Ertesi gün dönüyoruz artık Lefkoşa’ya. Tabii çok ilginç, baktım Apakan, Denktaş’ın yanında. Bir tek o. (...) demek ki Denktaş’ı marke görevi verilmiş kendisine.” (Erdal Güven 2009: 66/67) 2004 yılı başında Kofi Annan’ın davetine iştirak etmek üzere New York’a gidecek heyete Ankara’nın talimatı ile Denktaş da katıldı. Denktaş süreci sabote etmek için ‘derin’ destekçilerine güveniyor ve son şansını kullanmak istiyordu. New York’ta Kofi Annan’ın “hakemlik” ve “referandum” içeren önerisine itiraz etmek istediyse de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün müsteşar Uğur Ziyal’a verdiği talimat üzerine Türk heyeti Kofi Annan’ın önerisini kabul etti. Ve böylece Kıbrıs’ta referandum için düğmeye basılmış oldu. Denktaş itiraz etmeye kalkıştı ama bütün kapılar kapatılmıştı. Talat’ın tanıklığı Denktaş’ın içine düştüğü hazin durumu açıkça gözler önüne seriyor: “Denktaş, yine çekileceğini, görüşmeyeceğini, reddedeceğini ima eden bir şeyler söyledi; vatan, millet, Sakarya edebiyatına başladı. Bunun üzerine Uğur Ziyal söz aldı ve “Kusura bakmayın başkan ama, benim aldığım talimat, masadan kalkılmamasıdır”.

(Erdal Güven 2009: 68)

Denktaş çok mutsuzdu. Yıllarca uğruna mücadele verdiği Taksim ve İlhak politikaları bir anda rafa kaldırılmıştı. En büyük hayal kırıklığı askerden beklediği desteğin gelmemiş olmasındandı. Oysa New York’a giderken kuvvet komutanlarının desteğini alacağından emindi. Nitekim New York öncesi Talat ile yaptığı bir görüşmede Talat’ın askerlerin tavrı konusunda sorduğu bir soruya yanıtı şöyle olmuştu: “Yürü de korkma, arkandayız dediler bana.” (Erdal Güven 2009:70) Ne var ki, Denktaş’ın beklediği destek hiç bir zaman gelmedi. Denktaş yaşadığı düş kırıklığını şu sözlerle anlatır: “Genelkurmay’ın bir açıklama yapacağını New York’a gelmeden önce biliyor ve bekliyorduk. Beklentimiz askeri kanadın Annan Planı’ndaki eksikleri ve aksaklıklara işaret edeceği yönündeydi. Beklenen bildiri yayınlandı ve Annan Planını destekler mahiyette algılandı. Bu da Kıbrıs’ta evet oyunu tetikleyen bir etki yaptı.” (22 Temmuz 2008, Yeni Çağ gazetesi) Gerçekten de, “evet” oyu tetiklenmişti. 2004 yılında Annan Planı referanduma sunulduğunda Kıbrıs Türk toplumunun büyük çoğunluğu “evet” oyu kullandı. AB üyesi olmuş Kıbrıslı Rumların ezici çoğunluğu ise “hayır” oyu verdi. Kıbrıslı Türklerin geç gelen “evet” oyu Kıbrıs’a barış getirmeye yetmedi ama tarihi lider Rauf Denktaş’ın siyasi yaşamına son noktayı koydu. Denktaş şimdi hem Türkiye hem de kendi halkıyla ayrı düşmüştü. Bu yüzden 2005 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olmadı. Yıllarca gücünü büyük oranda Türkiye’den alan Türk milliyetçisi Denktaş kariyerinin sonunda en büyük sorununu Türkiye ile yaşadı. Aslına bakılırsa, Denktaş’ın Türk hükümetleriyle her zaman sorunları olmuştur. O, Taksim’i çok sevmişti. Ayrı Türk devleti ve Türkiye’ye ilhak peşinde koşan kararlı, romantik ve atak bir Türkçü idi. Türk hükümetleri kısmen de olsa reel politikanın gereklerini dikkate almak zorundaydı. Denktaş bu yüzden zaman zaman “Türkiye’ye rağmen Türkçülük” yapmak zorunda kaldı. Yine bu yüzden Türkiye’den eleştiriler aldı. Kıbrıs’ı “kendi çiftliği”, dünyayı da “Kıbrıs’tan ibaret” saydığı iddia edildi. Bu eleştirilerde gerçeklik payı yok değildi. Fakat Denktaş Makarios’tan farklı olarak “ulusal merkeze” her zaman bağlı kaldı. Yeri geldi “ulusal merkezin” hatırına Kıbrıs Türk halkına sırtını çevirdi. Yine de “ulusal merkezden” istediğini hiçbir zaman tam olarak elde edemedi. “ulusal merkez“ onun beklentilerinin hep bir adım gerisinde kaldı.

İlginçtir, Denktaş’ın siyasi yenilgisine rağmen yaşam projesi olan Taksim’in ayakta kalması korkunç bir öfke ve hınç duyduğu Kıbrıs Rum toplumu sayesinde mümkün olabildi. 2004 yılında can çekişen Taksim günümüze kadar yaşıyor ve geleceğin senaryoları arasında yer alıyorsa, bunda Kıbrıs Rum toplumunun önemli katkıları olmuştur.

Bu yazıyı bitirirken Denktaş’ın kendisini ve Kıbrıs siyasetini nasıl algıladığını kendi ağzından dinleyelim: “Ben bir Anadolu çocuğuyum. Her şeyimle Türküm ve köküm Orta Asya’dadır. Kültürümle, dilimle, tarihimle ve tüm benliğimle Türküm. Benim bir devletim ve anavatanım var. Kıbrıs kültürüymüş, Kıbrıslı Türkmüş, Kıbrıslı Rummuş, Ortak Cumhuriyetmiş, hepsi boş laflar. Onların Yunanistan’ı bizim de Türkiye’miz varken, neden aynı cumhuriyet çatısı altında yaşayalım? (...) Bazıları yapay olarak Kıbrıslılar varmış, Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs Rumları varmış, gibi kültür edebiyatı yapıyorlar. Kıbrıslı Türk de yoktur, Kıbrıslı Rum da, Kıbrıslı da yoktur. Sakın ola ki bizlere, “Kıbrıslı mısınız” diye de sormayın. Bu bir hakaret olarak algılanabilir ve yanlış anlamalar çıkabilir. Neden mi? Nedeni, Kıbrıs’ta yaşayan bir tek Kıbrıslı vardır, o da Kıbrıs eşeğidir.” (Ortam Gazetesi, 13 Kasım 1995)

Niyazi Kızılyürek

17-18 Ocak 2012 Taraf


KAYNAKÇA

Rauf R. Denktaş, Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 10. cilt, Boğaziçi Yay. İstanbul, 2000
Rauf R. Denktaş, Kıbrıs Meselesinde Vizyon, Raif Denktaş Eğitim Vakfı Yay. Lefkoşa, 1994
Rauf R. Denktaş, Rauf Denktaş'ın Hatıraları, 5. cilt, Boğaziçi Yay. İstanbul, 2000
Rauf R. Denktaş, Karkot Deresi, İstanbul, 1996
Rauf R. Denktaş, 12'ye 5 Kala, Ankara, 1966
Erten Kasımoğlu, Eski Günler, Eski Defterler, 1. Kitap - 2. Baskı, Yorum Yay. Lefkoşa, 1991
Erdal Güven, Adam Talat, Doğan Kitap, İstanbul, 2009
Ecmel barutçu, Hariciye Koridoru, Yüzyıl Yay. Ankara, 1999
Kemal Yamak, Gölgede Kalan İzler, Gölgeleşen Bizler, Doğan Kitap, İstanbul, 2006



Son Güncelleme Tarihi: 21 Ocak 2012 10:14

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.