Teğet kurgular...

03 Temmuz 2008 16:48 / 1774 kez okundu!

 

Bu yaptığım ayıp biliyorum. Ama onları takip etmiyorum, her dönemeçte ortaya çıkıyorlar. Yol deseniz dairesel zaten, geometrik bir zorunluluk olarak ufkumda ve dikiz çemberimde ilerliyorlar, dönüp yeniden geliyorlar. Her adımda biraz daha yaklaşıyor, yanı

Teğet kurgular..



Kültürpark’ta bir zaman dilimi



Saat kaç olmuş, biraz yürümeye ihtiyacım var. Sıcaktan boğulmuş ve bilgisayar başında oturmaktan uyuşmuş durumdayım. Gözlerim buğulanmaya başladı. Kaslarımın her zerresi, “kalk yerinden!” diye çığlıklar atıyor. Bir de fuardaki yavru kedileri özledim. Suları buharlaşmıştır. Gidip baksam iyi olacak. Evdeki “sinirsek” günlerdir tuvalete çıkmıyor. İnat etti yapmıyor, yapmıyor! Veterinere gittik, korkusundan bin beter oldu. Analiz sonuçları tertemiz çıktı. O halde nesi var bunun? Grevde “Badem” Hazretleri. Yemek de yemiyor, galiba ölüm orucu yapıyor. Demokratik hakkıdır yapabilir, grev kırıcı olmaya niyetim yok bu saatten sonra. Ötenaziye de karşı değilim. Ne isterse yapar, istemediğini yapmaz. Benden beklentileri varsa, bir zahmet belli etsin. Zamana ihtiyacı varsa, buyursun alsın. Adını Badem koyduk ama çetin ceviz çıktı bu sfenks kedisi…



Eve kapanınca kendimi kaybediyorum. Günlerce sokağa çıkmasam farkına varmayabilirim. Bir gayret attım kendimi dışarıya. En az sürede en fazla açılma umuduyla Kültürpark’a girdim. Fuarda yürümeyi çok severim. Ama hiç akşamüzeri gitmemiştim. Meğer bu saatte ne kadar farklıymış. Bazı yerler kış ve yaz arasında değişim gösterir, kimi semtleri hafta sonları tanıyamazsınız. Fuardaki doku anlaşılan günün her diliminde ayrıca mevsimlere göre metamorfoz geçiriyor. Sabahtan en büyük farkı sportif değil de insan manzaraları sergilemesi. Adeta merasimle geçiyor insanlar, ister istemez dikkatiniz çekiliyor…



Önce akçe pakçe bir kadınla, sanki doğulu olup da İzmir’lileşmeye çalışan bir adam, adım adım ilerlediler bana doğru. Usulca, dikkatle yürüyerek. Hani insan sahneye çıkınca ellerini nereye koyacağını bilemez ya, bu hanımla yanındaki zatın tam da böyle bir hali var. Yalnız ellerini değil külliyen kendini nereye koyacağını, adımını nasıl atacağını bilemiyor. Gülücüğünü, sözcüklerini, niyetini, gözünü, kaşını sığdıramıyor bedene. Kadında kocaman bir poponun salınımları dikkati çekiyor, bembeyaz pamuk omuzlar düşük, yaş kırkın az üzerinde ve yüzünde “devlet memuru tatilde” maskı taşıyor. Askılı emprime bir bluz giymiş. Yanındaki adamın kolu diyemeyeceğim ama eli, hatta elinin ayası, hissiz bir cisim gibi omzuna teğet olarak konmakla uçmak arasında, durmakla durmamak arasında. El hissiz, lakin şuuru var ve ihtiyatlı. Dokunma bir yana değme durumu bile belirsiz. Gel gelelim, gözlerinden kaynak makinesi gibi kıvılcımlar saçılıyor. Buluşmaları belli ki stratejik bir vuslat. Sonra o el orada duruyor gibi de durmuyor gibi de ama itiraz yok ya, “daha ne isterim ben” yani…



İlerlediler, her adımda biraz daha yaklaştılar, yanımdan geçtiler, ardımda kaldılar, halkalar ters yöne döndü, ara açıldı, uzaklaştılar. Gözden uzak olan gönülden de ırak olduğu için bu evrensel kurala uydum, onları hemen unuttum. Ne var ki, çok geçmeden yine çıktılar karşıma. Ooooo, el yine orada, hem de yumuşamış bu defa. Boynun köküne doğru ilerlemiş, kavramak üzere teni. Hala itiraz yok, bu vaziyette 1850 metre aşılmış koşu yolunun etrafında. Anlaşılan niyetimiz “ciddi”, ne demekse…



Bu yaptığım ayıp biliyorum. Ama ne yapabilirim, her dönemeçte beliriveriyorlar. Yol deseniz dairesel zaten, geometrik bir zorunluluk olarak görüş alanımda ve dikiz çemberimde ilerliyorlar, dönüp yeniden geliyorlar. Kim bunlar yahu? Nasıl bir hikaye var arkalarında bilemedim. Adam hep akçe pakçe mi dilemişti, ya da işte böyle memur sınıftan gibi bir kadın mı özlemişti? Adamınki sosyal, kadınınki bireysel bir umut olmalı. Kadıncağız bu yaşa kadar hiç evlenmemiştir herhalde. Yani öyle gibi görünüyor. Adama da hiç bu kadar hanım hanımcık birisi denk düşmemiştir muhtemelen… Ayyy, ne halleri varsa görsünler, bana ne…



Nerede benim ağaçlarım, sarmaşıklarım, kedilerim, köpeklerim? Ne zamandan beri yürürken insanlara takılıyorum?



O ne, bir kıkırtı, bir kıkırtı! Anıt ağacın ulu gövdesinin ardında kızıl saçlı bir kızdan neşeli nidalar yankılanıyor. Başımı değil ama bakışlarımı döndürdüm, kız 16 yaşlarında filan. Yere bağdaş kurmuş, oğlanı da bebek gibi kucağına yatırmış, yüzünü seviyor. Olur ya neden olmasın? Anaç kızmış ne demeli. Bu arada bekçi ile göz göze geldik. Bir şey görmemişim ve de beni (kesinlikle) ilgilendirmiyormuş, onu da ilgilendirmemesi gerekirmiş gibi bir telkin ışınlayarak baktım. Haddini bilmezliğinden ötürü onu biraz utandırmış bile olabilirim. Kendimi de çocukları da kurtardım. İyi idare ettim yani…



Sonra tam Lozan kapısının karşısında, Kültürpark’ın en hareketi yerinde, başı örtülü teyzelerden, gelinlerden, damatlardan ve torunlardan oluşan kalabalık bir piknik sofrasıyla karşılaştım. Ne kene korkusu, ne yılan endişesi, ne orta yerde olmaktan duyulan bir tedirginlik, hiçbirinden eser yok. Keyif o biçim, çimenlere yayılmışlar; termos elden ele dolaşıyor ve Allah ne verdiyse ziyafet çekmekteler. Belki içli köfte, yaprak sarması bile getirmişlerdir. Bu piknikçilerin bir bölümü vardır ki, hep böyle ana yolların kenarına konuşlanırlar. Maksatları kırda olmak değil, Paris Cafelerinde oturmaktır sanki. Sefaları bol olsun, ne diyebilirim…



Yola devam, hızlan, sevin kaslarım, açıl gariban tiryaki ciğerim, canlan nefesim!



Tanıdık bir kedi aniden önümden geçti. Anladım ki tuvalet bekçisinin menziline girilmiştir. Oooo, sayın bekçi vazife başında! Başında ıslak bezden bir takke, yine paçaları sıvamış, ayaklarında plastik terlikleriyle ile gelene gidene bakıyor. Hep öyle yapar zaten. Eski taksi ve dolmuş şoförleri yolcuyu gelişinden tanırlardı ya, bu WC bekçisi de sanırım dolaşanlara bakıp, kimin sıkıştığını tahmin etmeye çalışır. O tuvalet çevresi sanki adamın kurtarılmış bölgesidir. Bütün gün ziyaretçi ağırlar, çay demler, ikram eder, paçalarını sıvar, ayaklarını yıkar ama asla, katiyen, kesinlikle tuvaletleri temizlemez. Yarısı çalışmayan rezervuarlara asılı sicimleri değiştirmez. İşin fenası tuvalete girenlerle gereksiz yere göz teması kurar, konuşur, müşteriyle birlikte girip ışığı yakar, kapıyı açar. Bu arada ziyaretçileri de def’i tabii hususundaki ticari ve sosyal sirkülasyonu dikkatle izler. İnsanları rahat bırak kardeşim, ne karışıyorsun işine, neden işgüzarlık yapıyorsun? Bırak kendileriyle baş başa kalsınlar! WC bu, kuyumcu dükkanı değil! Adamın tek kabul edilebilir tarafı birkaç kediyi beslemesidir.



Ve netice itibariyle, bizim İzmir Enternasyonal Fuarımızın biricik umumi tuvaleti zat-ı şahanelerinin vesayeti altında sunduğu hizmete ihtiyaç duyup da bu ahval ve şeraitten ötürü kullanmayı göze alamayanları bekler de bekler... Ya da beklemez, bekçimiz orada sabahtan akşama kadar koşulsuz piknik yapar…



Dokuz Eylül kapısını geçtim, hızlandım, tempolu bir şekilde ilerliyorum. Solumda koskoca Manolya Çay Bahçesinin yerinde yeller esiyor. Bu çay bahçesini yıkıp yerle bir ettiler ama bakıyorum korsan çay ocakları kurmaya devam ediyorlar. Madem buranın kaderi çaycılıktı, ne istediniz Manolya’dan? Yemyeşil keyifli bir yerdi, semaverle çay getirirdi. Şimdi zorla çim yetiştirmeye, ağaç dikmeye çalışıyorlar, tutmuyor…



***



Önümde yine bir set kuruldu. İki genç kız; 18 yaşında ya var, ya yok ikisi de. Bayramlık elbiseler ve yüksek topuklu terlikler giymişler. Sırtı açık olanın sağ ayağındaki ökçe yan yatmış, kırıldı, kırılacak. Çekilin geçeyim diyemiyorum, kornam yok çalamıyorum; ben sağa seğirtsem onlar da sağa yalpalıyorlar, sola yönelsem yine yolu kaplıyorlar. Kaderimde onların dedikodusunu üretmek varmış ne yapabilirim? Her konuştuklarını duyuyorum. Sallanan topuk diyor ki, br>


- Sert bakıyorsun bugün.



Küpeleri omuzlarına kadar inen, eteği rüzgârda uçuşan “sert bakışlı” kız diyor ki,



- Bilhassa öyle bakıyorum.


- Neden?


- Bize laf atmasınlar diye…



Ve Lunaparka giriyorlar kız başlarına, bayramlık elbiseleri, her an kırılmaya hazır, yan yatmış ökçeleri ve çocuk ruhları, gençlik başımda duman ve tedbirleri ve iffetleriyle…



***



Kültürpark’ta bazen klasik müzikler çalar. Minnet duyarım buna. Ama bizim Luna Park korkunç bir şeydir. On cilt roman, on belgesel yapılabilir hakkında. Her şey bir yana, olabilecek en felaket müzik yayınıyla sinir gazı gibi zehirler çevreyi. Yere yapışıp kalmak, başınızı kuma gömmek, kulaklarınızı tıkamak ya da ışınlanıp kaybolmak istersiniz anında. Çocuklara ait olduğunu varsayarsak bu yerin, daha da absürd bir durum çıkar ortaya. Bir de dibindeki hayvanat bahçesine ulaşmaz mı o uyumsuz sesler, o çığlıklar, nereden başlasam, nasıl anlatsam bilmem ki…



Hızla geçip gidiyorum önünden, karakola yaklaşıyorum. Arkasındaki evler pek çirkindir ama güvenli olmaları ihtimali var. Sadece ihtimal tabii. Bu defa atmışlarında bir çift yürümeye başladı önümde. Adam, “Hah işte karakol” dedi. “Öyleyse tiyatro da şurada olmalı”. Kadın 9 Eylül kapısına yakın fuar alanını ima ederek kendinden gayet emin bir şekilde, “evet orası” dedi. Adam çok memnun oldu. Koordinatların açığa çıkması üzerine şifre çözülmüş gibi aklına gelen her yeri yerleştirmeye başladı zihnindeki krokiye. Kültürpark ters kepçe oldu!



***



Ah, hayvanat bahçesi, yüreğimin yarası, en insafsız manzaraların sahnesi. Bir korku filmi gibi ama gerçek. Bazen önünden geçerken düşünürüm, Ufo’lar gelip dünyayı işgal etse, bizi de böyle sergilese nasıl olur? İşi Ufo’lara kadar uzatmaya gerek yok, az mı sergiledik biz köleleri, esirleri ve hala sergilemiyor muyuz ucuz, pahalı bedenleri? Az mı toplama kampları kurduk? Hava sıcak, hayvancıklar kokmaya başlamışlar. Develerin yeni yavruları var. Bir defasında başımı tellere dayayıp doğumu izlemiştim. Deve kuşları halsiz, yürüyemiyorlar. Bu memlekette keçileri, koyunları neden koyarlar buraya? Kentin azıcık dışına çıkılsa, dağ taş onlarla dolu. Hayvanat bahçesinde bütün türler gözümüzün önünde müebbet hapis!



***



İnanmıyorum, Kahramanlar kapısının dibinde gün yapıyor kadınlar. Banklara çepeçevre oturmuşlar, bisküvi ile çay dağıtıyorlar. Buralarda akşamdan kalma birileri olurdu bazen. Okulu eken aşka hevesli çocuklar veya birbirine küsmüş sitemli çiftlere de rastlanırdı. Bu “gün” muhabbetiyle ilk defa karşılaştım. Bir de görseniz kadınları, özenip bezenmişler dernekçi edasıyla süzüle süzüle kurulmuşlar. Hiç birisi bir diğerine bakmıyor, her biri dışarıdan kendi duruşunu süzüyor. Fevkalade ehemmiyetli bir faaliyet hissiyatı içindeler.



***



İşte yavru kediler! Bu sene ortaya çıkmayacaklar sanmıştım. Hayvanat bahçesinin arkasındaki alandan göçüp yine Tenis Kulübü’nün karşısına taşınmışlar. Yoğurt kaseleri, gazete üzerine ufalanmış ekmek parçaları, su şişeleri hayvan severlerin faaliyette olduğunu gösteriyor. Minnacık bir sarışın, yere düşen dut yaprağını kendine döşek yapmış. Yok yok, şezlong gibi kullanmış, öylesine keyifle uzanıyor üzerinde. Yerim seni kedicik! Sularını tazeliyorum, okşuyorum pirelerini ve ayrılıyorum oradan.



Nihayet çıkıyorum fuardan. Yıllardır elimden geldiğince sabahları yürüyüş yaptığım, beynimi boşalttığım bu mekan bugün rahatlatmadı beni. Yine de ilginçti. Aslında soluk ve hüzünlüydü. Bir de öğlen bakmalı bari. Claude Monet gibi nilüferleri saat başı resmedercesine fuarın empresyonizmi üzerine bir dizi yapmalı.



Simitçi hala kapıda. Adam sabahın 7’sinden akşamın 9’una kadar orada durur. Hem de ayakta. İşini çok ciddiye alır, daima güleç, hizmete hazırdır. Hiç kimse duymamıştır bozuk param yok dediğini. Her simidi özenle paketler, para üstünü son meteliğine kadar verir. Bir ara bacağı kesik dilenciyle arası açılmıştı. O dilencinin de nüfus cüzdanı yokmuş, simitçi ona para vermiş, buna rağmen kimliğini çıkarmamış diye kızmıştı. Sonra dilenci fuar kenarından kovulmuştu. Hâlbuki tatlı adamdı. Kaybolan köpekleri hep o bulurdu. Biz de ona tek kalan çorapları götürürdük. Çünkü sadece bir ayağı vardı…



Eve doğru yöneldim. Bir genç adam duruyor ayakta, elinde küçük bir çanta, yanında 6-7 yaşlarında bir erkek çocuk yere çömelmiş, kalkmıyor. Sırt çantası var arkasında. Adam nutuk atıyor;



- Babaanneler ve dedeler her zaman torunlarını özlerler!



Inınıııın, de ja vu! Bakınız bu filmi ezbere bilirim. Şimdi ne oluyorsa, buna dayanamayacağım. Tamam bunlar baba-oğul belli. Çocuk babaanneye gitmek istemiyor. Yere yapışmış direniyor. Neden? Anne ile baba ayrı olabilir. Ortada bir dolduruş vaziyeti olabilir. Anne tarafı babaanneyi kötülüyor mu? Ya da baba tarafı çocuğu sorguya mı çekiyor? Veya okullar tatil olunca, baba çocuğu almış da kendisi bakacağı yerde doğru annesine mi götürüyor? Çok fena, ama karışmamalıyım. Karışmaya hakkım yok ve faydası da yok. İşte bir dram tohumu daha ekiliyor, kader ağını örüyor…



Evdeyim nihayet. Önce kaçar gibi çıkmıştım şimdi geri dönüp sığındım. Cep telefonumda cevapsız çağrılar var. Bakmıyorum. Balkona çıkıp fuarı karşıdan seyrediyorum. Beynimdeki zoom’u aşağı atıyorum, parçalanıyor. Ama o çocuk, babaannesine gitmek istemeyen çocuk benimle kalıyor. Üstelik başını bile okşayamıyorum. Ona iyi şanslar diliyorum…



Nina Bencoya

03.07.2008

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.