İNCİRDEKİ BAL KOKUSU

04 Temmuz 2018 19:17 / 1580 kez okundu!

 

 

Felsefe disiplininin bir başka yönü kapsayıcılığıdır. Felsefeyi reddetmek imkân dâhilinde değildir. Çünkü onu siz reddetseniz de o sizi kapsar. Bunun anlamı şudur: Felsefeyi reddetmiş, yaşamı boyunca felsefe ile hiç ilgilenmemiş insanların da mutlaka bir yaşam görüşü, anlayışı, yani bir felsefesi kendiliğinden oluşur. Sorgulamayı, bilginin ne olduğunu bilmeyen, soru sormayan, araştırmayan insanlar da yargıya varırlar, eylemde bulunurlar. Bazı bilgileri kabul ederken bazılarını reddederler. Sonuçta onların felsefesi de kendiliğinden oluşmuş olur. Bu nedenle felsefe her durumda kapsayıcı olduğu için, felsefe alanında derinleşme çabası, hakikat arayışında önem arz eder. Montaigne şöyle der; “Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken de söyleyecekleri vardır.

 

****

 

İNCİRDEKİ BAL KOKUSU

 

Felsefe disiplininin bir başka yönü kapsayıcılığıdır. Felsefeyi reddetmek imkân dâhilinde değildir. Çünkü onu siz reddetseniz de o sizi kapsar. Bunun anlamı şudur: Felsefeyi reddetmiş, yaşamı boyunca felsefe ile hiç ilgilenmemiş insanların da mutlaka bir yaşam görüşü, anlayışı, yani bir felsefesi kendiliğinden oluşur. Sorgulamayı, bilginin ne olduğunu bilmeyen, soru sormayan, araştırmayan insanlar da yargıya varırlar, eylemde bulunurlar. Bazı bilgileri kabul ederken bazılarını reddederler. Sonuçta onların felsefesi de kendiliğinden oluşmuş olur. Bu nedenle felsefe her durumda kapsayıcı olduğu için, felsefe alanında derinleşme çabası, hakikat arayışında önem arz eder. Montaigne şöyle der; “Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken de söyleyecekleri vardır.

 

Zorunlu olarak geldiğim İstanbul’da kitabımı alıp sahile indim. Uzun seneler gitmediğim Bebek’e gittim. Orada deniz kenarında bir kafe buldum. Doğanın muhteşem görüntüsü ve gemilerin süzülerek geçişini seyrederken kitabı da bir yana bırakıp çayın yanına incirli kek söyledim. Bu güzel başlangıçlı günümü yan masa berbat etti, diyebilirim. İyi giyimli bir kadın yanında bir bebek arabası olan arkadaşına “Şekerim kader diye birşey var, bizim de kaderimiz buymuş. Bu bilinçsiz güruhun seçtikleri ile yönetilme artık bizim kör talihimiz oldu.” deyince anlaşılan o ki her yerde peşimizi bırakmayan komediye başlangıç olan bir trajediyle yine yan yanaydım.

 

Bilinç dediğimiz şey insanın karar verme yetisidir. İnsanlar da hayatları boyunca hep bir konuda karar vermek zorunda kalırlar. Karar verme de elbette insanın kaderini belirler. Ona da tamam. Ama bu iş artık komediye dönüşmekte. Beyaz Türkler'e göre alt kesimler doğru karar veremiyor ve Türkiye uçuruma doğru gidiyor. Hakikat bu mudur? Sorun acaba bilginin ne olduğu meselesi midir?

 

Özne, süreçte bir soruya takılır. Bu soru şudur: “Bilgi nedir? Bilgimizin kaynağı nelerdir?” Felsefe bilginin ne olup olmadığını sorgulayıp onu kategorize eder. İnsanların günümüze değin bilgiye iki açıdan yaklaştıkları söylenebilir. Birincisi, bilgiyi biriktirmektir. İkincisi ise, bilgiyi irdelemedir. Bu iki olgu aslında birbiriyle sarmal bir konumdadır. Bilgi toplama da iki yönlü olur. İnsan dışa doğru topladığı bilgilerle doğayı, içe doğru topladığı bilgilerle de kendini tanımaya çalışır. Sorun hem bilgiyi irdelemede, hem de kendini tanımada çıkıyor. Yani insan maalesef bilgiyi iyi işleyemiyor. Bilgiyi irdeleme, insanın süreçteki cesareti, zamanı, aklı, ahlakı, psikolojisi ile tutunduğu yeri belirlemektedir.

 

Sorum şöyle: insanlar siyaset alanında bile bile temelsiz (hatta komik sayılabilecek) bilgiye neden yönlenebiliyorlar?

 

Siyaset de insanın yarattığı değerler alanının bir köşesidir. İnsan, değerler alanını genişletirken kuşatılı bulunduğu doğa alanından tamamen kopuk bir değerler alanı oluşturamaz. İnsan, ancak kendi doğal yapısına (korkuları, düşmanlığa yatkınlıkları, menfaatleri, cesareti, hükmetme isteği, güç istemi, kendini diğerinde var etme istemi, vs. ) uygun bir değerler alanı yaratabilmiştir. Bu durumda, bana göre, anlaşılan, tarihi yapan birçok ilgiden en önemlisi psikolojidir ve insanın yapısında önemli sorunlar vardır. Bunu diğer yazılarımda oldukça yazdım. Şimdi niyetim buna bir iki süs daha ilave etmektir.

 

Neden politik bir hayvan olan insan her konuda kendi bilgisini doğru bir sorgulamadan geçirip hayvandan net olarak ayrışamamaktadır? Oysa herhangi bir bilgiyi sorgulamak çok önemlidir. Aynı zamanda insanı insan yapan şeydir. Aydınlanma Dönemi’nin ilk işaretlerini veren düşünürlerden Montaigne’in, Denemeler’inde bununla bağlantılı olduğunu düşündüğüm, sevimli bir hikâyesini aktarmak istiyorum:

 

Demokritos, sofrasına gelen incirleri yerken bir bal kokusu almış ve hemen bir araştırmadır başlamış kafasında, o güne dek incirlerinden almadığı bu bal kokusu nereden gelebilir diye. Merakını gidermek için kalkmış sofradan, incirlerin toplandığı yeri görmeye gitmek istemiş. Sofradan niçin kalktığını duyan hizmetçi kadın gülmüş: Boşuna zaman kaybetmeyin, demiş: incirleri bal çanağına koymuştum toplarken. Demokritos’un canı sıkılmış bu araştırma fırsatını kaçırdığı, bir merak konusu elinden alındığı için, ve ‘Hadi be sende’ demiş hizmetçi kadına, ‘keyfimi kaçırdın; ama ben yine de bal kokusu incirde kendiliğinden varmış gibi nedenini araştıracağım.’ Ünlü ve büyük bir filozofun bu hikâyesi, sonunda bir kazanç umudu olmaksızın, bizi seve seve bir şeylerin ardına düşüren araştırma tutkumuzu apaçık anlatıyor. Plutarkos’un anlattığı buna benzer bir örnekte de adamın biri araştırma zevkini yitirmemek için kuşkulandığı gerçeğin kendisine söylenmesini istemez.

 

Montaigne, bize bu hikâyeyi 1560’lı yıllarda anlattığında (o sevimli anlatımı ile), Antik Dönem’deki aklın sorgulamasının, kuşkusunun, gözleminin gelecekte insanlık açısından ne ölçüde önemli olduğuna vakıf olduğunu göstermiştir. Oysa bugün özellikle siyaset alanında deseniz ki “Meğer Sn. İnce’yi kaçırmışlar. Onun yerine konuşan dublörüymüş” insanlar beğendi işareti atıyorlar. Benim yakınımda örnekleri var. Gülmekten başka çaremiz var mı?

 

İnsanlar kendi korkularının esiri olmaya o kadar eğilimliler ki Türkiye’yi de batmak üzere filan da zannediyorlar. Seçim sonucunu yıkım olarak gören mi ararsınız, yoksa artık ülkenin bittiğini, iflasın eşiğinde olduğunu mu söyleyeni, yani spekülasyon gırla gidiyor. Bu konuda Montaigne şöyle diyor. “İnsan tuhaftır. Başına dolu yağan, ülkenin dört bucağını fırtına içinde sanır.“ Bu aslında insanın isteği ile hakikati daima karıştırmasıdır. Yani sorun bir ölçüde psikolojiktir.

 

Hayatın bütününü kavramak, geçmişi tam anlamak ve geleceği bütünüyle kurgulamak ne ölçüde mümkündür? Bizler yaşadığımız dönemlerde ve yerlerde ancak hayatın, bize yansıdığı kadarıyla, belirli bir kısmını tasarlayabiliriz. İnsan kendi aklının günlük sınırlarıyla çevrilidir ve ancak kendi bilinç durumunu sorgulama yetisine ulaştığında iç dinamiğinde belirli bir yol almış demektir. Çünkü özne, doğal olarak, kendi bilgisi ile özdeşme durumunu yaşar. Yani bilgisi kadar düşünebildiği için kendini sorgulamada sorunludur. Eğer insan kendi bilinç durumunu sorgulamada sorunluysa, çok eski çağlardan bu yana hakikati aramada da sorunlu demektir. İnsan, kültür varlığı olduğu dönemden beri bu sorunu aşmaya çabalamış, arayışlar içerisinde olmuştur. Genelde de aşamamıştır.

 

Montaigne yine bir hikayesini şöyle anlatır. “Savoieli köylü demiş ki: Şu akılsız Fransa kralı biraz işini bilse, pekâlâ bizim beyin kâhyası olabilir. Adamın hayal gücü efendisinin üstünde bir büyüklüğü tasarlayamıyor. Hepimiz, farkında olmadan bu çeşit yanılgılara düşeriz ve bundan çok büyük zararlar görürüz. Ancak doğa anamızı bütün genişliği içinde seyredebilen, onun durmadan değişen sınırsız yüzünü görebilen, değil yalnız kendini, bütün memleketi o evren içinde ufacık bir nokta olarak düşünebilen insan, her şeyin gerçek değerini kestirebilir.

 

Montaigne yaşamın muazzam giriftliğini, sürekli değişen, sonsuz yüzünü, insanın tam olarak kavramasının imkânsızlığını anlatırken, insanın erginleşmesinin bunu kavramakla, yani aklının (bilgisinin) yetersizliğini görmesiyle ilgili olduğuna da vurgu yapmaktadır. O bir ülkenin hallerinin dahi basit doğa yasaları ve varsayımsal kavrayışlarla anlatılmasının güçlüğüne 1500’lü yıllarda vakıf olabilmiş ve muzipçe bunu küçük bir hikâye içerisinde anlatmaya çalışmıştır. Montaigne aklın sınırlılığı konusunda şöyle demekteydi:

 

“Doğanın insanlara en adilce dağıttığı nimet akıldır, derler. Çünkü hiç kimse akıl payından şikâyetçi değildir. Nasıl olsun? Aklını beğenmemesi için aklından ötesini görmesi gerekir. İnsanın kendini akılsız sayması mantıkça da mümkün değildir. Öyle bir sakatlık ki bu, onu kendinde gören, kendinde görmüyor demektir. Öyle bir illet ki bu, devası yoktur; ama hastanın gözü kendine çevrilip de bu illeti gördü mü illet dağılıverir; güneşin sisleri dağıtması gibi. Bundan, düşüncemin kendi yetersizliğini yüzüne vurmaktan hiç geri kalmadım. Gerçekten düşüncemin en çok üstünde durduğu şeylerden biri de budur. Herkesin gözü dışarıdadır; ben gözümü içime çeviririm, içime diker, içimde gezdiririm. Herkes önüne bakar, ben içime bakarım: Benim işim gücüm kendimledir. Hep kendimi seyreder, kendimi yoklar, kendimi tadarım. Herkes kendinden başka şeylerin peşindedir; hep kendinin ötesine gitmek sevdasındadır.”

 

İnsanın erginleşmesi kendi aklından, bilgisinden kültüründen şüphe duyması ile ancak mümkün olabilir. Hepimiz bu şüpheye muhtacız. En büyük yanlışlığımız kendimizden tatmin olmamız, emin olmamızla ortaya çıkar. Yaptığımız şey çoğunlukla kendimizi diğerinde ya da diğerlerinde var etme kavgasıdır ve ömrümüz böyle geçer de farkında olmayız. Oysa kendimizi korumak üzere ortaya çıkan söylemimiz bir bakıma aslında doğanın kendini korumasının bizde yansıyan görüntüsüdür. Bu yüzden ben ancak bende çalışan doğanın farkına vardığım ölçüde, doğadan kısmi de olsa özgürleşme imkânına sahip olabilirim.



Nihat ÜSTÜN

04.07.2018

 

Son Güncelleme Tarihi: 06 Temmuz 2018 16:29

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.