HAYATIN ANLAMI

13 Haziran 2018 15:44 / 1774 kez okundu!

 

 

İnsanlar ideolojileri uğruna katliamları bile görmezlikten gelebiliyor. İdeoloji karşısında ahlak sükut ediyor. Ancak, eskiden de böyleydi. Buna şaşmayalım. Nazi dönemine bakın, yine aynı şeyleri göreceksiniz. Normal gibi görünen bir kısım insan, ideoloji uğruna katliamları görmezlikten gelmiştir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Hatta bahanelerle onu savunmuşlardır. Çünkü bu dünyanın direği yok.

 

*****

 

HAYATIN ANLAMI

 

Geçen çarşamba yazdığım “Tatlı Huzur ve HDP” başlıklı yazımdan dolayı eski bir yoldaşım beni eleştirmiş. İlk olarak Nazım’dan bahsederek “o önce milliyetçiydi, sonra kemalist oldu, sonra da komünist oldu” diyerek bu gidişatın olumluluğuna vurgu yapmış. Anlaşıldığı kadarıyla olması gereken budur. Sonra benden bahsederek benim de komünistlikle başlayan siyasi yaşantımın bir dönem Seloculuğa, sonra çevreciliğe, sonunda RTE’ciliğe bağlandığından bahsetmiş. Yani bendeki geri gidişe vurgu yapmış. Bu benzetmesini doğru bulamadım. Ben yarın da değişebilirim. Yarın PKK/HDP silahları gömüp barış masasına oturup artık siyasi alandan ayrılmayacağına söz verdiğinde ben yine HDP/PKK’nin siyasi görüşlerine katılmasam da bu cesaretinden dolayı bir kerelik de olsa oyumu verebilirim. Eski yoldaşım mermer gibi otuz yıl önceki yerinde dik durduğundan övünüyor. Ben yeniden değişebileceğim ile övünüyorum. Okuduğum her değerli kitap beni şaşırtıyor ve neden bunları daha önce okumadım diye hayıflanıyorum. Sanırım çok farklı denizlere yelken açmışız. Ben yanıldığını anlatan insanlarla dost olmaya bayılıyorum. “Bak ben hiç yanılmadım. Gördün mü yine dediğim çıktı” diyen insan benim için ham insandır. Çünkü hayat insanı büyük çoğunlukla yanıltır, hatta aşağılar. Bazen de haklı kılar. İnsan yanıldıklarını ve aşağılandıklarını unutur. Sadece haklılıklarını hatırlar. Dolayısı ile “yanılmışım” diyen insan kendini tanımaya daha gayretli insandır. Diğeri, bırakın dış dünyayı, kendini bile tanımadan bu dünyadan göçer gider. “Onun da kaderi böyleymiş” deriz.

 

Eski yoldaşımın diğer eleştirisi yazdığım “PKK 52 dindar Kürt gencini katletti” cümleme olmuş. Diyor ki “Hüda-Par’ın provokasyonundan neden bahsetmiyorsun?” Onun bu eleştirisine “meşruiyet nedir?” sorusunu açıp uzun bir cevap yazılabilirdi ama ben sadece şu soruyu soruyorum: Ölenler arasında 13-14 yaşlarında birçok çocuk da vardı.  Bu çocukları ve diğerlerini affedip, başlarını ezerek öldürmeseydiniz, provokasyona gelmeseydiniz olmaz mıydı? Mesela Sivas’ta 1997 yılında Madımak otelinde katledilen aydınlar için birisi “aslında o provokasyondu, öldürenlerin pek suçu yoktu” deseydi bu görüşe doğru der miydiniz? Ahlakta bile anlaşamıyoruz dostum. Aramıza ideoloji denilen meret giriyor.

 

Bir konuda özür diliyorum. Çünkü cümlemi yanlış kurmuşum. O eylemler sırasında ölen gençlerin tamamı dindar Kürtler değildi. Dolayısı ile cümlemi “52 Kürt gencinin ölmesine neden olan PKK eylemleri” olarak yazabilirdim. Yanlış yazmışım.

 

Bu kadar dehşet saçan bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar ideolojileri uğruna katliamları bile görmezlikten gelebiliyor. İdeoloji karşısında ahlak sükut ediyor. Ancak, eskiden de böyleydi. Buna şaşmayalım. Nazi dönemine bakın, yine aynı şeyleri göreceksiniz. Normal gibi görünen bir kısım insan, ideoloji uğruna katliamları görmezlikten gelmiştir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Hatta bahanelerle onu savunmuşlardır. Çünkü bu dünyanın direği yok.

 

HDP’yi savunan insanlar, Kemalistler ve bir kısım milliyetçiler, bugün RTE düşmanlığını artık psikolojik bir boyuta taşımışlardır. Ve bunun mutlak bir anlamı olmalıdır.

 

Peki ya her şeye rağmen ideoloji, insanlık için hayati bir gerçeklik ise? Freud’a göre fantezi, yanlış anlama ve gerçeği bastırma (düşmanlaştırma), rastlantısal değil, benliğin kurucu öğesidir. Ve otonom davranabilen siyasal özneler olduğumuza kendimizi inandırmak için ideolojiye ihtiyaç duyuyorsak? Freud bunu kuvvetlendirici olarak şöyle bir ilavede bulunur: “Aslında bilinçdışının yalnızca bir yan ürünü olan ve kendisini dünyanın merkezine koyacak kadar organize bir görüntüde olan ‘ego’ için (ideoloji-düşmanlıklar) geçerlidir. Ego kendisini tutarlı ve bağımsız bir varlık gibi düşünür ve psikanaliz bunun bir yanılsama olduğunu anlar. Bu yine de onsuz etkin olamayacağımız değerli bir yanılsamadır.” Nietzsche’ye göre, hayatın gerçek anlamı (görüldüğü gibi) onunla baş edemeyeceğimiz kadar dehşetlidir ve bu nedenle varlığımızı sürdüreceksek avutucu yanılsamalara ihtiyaç duyarız. “Zaten fantezinin muazzam katkısı olmasaydı gerçeklik de sona ererdi” dedikten sonra “gerçek çirkindir” diye yazmıştı Nietzsche.

 

Sevgili dostum, aslında hayatın görünen bir anlamı yok. İnsanın trajedisinin nedeni de burada yatar. Bir kısım insan, bu anlamsızlığı kavradıklarında ya da kavrayamadıklarında hayatını anlamlı hale getirmek için Freud’un dediği gibi düşmanlığa ihtiyaç duyarlar. Ve muhafazakarlığın önemli ölçütlerinden biri olan makuliyetten koparlar. Artık onlar için hedef düşmandır ve ahlak aramakla zaman kaybedilemez. O, ideoloji ile hemhal olurken düşmanlığın barutu onu ileri doğru zıplatır. İnsanın anlamsız hayatı birden anlam kazanır gibi olur. Bitmeyen biçimde küfür etmek, düşmanlığını dost-düşman ayrımı yaparak ahlak rayından çıkarmak, bunu her gün yeni bir sahte iddia ile pekiştirmek, onun hayatını anlamsızlıktan tütsülü bir anlama döndürür. O artık anlamsız hayatını düşünmek yerine yarın uyandığında olup bitenleri merak eden, hayatına sahte bir anlam katmış birisidir. Çünkü insanlık hallerinin iyileşmesi diye birşey hiç olmayacaktır. Umut edilen olsa bile (seçimler kazanılsa da, ya da RTE zorla gönderilse de) o düşmanlık güden kişi umduğunu bulamayacaktır. Olacak olan yine olmakta olandır. Çünkü trajedi dediğimiz şey ölümlü olmaktır.

 

Şimdi bu kadar siyaset yeter deyip biraz da varlık alanında hayatın anlamını sorgulayalım.

 

Hayatın anlamı var mıdır?

 

Bu soru hakikiki gibi görünse de aslında hakiki bir soru mudur? T.Eagleton bu soruya yanıt arayan bir kitap yazmıştır. Ben de ondan önemli bulduğum bazı aktarımlar yapacağım. O şöyle diyor: “Kimi düşünüre göre hayatın anlamı ile ilgili birçok düşünce üreterek onu anlamlandırmaya çalışsak da aslen hayatın bir anlamı yoktur. Şöyle bir soru da sorulabilir: Neden ‘hiçbir şey’ yok ama yine de ‘bir şey’ var? Teoloğa göre bunun nedeni Tanrıdır. Evreni yaratanın Tanrı olduğunun söylenmesi onun büyük bir imalatçı olmasından değil ‘hiçbir şey’ yerine ‘bir şey’in mevcudiyetinin nedeni olmasındandır. “Neden ‘hiçbir şey’ yok da ‘bir şey’ var?” sorusu bu dünyanın var olmasından duyulan şaşkınlığın ifadesidir ve gizemli olan nasıl var olduğu değil, var olmasıdır. Dolayısı ile “hayatın anlamı” sorusunun aslında bir yanıtının olması ama bu yanıtın ne olduğunu hiç bilmeyecek olmamız pekala mümkündür. Belki de hayatın anlamını bilmemek hayatın anlamının bir parçasıdır. Belki de hayat onun temel anlamı konusundaki bilgisizliğimizle sürdürülen bir şeydir.

 

Hayatın belli bir anlamı olmadığı haberi hem neşelendiricidir hem de tehlike işaretidir. Çünkü bireysel benlik ortaya bununla çıkar. Bireysel benlik artık Tanrı’nın yüce bir yasa koyucu olma rolünü üstlenmiş durumda ama tıpkı Tanrı gibi o da bir boşluk içinde yasa koyduğu izlenimini vermektedir. Çünkü bireysel benlik Tanrı’nın yerine yasa koyduğunda hayatın belirgin bir anlamının olmadığına oldukça büyük bir vurgu yapılmış olur (bu son cümle benim T.Eagleton’un yazdıklarından çıkardığımdır).

 

Hayat dediğimiz şey, insana lazım olan bir kurmacadır.

 

Ya hayatın bir anlamı varsa ve onu bilmemek bizim için daha uygunsa? Hayatın anlamını bulmayı, gerçekleştirmeye değer birşey gibi düşünmeye eğilimliyiz, ama ya bu bir hataysa? Ya da gerçek bizi taşlaştıran bir ucubeden başka bir şey değilse? Veya belki, öteden beri  insanlık bunu bilmeksizin hayatın sırrına vakıftır. Belki de hayatın anlamı, nefes alıp vermek kadar basit ve farkında olmaksızın şu an yapmakta olduğumuz bir şeydir. Peki ya saklı olmak bir yana, fazlaca gözümüzün önünde olduğu için anlaşılmıyorsa? Hayatın anlamı belki de peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşamak ediminin ta kendisinde ya da belli bir yaşam tarzında dile gelen şeydir. Sonuçta bir anlatının anlamı, onun yalnızca sonu ya da gayesi değil, anlatının kendi sürecidir.

 

T. Eagleton şöyle devam ediyor: Hayatın anlamı ya ne pahasına olursa olsun keşfetmemiz gereken bir şeyse? Schopenhauer’e göre tüm bilinç aslında yanlış bilinçtir. Ve ona göre dil nasıl ki fikirlerimizi başkalarından saklayabilmek için varsa bilinç de aslında hayatımızın bütün beyhudeliğini (anlamsızlığını) bizden gizlemek için vardır. Aksi halde insanlık halleri diye bilinen şu düşmanlık ve akamet panoraması ile karşılaşarak kendimizi yok ederdik. Fakat intihar bile istencin kurnaz bir zaferinin simgesinden başka bir şey değildir.

 

Tüm bunlarla birlikte mutluluk hayatın anlamını oluşturabilir mi? Oluşturabilir ama bu kolayca çözüme kavuşturulacak bir mevzu değildir. Bununla birlikte çoğu insan için hayat basitçe anne, baba ve çocuk arasındaki gibi, en yakınları ile olan ilişkileri sayesinde anlam kazanabilir. T. Eagleton böyle diyor.

 

İstenç ve düşmanlıklar üzerine de biraz daha kafa yormak gerekiyor.

 

Nihat ÜSTÜN

13.06.2018

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.