Kulsuz Tanrılar

25 Mayıs 2009 22:56 / 1996 kez okundu!

 


“Ey ulu yıldız! Kendilerine ışık saçtıkların olmasaydı, mutluluğun nerede kalırdı!”
Nietzsche

Önce sabahın yeli fark etti her şeyi. Sonra, tapınağın saçağındaki yuvalarından havalanıp büyük meydandaki özgürlük anıtının üstünde kayıtsız taklalar atan serseri kargalar. Sonra da ufukta yavaş yavaş yükselen güneş fark etti... Onun ilk ışıklarıyla; sabahın köründe işine ve okuluna yetişmek için yollara düşen, çiftin/çubuğun peşinden koşan, tapınaklarda mum yakıp dua eden insanların hiçbiri yoktu... 

Caddeler, meydanlar, sokaklar bomboştu. Otobüsler, taksiler, trenler, uçaklar ve vapurlar son olarak park ettikleri yerlerde öylece duruyorlardı. Bankalar, mahkemeler, okullar, hastaneler, tapınaklar ve alışveriş merkezlerinin hemen hemen tamamı kapalıydı. Açık olanların içinde ise kimsecikler yoktu. Fabrikalar çalışmıyordu. Makinalar susmuş, kent büyük bir sessizliğe bürünmüştü... 

Haber önce çevre kentlere ve ülkelere, oralardan da tüm gezegene çabucak yayıldı. Sabahın yeli rüzgara, rüzgar yağmura, yağmur martılara, martılar balıklara, balıklar okyanusa, güneş aya, ay geceye derken, insanlar dışında gezegen üzerinde yaşayan her bir hayvan, her bir bitki, nesne ve element birbirlerine şaşkınlıkla şöyle fısıldadılar; “insanlar gitmiş... insanlar gitmiş...” Gün içinde gezegenin dört bir yanından gelen haberler hep aynıydı; insanlar gitmişti. Hem de arkalarında hiçbir iz ve hiçbir tanık bırakmadan gitmişlerdi... 

Bu kötü haber, sonunda tanrılara kadar ulaştı... Tanrılar bu habere önce gülüp geçtiler, inanmak istemediler; kulları onlardan habersiz niçin gitsinlerdi ki. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaydı. Rahatları beylerde yoktu. Bu bir şaka olmalıydı. Evet, bu kesinlikle bir şakaydı. Hem de kocaman bir şaka. Ya da kullarıyla aralarını açmaya çalışan ateistlerin, kasıtlı olarak yaymaya çalıştıkları kuyruklu bir yalan... Ama yine de uyanık olmalıydılar. Bu yüzden, hemen en güvenilir meleklerini gezegene gönderdiler ve merakla onlardan gelecek haberi beklemeye başladılar. 

Bir süre sonra, gezegene gönderdikleri meleklerin getirdiği bilgiler, kulaklarına gelen söylentileri doğruluyordu. Bu bir şaka ya da yalan değildi. İnsanlar gerçekten gitmişlerdi. Üstelik, sahip oldukları her şeyi; evlerini, hayvanlarını, arabalarını, paralarını, eşyalarını, hatta tanrılarını bile bırakıp gezegenden sessizce gitmişlerdi... Ne zaman, nereye ve nasıl gittiklerini bilen yoktu. Sanki yer yarılmış ve milyarlarca insan yarılan o yerin içine girerek bir anda sır olmuştu... Ne ay, ne güneş, ne hava, ne su, ne de ateş onları giderken görmemişti. Hiçbir hayvan ve bitki de, bu konuda bilgi sahibi değildi. Gezegenin dört bir yanında esen rüzgarlar ve yağan yağmurlar da, hiçbir şey görmemişlerdi. 

Bu alışılmış bir durum değildi. Bu yüzden tanrılar, şaşkınlık ve telaş içindeydiler. Esirgeyip bağışladıkları, gezegen üzerinde onlar dışında varolan her şeyi onlar sebeplensin diye yarattıkları insanlar, nasıl olur da böyle bir şeye cesaret ederek, kendilerinden habersiz çekip gidebilirlerdi. Bu düpedüz nankörlüktü. Ama işte, daha düne kadar kendilerine koşulsuz boyun eğip yakararak tapınaklarda dua eden, mum yakan, adaklar adayıp, onlara kurbanlar sunan, açlık ve çile ritüelleriyle acı çekip, inançları için birbirlerini boğazlayan kulları onlara sırtını dönüp, herşeyden vazgeçerek sessizce gitmişlerdi. Tapınaklar bomboştu. Ve artık tanrıların, onlara tapınacak tek bir kulları bile yoktu. 

Şimdiye kadar hiç tanışmadıkları, iki yabancı duygu gelip kapılarına dayanmıştı. “Çaresizlik ve umutsuzluk.” 

Sual Tanrısı fısıltıya benzer bitkin bir sesle: 

“Biz şimdi n’apacağız ?” diye sayıkladı. 

Bir diğeri ise: 

“Kullarımız bizi bırakıp gitti. Binlerce yıllık düzenimiz bozuldu. Ya gittikleri yeri öğrenip onları geri gelmeye ikna etmeli ya da kendimize yeni kullar bulmalıyız. Buna mecburuz. Başka bir yolu yok. Çünkü, kulsuz tanrı olmaz.” dedi. 

Ama hiçbirinin, ne kullarının yerini öğrenip onları geri gelmeye ikna edecek, ne de yeni kullar arayıp bulacak gücü ve morali kalmamıştı. Çünkü, gezegenin içinde yer aldığı bütün bir gökadayı, hatta evrenin tamamını araştırmalarına karşın, kullarının izine hiçbir yerde rastlayamamışlar, onları bulamamışlardı...
Ne yapacaklarını bilemez bir durumdaydılar. Olanları anlamakta zorluk çekiyorlar, düşüncelerini odaklayamıyorlardı. Bu nasıl bir işti. Acaba kullarının aklını daha iyi bir öteki alem vaadiyle çelen tanımadıkları başka tanrılar mı vardı evrende. Yoksa bu kullarının bir başkaldırısı mıydı. O bir türlü yola gelmeyen uslanmaz ateistlerin bir oyunu muydu yoksa olanlar... 

Yanıtını bulamadıkları bu ve buna benzer sorularla yorgun düşen tanrılar, kullarını bulma konusundaki umutlarını artık tümüyle yitirmeye başlamışlardı. İşte tam bu sırada huzurlarına gelen bir melek onlara, “bilinmeyen bir yerde; asırlık bir çınar ağacının dallarına kurulmuş bir salıncakta, uyuyan bir insan buldukları” müjdesini verdi. Bu habere çok sevinen ve heyecanlanan tanrılar, haberi ulaştıran meleğe, onu hemen “kendilerine getirmesi” emrini verdiler. 

Melek, diğer meleklerin de yardımıyla salıncakta uyuyan insanı uyandırıp, bir şey söylemesine fırsat vermeden apar topar yola çıkardı. Uzun süren bir yolculuktan sonra da tanrılar katına getirdi. Tanrılar, huzurlarına getirilen bu insanı, uzunca bir süre sessizce süzdüler. Sonra da etrafında dolaşıp, saçına ve giysilerine merakla dokundular... Mahmur ve ürkek gözleriyle kendilerine bakan bu insan, henüz üç veya dört yaşlarında küçük bir çocuktu. 

Sessizliği Telaş Tanrısı bozdu. Heyecanla: 

“Kimsin sen ?” dedi. 

Çocuk bu soruyu sakin bir şekilde: 

“Ben gerçekim.” diye, yanıtladı. 

Kibir Tanrısı: 

“Evrendeki her bir nesnenin sahibi olan tek gerçek biziz! Sen kim oluyorsun da, gerçek olduğunu söyleme cüretinde bulunuyorsun! Bir ismin var mı senin!” diye, bağırdı. 

“Siz çok zenginsiniz o zaman.” dedi, çocuk kıkırdayarak. Ve ardından ekledi: “Ben Hiç’im.” 

Hiç korkmuşa benzemiyordu. Üstelik uyku mahmurluğunu ve ürkekliğini de üzerinden atmış gibiydi...

“Bir ismin yok mu yani ?” dedi, Sual Tanrısı. 

“Benim ismim Hiç.” dedi, çocuk. 

Cehalet Tanrısı diğer tanrılara bakıp dudak bükerek, kendi kendine: 

“Kim koymuşsa adını. Bu insanların da işine akıl sır ermiyor. Böyle isim mi olurmuş...” diye, mırıldandı...
 
Şefkat Tanrısı: 

“Sen onlara bakma çocuğum, biraz gerginler. Çünkü kullarımız bizi terk etti. Evrendeki her yeri aradık, ama onları bulamadık. Belki sen bize yardım edebilirsin. Çok küçüksün ama, yine de yardım edebilirsin; bizim kulumuz olur musun ?” dedi, çocuğun başını okşayarak. 

“Kul ne demek, zor bir şey mi ?” diye, sordu çocuk. 

İzahat Tanrısı: 

“Pek bir zorluğu yok. Her gün belli aralıklarla bizim göstereceğimiz tapınaklara gidip bize yakaracaksın. Bizim için mumlar yakıp ilahiler söyleyecek, adaklar adayacaksın. Başka canlıların canına kıyıp onları bize sunacaksın. Arada bir de aç kalıp kendi bedenine eziyet edeceksin.” diye, yanıtladı çocuğu. 

Çocuk hayretle: 

“Ama bunları yapmamı benden niçin istiyorsunuz ki ?” dedi. 

Vaat Tanrısı: 

“Eğer söylediklerimizi yerine getirir, iyi bir kul olursan, öteki alemde; yani öldükten sonra gideceğin yerde seni rahat ettiririz.” diye, yanıtladı çocuğu.
Çocuk:
“Ama ben ölmek istemiyorum. Üstelik başka canlılara kıyamam. Kendi bedenime de eziyet edemem. Ben burada da rahatım. Başka bir yere gitmek istemiyorum.” diye, ağlamaya başladı.“

Bunun üzerine Şefkat Tanrısı araya girerek: 

“Hayır küçüğüm bizi yanlış anladın. Sen ölmeyeceksin. En azından uzunca bir süre. Demek istediğimiz şu; yani bir gün ölürsen, öteki tarafta seni daha güzel bir hayat bekliyor olacak.” dedi. 

Çocuk gözlerindeki yaşı silerken: 

“Öteki tarafın neresi olduğunu tam olarak anlayabilmiş değilim. Ama, bana vadettiğiniz o yerde ip atlayabilecek miyim. Uçurtma uçurup, ağaçlara tırmanabilecek miyim. Böğürtlenli dondurma yiyebilecek miyim?” diye, sordu. 

Vaat Tanrısı tebessüm ederek başını salladı: 

“Hallederiz.” 

Çocuk bu kez: 

“Ama” dedi, “ben yine de size iyi bir kul olabileceğimden emin değilim. Hem söylediğiniz şeyleri nasıl yapacağımı bile bilmiyorum. Çünkü daha çok küçüğüm.”
Matbuat Tanrısı çocuğun minik ellerine bir yandan kalın bir kitap sıkıştırmaya çalışırken, bir yandan da elini onun küçücük omuzlarına koyup kulağına: 

“Sen merak etme. Al bu kitabı. Yapman gereken her şey ve nasıl yapacağın içinde yazılı. Yapmaman gerekenler de. Çok kolay. Hiç zorlanmayacaksın, masal gibi.” diye, fısıldadı. 

Çocuk: 

“Masal mı. Yaşasııınn !” diye, bağırarak havaya zıpladı. Sonra birden ciddileşip: 

“Ama yine de önerinizi kabul edemem. Hem okuma da bilmiyorum. Size söyledim; ben daha çok küçüğüm. Benden size kul olmaz. Elime yüzüme bulaştırırım. O yüzden kendinize kulluk yapacak başka birini bulmalısınız. İşte kitabınızı da buraya bırakıyorum.” dedi.

Tanrılar onu ikna etmek için günler ve geceler boyunca her yolu denediler. Ama ne ısrarları, ne tehditleri, ne sınırsız vaatleri ve ne de tatlı dilleri bu küçük insan yavrusunu ikna etmeye yetmedi. Bu çocuk, binlerce yıldır kendilerine biat eden kullarından hiçbirisine benzemiyordu. Farklıydı; küçücük kafasının içinde sanki bir erişkin beyni taşıyordu. Tüm sorulara mantıklı ve zekice yanıtlar veriyor, tanrıların karşılıklı konuşma sırasındaki öfke nöbetlerini olgunlukla geçiştiriyor ve vaatlerini kibarca reddediyordu. “Kimin nesiydi bu çocuk. Hangi tanrının sorumluluk alanındaydı. Anası babası kimin kullarıydılar.” Birbirlerine hep bunu soruyorlardı. Ama içlerinden hiçbiri, bu soruya yanıt veremiyordu... 

Çocuk sonunda: 

“Konuşmamız bittiyse ve izin verirseniz ben gideyim artık. Çünkü hem çişim, hem de uykum geldi.” dedi. 

Tanrılar başaramamışlardı. Küçücük bir çocuğu ikna edememişlerdi. Olanları kabullenmekten başka çareleri yoktu. Yorgun ve üzgündüler... 

Merak Tanrısı gitmek üzere olan çocuğun arkasından: 

“Hiç olmazsa diğer insanların nereye gittiklerini söyle bize!” diye, seslendi. 

Çocuk başını geriye çevirip: 

“Hepsi içlerindeki sesin peşinden gittiler; telaşlarının, hırslarının, kibir ve cahilliklerinin peşinden gittiler.” diye, yanıt verdi. 

“Peki ama, sen niye kendi içindeki sesi dinlemedin, niçin onlarla gitmedin?” dedi, Sual Tanrısı. 

Çocuk: 

“Onlar sırrı unuttu, ben unutmadım. O yüzden gitmedim.” diye, yanıtladı onu. 

Tanrılar bir ağızdan merakla: 

“Hangi sırrı?” dediler. “Bizim bilmediğimiz bir sır mı var bu evrende?” 

Çocuk önce, tanrıları tek tek süzdü. Sonra da hiçbir şey söylemeden başını çevirip ellerini pantolonun cebine soktu ve ıslık çalarak yürümeye başladı.

Sual Tanrısı çocuğun arkasından bağırdı: 

“Haydi ama lütfen! Söyle bize, unutmadığın ve bizim bilmediğimiz o sır neydi!” 

Ama Çocuk hiçbir şey söylemeden yürümeye devam etti. Bunun üzerine Şefkat Tanrısı Çocuğa şöyle seslendi: 

“Bize güvenebilirsin. Söz veriyoruz; sırrını saklayacağız. Haydi küçüğüm, o sır neydi, lütfen bizi merakta bırakma.” 

Şefkat Tanrısı’nın sesini duyan Çocuk bu kez, ıslık çalmayı keserek bir an durdu ve geriye döndü. Arkasındaki tanrılara tebessüm ederek: 

“İçimdeki o ses, aslında bendim. Ama bu sırrı hiç kimseye söylemeyin.” dedi ve ıslık çalarak yeniden yürümeye başladı. Bir süre sonra da arkasından şaşkınlıkla kendisine bakan tanrılardan giderek uzaklaşıp gözden kayboldu. 

O günden sonra çocuğu bir daha hiç gören olmadı. Ama bütün zamanlar boyunca evrendeki her bir gerçek, diğerinin kulağına; 

“Yerini kimsenin bilmediği asırlık bir çınar ağacının dallarına kurulmuş bir salıncaktan yayılan ve evrenleri dolaşan bir ıslık sesinin, tanrılar dahil herkes, hatta sağırlar tarafından bile duyulduğunu, her dinleyenin farklı bir tınısını algıladığı bu ıslık sesinin sırrını ise, onu duyan hiç kimsenin asla unutmadığını” fısıldadı... 

M. Cengiz Bilir
Mayıs 2009/İzmir


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.