Unutmuyorum, unutamıyorum, unutmamalıyım da...

17 Ağustos 2013 14:48 / 2118 kez okundu!

 


Gecenin 2’si… Adapazarı’nda, ana caddede, elimizde fenerlerle ilerliyoruz.

Değme korku filminde görülemeyecek bir resim var karşımızda ve biz, henüz dolunay evresine gelmese de çevremizi aydınlatan ayın altında yürüyoruz…

Yolun iki yanında, koyu lacivert gökyüzüne doğru yükselen şekilsiz, siyah karaltılar ve bunların belli yerlerinde, hafif rüzgarda uçuşan beyaz gölgeler. İrkiliyoruz… Kendimize gelip gördüğümüzün ne olduğunu kavramamız biraz zaman alıyor:

Sanki, iki gece önceye kadar dışarıdaki meraklı gözlerden korudukları masum ve çaresiz ruhlar adına bize el sallayan beyaz tül perdeler bunlar…

***

Aynı cadde, gündüz…

Ne kadar toza-toprağa bulansa da, 17 Ağustos gecesi, gecenin geç vakti, belki de bir düğünden evine dönmüş olduğunu gösteren giysileri içinde, bir hanımefendi, koluma dokunuyor.

Dönüyorum, göz göze geliyoruz. Gülüyor… Gülüyor!… "Bakar mısınız şunun haline" diyor… İşaret ettiği şey, üzerine düşen beton parçalarının, beyaz çimento tozlarının altında, değil modelini, rengini bile seçmenin güç olduğu bir otomobil…Devam ediyor sözlerine, hâlâ gülerek: “Alalı daha 20 gün oldu… Ben nereden tamirci bulacağım şimdi? Hay aksi!”

Ancak kekeleyebilirim belki ama bir işe yaramaz, yalnızca sıkıca sarılabiliyorum ona…

***

Yalova’da, Spor Salonu’nun terası…

Önümüzde koca birer kazan, karşımızda kuyruğa girmiş kadınlar, erkekler, çocuklar… Yemek dağıtıyoruz… Giderek otomatikleşen hareketlerle, kâselere doldurduğumuz çorbaları, sıradakine veriyoruz…

Bir ara gözümün ucuyla, bir süredir kıpırdamayan bir karaltı fark ediyorum. Baktığımda, gözünü çorba kazanına dikmiş, ama yanımıza da yaklaşmayan bir beyefendi görüyorum. Göz göze geliyoruz, şöyle diyor sessizce:

“Evet, açım. Ama bu kadar kişi içinde, kadınlar-çocuklar beklerken, onların gözü önünde sıraya giremem. Yemek alamam.” Utanıyor.

Bir kâseye çorba koyup, bir parça da ekmekle birlikte, ona bakarak sıradan uzaklaşıyorum. Terası çevreleyen korkuluğun üzerine bırakıyorum yemeğini. Usulca yaklaşıyor, birbirimize bakıyoruz; o “Teşekkür ederim” diyor konuşmadan, ben “Afiyet olsun”.

***

Gölcük’te, bir sokak…

Bir yanında tek katlı olduklarından ayakta kalabilmiş birkaç ev var. Diğer taraf, tümü bir moloz yığınıyla örtülü bir kocaman… arsa diyelim… Ortasında bir yerde, bir kepçe, molozları kaldırıyor…

Arsanın köşesinde, çalışmanın güvenliği için görevlendirilmiş gencecik bir asker, elinde silahıyla duruyor…

Yanına gidiyorum. Öylece kımıldamadan kepçeyi izlerken, yanaklarından aşağıya yaşlar akıyor. Bu kez ben, onun koluna dokunuyorum. Dönüp bakıyor bana ve hıçkırıklarının arasından şu sözleri zar-zor işitiyorum:

“Abla, emirdir, yapıyoruz… Ama biliyor musun, sabah daha ilk kepçeye ne takıldı…” devam edemiyor. Etse, ben dinleyebilir miyim, bilmiyorum…

Elini tutuyorum, bir saat kadar; öyle el ele, yan yana, o kepçeyi yıkıntıya her daldırışında kim bilir nasıl bir duyguyla boğuşan makine operatörünü izliyoruz…

***

Bunlar, 17 Ağustos 1999’u izleyen birkaç günden bu yana ruhumda kımıldamadan oturan koca kayalardan birkaçının öyküsü…

Düşündükçe, yeniden acıyor içim:

O her biri ayrı bir acıyı altına alıp ezmiş beton yığınlarının yanında, benim kayalarımın önemi nedir ki?


Lâle DİLLİGİL

17.08.2013


Son Güncelleme Tarihi: 18 Ağustos 2013 23:42

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.