Kürt çocukları (1) Yalçın Yusufoğlu

17 Mayıs 2009 12:34 / 1984 kez okundu!

 


Zanqırd katliamı sırasında babasız ya da hem anasız, hem babasız kalan yetmiş çocuğa ait görüntüleri ekranlarda izledik. Çoğu ne olup bittiğinden habersizdiler, çünkü ölümün bile ne olduğunu bilmeyecek yaştaydılar.

Aynı köyden Bursa’ya göçen ve arazileri korucular tarafından gaspedilen ailenin çocukları gibi onların da aileleri korucu olmayıp kente göçseydiler, onların da bazıları belki muhtelif illerde protesto gösterilerine katılan çocuklar arasında olacaklardı. Medya bir yandan son faciada öksüz veya yetim kalan çocuklara ah-vah ederken, gösterici çocuklara veryansın ediyor. Onların kullanıldığını söylüyor. Oysa ister Zangırd’da, ister Diyarbakır’da, ister Kadifekale’de olsunlar hepsi Kürt çocukları. Ama gazeteci ordusunun onları sevmesi, sivil toplum kuruluşlarından gönüllü kadınların oyuncak götürmesi için anne-babalarının ölmesi gerekiyormuş demek ki.

Gösterici çocuklar kendiliğinden ortaya çıkmış değiller, ama çoğu fişlenmişler, 1650 kadarı yargılanıyorlar, bazıları tutuklular. İnsan hakları savunucuları, evrensel hukuk ilkelerini anti- demokratik yasa ve uygulamaların üzerinde gören --en azından AİHM kurallarını savunan-- hukukçular gösterilere katıldıkları için haklarında adli işlem başlatılan çocukları a) çocuk mahkemelerinde yargılanmaları, b) Tutuklananların hepsinin çocuk cezaevlerinde tutulmaları gerektiğini vurguluyorlar. Adliyenin onları anti-terör mevzuatına bağlayıp yetişkinlerin yargılandığı mahkemelere çıkarmalarının evrensel hukuk normlarına AİHM prensiplerine kesinlikle aykırı olduğunu belirtiyorlar. O çocuklarını velileri evlatları hakkında yerli hukuk süreçleri tükendikten sonra AİHM’ne giderlerse --Mahkemede hüküm giyme rekoru kırmış-- Türkiye Cumhuriyeti’ne çok sayıda yeni ceza geleceğini söylüyorlar.

Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve ÇOCUK BAYRAMI günü Hakkâri’de gösteri yapan Seyfi Turan isimli bir çocuğu bir özel timcinin nasıl dövdüğünü, kendinden geçen çocuğu bir başka özel timcinin şöyle bir yokladıktan sonra bırakıp gittiğini, babasının koşup oğlunu kucaklayarak kaldırdığını, Seyfi’yi hastaneye halkın taşıdığını ekranlarda gördük. Olay görüntülenmeseydi haberimiz olmayacaktı, kim bilir daha nicesinden olmadığı gibi.

Bakanlık müfettiş göndermiş, iki polis açığa alınmış, Van Bölge Asayiş Komutanı korgeneral çocuğu hastanede ziyaret etmiş. Yarın benzer durumlarda görüntüsüz fiillerin failleri hakkında idari işlem yapılmayacak (adli işlem zaten nadiren yapılır), mağdur çocuklar ziyaret edilmeyecek. Üç yıl önce Diyarbakır’da gösteri yapan çocuklar arasında öldürülenler olduğunda, kim yargılandı? Resmi açıklamada ölümlerin “seken polis kurşunuyla olduğu” ileri sürülmüş, dosya kapatılmıştı. Çocuk eylemleri 23 Nisan 2009’da kalmadı, üç gün sonra Mersin ve Ş.Urfa’da da yaşandı, medya gene aynı tekerlemeleri tekrarladı. 27 Nisan’da Hakkâri’de dersten sonra gösteriyi duyup okul kıyafetleriyle gelen lise öğrencilerini DTP milletvekillerinin geri yolladıklarını ekranda izledik.

Çocuk olsun, yetişkin olsun, Diyarbakır’da, Hakkâri’de veya Adana’da, Mersin’de, İstanbul Şişli’de, Dolapdere’de olsun, göstericilere reva görülen muamele kimsenin meçhulü değil. Burada üzerinde durmak istediğimiz nokta Türk medyasının çocuk göstericiler hakkında yaptığı koşullandırıcı yayın ve onun da etkisiyle genişçe bir kamuoyunun protestocu çocuklara karşı taşıdığı önyargılar.

Medyanın “çocuklar kullanılıyor” demesi Türkçü bir propagandadır. Aşağıda anlatacağımız gibi çocukları kullanma yoktur, varsa, öyle söyleyen medyayı kullanan burjuva gericiliğidir.

Öte yandan, bazı aydınlar insancıl hislerle, çocuk sevgisiyle “çocuklar bu tür eylemlerde kullanılamamalı” diyorlar. Ne yazık ki, İstanbul milletvekili Ufuk Uras da Seyfi Turan’ın dövülmesini kınarken “çocukların böyle kullanılması doğru değil” diye bir ekleme yaptı. Şayet o da Kürt çocuklarının sokağa çıkmalarını birilerinin onları kullanması zannediyorsa, Kürtlerin özgürlüğünden yana olanlara karşı yürütülen psikolojik harpte Türk burjuvazisinin ve medyasının ne kadar etkili olduğuna hayıflanmamak olanaksız. 

"ŞEKER DE YİYEBİLSEYDİLER"

Çocuklar gösterilere çıkmasaydılar tabii ki memnun olurduk. Polislere taş atmalarını, dayak yemelerini, nezarete götürülmelerini hiç kimse istemez. Ana-babaları hiç istemez.

Güzel güzel oyun bahçeleri, spor tesisleri olsaydı, elektronik oyunlar için play station’ları, bilgisayarları, hiç değilse Internet cafe’ye gidecek harçlıkları olsaydı, evlerinde doğru dürüst yaşam koşulları bulunsaydı… daha daha, ağabeyleri, babaları, amcaları, dayıları, akrabaları, komşuları arasında dağda vurulanlar, vuruşanlar, damda yatanlar bulunmasaydı, bebeklikten çıkarken konuşmaya başladıkları ana dillerinden okuma, yazma okulda öğretilseydi, doğru dürüst Türkçe bile bilmedikleri halde her sabah “Türküm, doğruyum, çalışkanım”la başlayan “Varlığım Türk varlığına armağan olsun/Ne mutlu Türküm diyene”yle biten tekerlemeler bağıra çağıra tekrarlattırılmasaydı, o mutluluğun adresi dağa taşa, okula, meydana yazılmasaydı, haftada en az iki kez okutturulan İstiklal Marşı’nın sözleri arasında ‘Kahraman Irkım’ bulunmasaydı, sonraki en yaygın marşta “on yılda on beş milyon Türkü yarattığımız” söylenmeseydi, “Türk önde Türk ileri” yerine, örneğin “halk önde, halk ileri” denilebilseydi, TV bültenlerinde gece gündüz yakınlarına, akrabalarına ya da büyüklerinin oy verdiği partiye “teröristler, bölücüler” diye küfredilmeseydi o çocuklar niçin sokağa çıksalardı, şeker de yiyebilmek varken neden dayak yeselerdi, öldürülselerdi?

Hakkâri olayında herkesin gördüğü gibi, gösteri kentin ortasında değil kırında yapılmıştı. Yani şehir düzeni gerekçesi yoktu. Mesele, “kanun--nizam hâkimiyeti”ydi, dağda, taşta, kırda bayırda da olsa, Taksim’de de, Hakkâri’de de otoritenin hissettirilmesiydi, Şehirde olsun, kırda olsun, insanların uslu çocuklar olmaları icap ederdi. Hele hele, uslu çocuk olmayan vatandaşlar çocuk idiyseler mutlaka potansiyel teröristtiler.

DİYARBAKIR SOKAKLARI

O çocukların en çoğu Diyarbakır’da var. Kundura boyacılığı, kâğıt mendil satıcılığı, minibüs çıraklığı yapmıyorlarsa, sur dışına pek çıkmazlar, sur içinin ana caddelerine de dolaşmazlar, daracık taş sokakların bazalt duvarları arasında oynarlar. Ya da sur bedenlerinde dolaşırlar, yılanların düşmanı kirpi yakalayıp evlerine götürürler, yüksek sur duvarlarının kenarlarındaki korkuluksuz ve ensiz merdivenlerden keçi gibi tırmanırlar, en üste çıkarlar, inerler, tekrar çıkarlar, hayatları “Allaha emanet”tir.

Ara sokakları gezerseniz çocuk, çocuk, çocuk, başka bir şey görmezsiniz. Bu kadar yoksulluğun ve çaresizliğin nedeni sosyal olmaktan çok siyasaldır. Resmi rakamlara göre; 3225 köy ve mezra boşaltılıp, yakılıp yıkılınca Diyarbakır 1 milyon göç almıştır. Bazıları sonradan Adana, Mersin, İzmir, İstanbul gibi kentlere göçmüşlerdir, ama çoğu sefalet içinde D. Bakır’da kalmıştır.

İşte bu çocuklar o ailelerden doğan, yarım gün, yarım yamalak okula giden veya gidip gitmediğiyle ilgilenilmeyen, gidenlerin 60-70 mevcutlu itiş tepiş sınıflarda, öğretmeni ancak ön sıralardaki çalışkan öğrencilerin veya kız çocukların izleyebildiği -yani öğrenimleri kanuni bir mecburiyetten öteye gidemediği- için zamanlarını sokaklarda, metrûk kilise avlularında, yıkılmış evlerden arta kalmış viranelerde, gizemli sur dehlizlerinde, bol manzaralı burç mazgallarında geçirirler. Dahasını da söyleyelim: Bazılarının ellerinde siyaha boyalı tahtadan bir şeyler vardır, ya da fabrika imalatı ucuz oyuncak silahlar. Hakikilerine mahalli dilde Keleş denir. Oyuncağını alacak parası olmayanlar o Keleşleri kendileri yaparlar, boyarlar, para bulanlar bakalitten, tenekeden Keleş satın alırlar. Büyüyüp Serhildan’a katılmak, hakiki bir kalaşnikofa sahip olmak düşleridir, çünkü öyle yapmış olanlar mahallede, hısım akraba arasında iftihar vesilesidir.

Silaha özenmek ne yazık ki sayısız erkek çocuğun en sevdiği oyuncaktır. Ama Kalaşnikof oyuncağı farklıdır ve Kürdistan’da neredeyse bir sembol haline gelmiştir. Serhildan’da da, korucularda da, taraf olmayan aşiretlerde de en revaçta silahtır.

Elbette o çocukların ve hiçbir çocuğun silaha özenmemelerini isteriz. Ne kovboy silahına, ne uzay silahına, ne gerilla silahına, ne de ordu silahına öykünmelerini tasvip edebiliriz. Onların da, ailelerinin de barış ortamında yaşamalarını isteriz.

Bir çocuğun dağa çıkmasında arzulanacak bir yan olamaz. Ama bu dileğin gerçekleşmesi için tek bir tarafın değil, her tarafın silahları bırakmasını ve o çocuklara, o halka yaşanılası bir yaşam sunmak için çalışmalarını istemek gerekir. Silaha öykünmek ölmeye ve öldürmeye imrenmektir. Ne çocuklar için, ne de her hangi bir insan için öldürmek veya ölmek normaldir, olağandır. Bırakalım eskiyi bir yana, yakın geçmişin 25 yılını geride bırakmak için herkesin silahları bırakması ve soruna savaşarak değil, konuşarak çözüm araması şarttır. Aksi halde nice nice başka acılar çekilecek, Türk olsun, Kürt olsun yeni yeni çocuklar, kuşaklar düşük yoğunluklu savaşın kurbanı ya da mağduru olacaklardır. Savaşarak ölenlerin yanısıra bölgede şiddeti tırmandıran Korucu zorbalığı ve Zangırd faciası benzeri cinayetler sürüp gidecektir.

POLİTİK ORTAM

O yaştaki çocuk politikadan ne anlar? İçinde yaşadığı ortam onu küçük yaşta politik tercihe itmektedir. Sur içinde DTP’nin % 65 oyu var. Ailelerinin siyasal yönelimleri çocukları da etkileyecektir. Hele yakınları, akrabaları arasında, mahallede dağda olan, dağda ölen varsa, gece--gündüz kahraman gibi o gençlerin sözü edilecektir. Hakkında kahramanlık menkıbeleri anlatılacaktır.

Çoğunun evlerinde Med TV dâhil çeşitli kanallardan Kürtçe televizyon yayınları izlenir. Programlar siyasi programlardır. Okulda Fener—Galatasaray’dan, Diyarbakırspor’dan başka konular da konuşurlar.

Geçen yıl bir Siyaset Meydanı programında konuklar arasında iyi öğrenci bir kız çocuğu dağa çıkanlar için büyük bir safiyetle “onlar bizim askerlerimiz” dediydi. Kimisi gülmüş, kimisi kızmış, çocuk da “ne var bunda?” şaşkınlığıyla salondakilere bakmış, programı yöneten Kırca durumu idare etmişti. Olayda dikkat çekici olan kız çocuğunun o sözü çok olağan bir şey gibi söylemesiydi. Herkesin şaşkınlığına içtenlikle şaşıracak kadar saf olmasıydı. TV yayınında sınıfındaki arkadaşlarıyla, evdeki yakınlarıyla konuşur gibi konuşmuştu. Program canlı verilmeseydi o bölüm tabii ki makaslanırdı.

Gösterici çocukların kullanıldığını ileri süren medyacılar bugüne değin o çocuklardan tekiyle bile konuşmuş değiller. Şehirde bir protesto gösterisi olunca koşuyorlar. Zaten sokaklardalar. İstanbul’un, Adana’nın, Mersin’in İzmir’in emekçi mahallelerinde de öyle. Yaptıkları her zaman taş atmak da değil: 2007 seçim kampanyasında daha da küçük yaştaki çocuklar Sultanbeyli’de Ufuk Uras’ın arabasını durdurup “Biji Serok Ufuk” diye bağırdıklarında onları kullanan mı vardı? Hepsi gösterilere politik güdülerle katılmıyor. Nerede bir hareket-bereket olsa sokaktaki çocuklar koşuyorlar. Çocuk nüfusun o kadar yoğun olduğu yerlerde gösteriye binlerce çocuktan yüz kadarı gitmiş, abartılacak bir konu değil.

Bazıları gösterilere biraz da oyun gibi katılıyorlar. Bir defasında Diyarbakır’da Emniyet yetkilileri gösterici çocuklara top dağıtınca polislerle top oynamaya başlamışlardı. Bir başka defasında Hakkâri’de bonbon, çikolata verilince polislerden kaçmak yerine etraflarını sarıp güle oynaya şeker, çikolata yemişlerdi. Fakat olaylar çoğu kez tatlı bitmiyor. Halen Adana Cezaevi Çocuk Bölümünde Newroz tutuklusu 12-17 yaşları arasında 22 çocuk 7,5 yıla kadar ceza talebiyle yargılanıyorlar.

Daha da önemlisi geçen yıl Dolapdere’de gösteri yapanlara karşı “orantısız güç” kullanılınca, Erdoğan “bundan sonra göstericilere kadın, çocuk diye müsamaha gösterilmeyeceğini” söylemişti. Başbakan haklıydı, devlet gücü herkese eşit uygulanmalıydı.

TÜRKEŞ OLAYI

1975’te Demirel-Erbakan-Türkeş-Feyzioğlu’nun Milliyetçi Cephe adlı gerici-faşist koalisyonunun (Güneydoğu’daki toprak reformu uygulamalarından da sorumlu) başbakan yardımcısı Alpaslan Türkeş “Küçük Moskova’yı fethetmeye gidiyorum” diyerek yola çıktığı Diyarbakır’a uçağının indiği sabah bütün şehir ayaklanmıştı. Kadın, erkek, yaşlı, çocuk değişik semtlerden sokaklara, meydanlara çıkmışlar, akın akın kent merkezine yürümüşlerdi.

Başlarında ne bir örgüt vardı, ne de örgüt ajitatörü. Zaten böyle ani gelişen olaylarda bir kendiliğinden gelmelik bulunur. Diyarbakırlıların protesto ayaklanmasının saat saat ayrıntılarını partideki arkadaşlarımdan ve Mehdi Zana’dan dinlemiştim. Tepkileri başlatmakta Mehdi Zana’nın ve Diyarbakırlı sosyalistlerin payı vardı, ama hareket o kadar çabuk gerçekleşmişti ki, böylesine yaygın ve güçlü bir etkinlikte sosyalistlerin rolleri “bozkırı tutuşturan kıvılcım” olmalarıydı. [Zana 1977’de (ilin milletvekilliklerini paylaşmış) AP, CHP, MSP partilerini geçerek bağımsız belediye başkanı seçilecekti.]

Türkeş gelecek ve Dağkapı’daki büyük meydanda toplanacağını varsaydığı kalabalığa nutuk çekecekti. Böyle bir karar provokasyondu, çünkü MHP --değil orada yerli seçmen kitlesine sahip olmak-- teşkilat kuracak bir avuç Diyarbakırlıyı bile zor bulurken, Genel Başkan miting kürsüsüne çıkıp kime söylev verecekti? Olsa olsa birkaç yüz güvenlik personeline, devlet memuruna. (Nitekim bu ziyaretten sonra D.Bakır il teşkilatı kendisini feshedecek, genel merkez uzunca bir süre partiyi kurmaya gönüllü bulamayacak, menfaat dağıtmak pahasına bulamayacaktı. Örgüt formalite icabı kurulduktan sonra ise tabela asamayacaktı.)

Türkeş’in Diyarbakır’a gitmesi kendi kişisel tutkusuydu. Ankara kulislerinden biliniyordu ki, Kızıl Tunceli’ye ve bölücü, Gomonist Diyarbakır’a başbakan yardımcılığı sıfatıyla mutlaka gitmek istiyordu. Meydan nutku ise asıl gitme sebebiydi. Orada konuşacak ve kandırılmış Diyarbakır halkına Türk olmanın meziyetlerini, faziletlerini anlatacak, Kürtlerin aslının Türklerden geldiğini, Dağ Türkleri olduğunu söyleyecekti.

Bu olay aynı zamanda devletin istihbarat servislerinin yöneticiler karşısında görevleri yapmadığına bir örnektir. Milli İstihbarat Teşkilat Türkeş’e bağlıydı, o ya da Emniyet istihbaratı veya askeri istihbarat Türkeş’e “orada kitle toplantısı yaparsanız hadise çıkar, vahim olaylar vuku bulur” diyememiş olmalıydılar.

Türkeş’in uçağının ineceği sabah ‘Türkeş geliyor, herkes Dağkapı’ya gidiyor’ sözünün bir anda bütün kente yayılması yetmiş, solcusu, sağcısı, CHP’lisi, AP’li, MSP’li Diyarbakırlı sokaklara dökülmüş, Diyarbakır tarihinde ender bir demokrasi olayı topyekûn yaşanmıştı, göstericilerden şiddet gelmemişti, kolluk kuvvetlerinin tutumu yüzünden üç kişi ölmüş, on kişi yaralanmıştı.

TARİHSEL BELLEK

Tepki o kadar büyüktü ki, (soru soran gazetecilere “bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyerek faşistlerin cinayetlerine, katliamlarına arka çıkmakla ünlü) Başbakan Süleyman Demirel’in MHP’li yardımcısı şehre giremeden apar yüzgeri dönmek zorunda kalmıştı. Bu ayrıntıları anmamın nedeni Devlet Bahçeli’nin ya da bugün Kürtlere ve Ermenilere karşı ondan farklı davranmayan, atılabilecek en küçük olumlu adımı bile şiddetle reddeden Deniz Baykal’ın Diyarbakır’da niçin miting yapamadıklarının yakın dününü göstermek içindir. Kürt sorununu 12 Eylül Cuntasının faşist uygulamaları nedeniyle doğduğunu ileri sürenlere bir hatırlatmadır.

O zaman da çocuklar yürüyüşe katılmışlardı. O sırada ne PKK vardı, ne DTP, üstelik bu kadar çok çocuk nüfus da yoktu, ama katılan çocuklar yürüyüşlere kendiliklerinden gitmişlerdi. Çünkü Diyarbakır halkı 7’den 70’e otuz yıl önce de politizeydi, faşizmin, ırkçılığın, Türkçülüğün ne olduğunu biliyordu. Şehrin kolektif hafızasında 1915 Tehciri de vardı, 1925 Takrir-i Sükûn’u ve İstiklal Mahkemeleri de, 12 Mart terörü de. On yıl önceki Doğu Mitingleri de.

Türkiye İşçi Partisi, 1967’de Doğu Mitinglerini düzenlediğinde ona oy vermemiş on binlerce insan koşup gelmişti. TİP’in bir tanesi Kürt olan üç tane bölge milletvekili vardı [Milli Bakiye denilen ama 1966’da AP+CHP tarafından kaldırılan adil sistemle seçilmiş Diyarbakır (Tarık Ziya Ekinci), Urfa (Behice Boran) ve Kars (Adil Kurtel.)] Ama mitinglere katılan on binlerce insanın seçmen potansiyeli o zamanki nüfusa göre hayli yüksekti. [O yıllarda Mardin’de, Siirt’te, Bitlis’te il genelinde 8-10 bin oyun milletvekili seçilmeye yettiğini hatırlatalım. Şimdi bile Tunceli’de 32 bin oy alan DTP’li adaydan sonra Kamer Genç adlı (12 Eylül Cuntasının atadığı Danışma Meclisi’nden bu yana mebusluğu meslek edinmiş) Kamer Genç’in 7500 oyla seçildiğini ekleyelim.] Doğu Mitinglerdeki o katılım ve coşku TİP yöneticilerini bile şaşırtmıştı. O mitinglerde de çocuklar vardı. 

Sesonline.net

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.