Batı Avrupa'da ve Türkiye'de 68 hareketi - Zülfikar Özdoğan

13 Mayıs 2008 17:21 / 2146 kez okundu!

 

Batı-Avrupa'daki 68 hareketinin ana karekteristiği otorite karşıtı olmasıydı. Bu karşıtlık sadece 'sağ otorite'ye karşı değil ayni zamanda 'sol otorite'ye de karşıtlıktı ki bu ikincisi daha çok anti-stalincilik biçiminde tezahür ediyordu. Bunu daha iyi an

Bu ünlü sahne aslında Batı'daki 68 hareketinin bir özeti gibidir. Bu da otoritenin kaynağı ne olursa olsun ona karşı olmaktır. Sadece siyasi alanda değil toplumsal yaşamın her alanında özgürlük özlemi temel istemdi. Feminist hareketin yeni dalgası, cinsel özgürlük talebi, olur olmaz her yerde öpüşme, sevişme seanslarının moda olması bu dönemin ürünleridir. Özgürlük, Batı'daki 68 hareketinin
kilit sözcüğüdür. Bu sözcüğün o dönemde milyonlari cezbeden bir özellik taşımısının arka planında faşizmin ve İkinci Dünya Savaşı'nın bıraktığı ağır tahribat kadar, yüzyılı aşkın işçi hareketinin başarısızlıkları, yetersizlikleri, sosyalizmin giderek otoriter bir karekter kazanması da vardır. Ne kapitalist ülkeler, ne de büyük umutlar beslenen genç sosyalist ülkeler gençliğin özgürlük
istemine yanıt veremediler. Gençliğin başkaldırısının arkasında esas olarak bu tertemiz özgürlük istemi vardır.



Gelelim Türkiye'ye: Sorbon'daki aynı sahneyi farazi olarak İstanbul Üniversitesi'nin işgali sırasında Hukuk Fakültesi'ndeki Birinci Anfi'ye taşıyalım ve Louis Aragon'u bir Türkiyeli komünist filozof olarak kürsüye çıkaralım ve aynı sözleri tekrarlatalım. Herhalde burada öğrenci lideri olarak Deniz Gezmiş'in tepkisi Cohn-Bendit'in sözleri gibi olmayacaktır. Çünkü, o dönemde bizim gençlik liderlerinin başında başka 'kavak yelleri' esmektedir, Stalinizm ve Gulag toplama kampı, otorite karşıtlığı onların lugatlerinde henüz yer almamaktadır. Aksine onlar, otorite ile yakın akrabalığı olan Kemalizm'le Leninci Marksizm arasında bir yerde bulunmaktadırlar ve bunlara karşı olabilecek herhangi bir söyleme izin vermeleri kesinlikle sözkonusu değildir. İşte, Batı'daki 68 ile Türkiye'deki 68'in arasındaki en büyük fark budur. Batı'daki gençlik hareketi otoritenin her türüne karşı başkaldıracak bir konumda iken Türkiye gençlik hareketi, her ikisi de otoriter karekter taşıyan Kemalizm'le Leninizm arasında bulunuyordu. Toplumsal nefesi buraya dek yetmişti
ve yüzyıllık geriliğini kapatmak için olağanüstü çaba sarfetmesi gerekecekti.



Ama öte yandan sosyal tarihimizin gelişimini dikkate alırsak Türkiye'deki 68 gençlik hareketini de esas itibariyle bir nevi 'özgürlük yürüyüşü' olarak nitelemekte hiçbir mahsur yoktur. Ne var ki bu 'özgürlük yürüyüşünün' bize özgü özellikleri vardır. Biz de gençlik 60'lı yıllara dek hiç ama hiç bağımsız ve özgür olamadı.



Tek parti yönetiminin ve daha sonra CHP'nin milliyetçi, otoriter gölgesi gençliğin üzerinden eksik olmadı. Gençlik, ilk kez 60'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi (TIP) aracılığıyla sosyalizmle tanıştıktan sonra ulus-devletten ve onun egemen ideolojisi Kemalizm'den kopmaya ve yelkenlerini özgürlük rüzgarıyla doldurmaya başladı. Önceleri üniversite hakları biçiminde başlayan hareketin
kısa sürede sosyalizmle tanışması ve kitleselleşmesi bu nedenledir.



Ancak gençlik özgürlük yonunde start alırken zamanla da yarışması gerekiyordu. Çünkü Türkiye Batı'daki gibi bir aydınlanma dönemini yaşamamıştı. Gençlik, bu anlamdaki bir kültür mirasına sahip
değildi. İşin kötüsü 60'lı yıllara dek sol da son derece otoriter bir karektere sahipti. Sol'un tek hakim rengi babayani bir Stalinizm'di, başka hiçbir sol renk yaşam alanı bulamamıştı. Bırakın
Marksist solun değişik renklerini ve anarşizmi, sosyal demokrasinin bile yerinde yeller esiyordu. Dolayısıyla ne sağ da, ne de sol da canlı bir entellektüel faaliyet sözkonusu değildi. Bu anlamda zengin bir birikim ne yazık ki sözkonusu ol(a)madı, Batı gençliğinin yüzyılı aşkın bir süredir yaşadığı süreci Türkiye gençliğinin birkaç yıla sığdırmasıysa olanaklı değildi. Sosyalizmle tanışması ve devletin resmi ideolojisinden, milliyetçi Kemalizm'den kopmaya başlaması bile büyük bir aşamaydı. Dolayısıyla bu kopuş, özgürlük kavramına tüm otoriter akımlara karşı olmak anlamını yükleyecek bir düzeye ulaşamadı. Ulus-devlet konseptine dayanan milliyetçi ideolojiden kopmak ve Marksist sosyalizmle tanışmak o dönem gençliği için özgürlüğün yeni tanımıydı. O, henüz yolun başındaydı ve gidecek daha uzun bir yolu vardı. Bu süreçte Marksist sosyalizm giderek ağır basarken Kemalizm ise inişe geçmiş durumdaydı. Süreç, şimdilik böyle gelişecekti.



Ancak, Marksist sosyalizmle tanışmasına rağmen Kemalizm güçlü bir biçimde varlığını korumaya devam ediyordu. Türkiye'nin ABD ve Nato'nun kanatları altında azgelişmiş kapitalist bir ülke olması da
gençlik hareketinde anti-emperyalist duygu ve düşüncelerin güçlü bir biçimde varolmasını getirdi. 60'lı yıllardaki sosyalizmde 'anti-emperyalizm' vurgularının güçlü olmasının, bu zeminde sol
Kemalistlerle Marksist sosyalistlerin içiçe olmasının, kalpaklı 'Mustafa Kemal yürüyüşlerinde' birlikte olmalarının nedenleri budur. Gerek yeni tanıştığı sosyalizmin, gerekse eski göz ağrısı Kemalizm'in otoriter karekteri nedeniyle gençlik hareketi 'özgürlük' kavramına tümüyle anti-otoriter bir karekter vermek yerine ilk başta otoriteyi dışlamayan 'toplumsal özgürlük' kavramını benimsemek durumunda kaldı ve bu karekter Türkiye'deki 68 gençlik hareketine damgasını vurdu.



Gençliğin özgürlük isteminin ana karekterinin 'toplumsal' olması tamamen Türkiye'nin özgün koşullarının bir ürünüdür ve bu yönüyle Batı'daki 68 hareketinden ayrılır. 68'den sonra Batı'daki gençlikle Türkiye'deki gençliğin farklı yönlere gitmesinin nedeni de budur.



KP'lerinin Batı'daki gençlik kitleleri arasında itibar kaybına uğradığı, dikiş tutturamadığı dönemde Sovyet sosyalizminin ve TKP'nin Türkiye'de özellikle sosyalist gençler arasında birdenbire
popüler olmasının sırrı da bir yanıyla burada yatmaktadır. Bugün ulusalcı söylemlerin eski Marksist-Leninistler arasında oldukça yaygın olmasının nedenlerinden birisini de burada aramak gerekir.
Bütün bunlar, Türkiye'nin azgelişmiş toplumsal yapısından ve buna bağlı olarak sol kültürün canlı ve zengin olmamasından, henüz daha yeni yeni yeşermeye başlamasından, Leninci Marksizmin, Stalinizm'in sosyalist hareketteki dominant konumundan, diğer sol renklerin olmamasından kaynaklanmaktadır. Yani, sözkonusu olan şey kişilerin iradelerinden bağımsız olarak varolan nesnel etkenlerin sonucudur.



70'li, 80'li yıllarda da bu tablo devam etti. Leninci Marksizmin çeşitli türevleri hakim konumunu korudu. 90'lı yılların başında Sovyet sistemi çöktüğünde Türkiye solunun durumunda -kimi çabalara
karşın- çok fazla bir değişiklik sözkonusu değildi, otoriter sol'un türevleri hakim konumlarını koruyorlardı. Doğal olarak Sovyet sistemi çöktüğünde otoriter sol'u başat edinen Türkiye solu da
onunla birlikte başaşağı gitti, tarumar oldu. Eğer, sosyalist harekette Leninizm dominant konumda olmasaydı, Türkiye'de de Batı'daki gibi zengin ve çeşitli bir sol hareket geleneği olsaydı
Sovyetlerin çöküşü daha az tahribatla atlatılabilirdi. Ama ne yazık ki böyle olmadı. Bugün solun üzerinde ölü topraği bulunmasının temel nedenlerinden birisi budur ve bu tablonun değişmesi büyük
ölçüde sol'un otoriter tarzlarının dışlanmasına bağlıdır.



Zülfikar Özdoğan

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.