İzcioğlu'yla 'ARALIKSIZ' yıllar

08 Ekim 2012 21:51  

 

İzcioğlu'yla 'ARALIKSIZ' yıllar

Sabahattin İzcioğlu ile ARALIK’SIZ adlı kitabı üzerine Efes Haber.com'dan Mehmet Durmuş'un gerçekleştirdiği röportaj...

Eğitim enstitüsünde okumaya başladığı ilk günlerden itibaren kendini 68 gençliğinin ideolojik yapılanmaları içerisinde buldu. Dünyada olanca hızıyla esen gençlik hareketleri ülkemizde de idealist gençlerin ülke siyasetine yön verme arzu ve kararlılıkları doğrultusunda çeşitli akımların oluşumuna zemin hazırlattı. İzcioğlu, ARALIK’SIZ adlı kitabında başından geçen olayları ve o anları yeniden yaşarmışçasına anlattı.

Bir solukta okunacak kitabıyla ilgili istedik ki Selçuk halkı da yıllarca ilçemizde eğitim alanında hizmet veren Sabahattin İzcioğlu’ nun vermiş olduğu siyasi mücadelelerdeki yaşanmışlıklarından haberdar olsun, ilçe siyasetimize de olumlu açıdan kapı aralasın. Söyleşimizin son bölümünde dediği gibi “bizlerin yaşadığını çocuklarımız yaşamasın”.

İŞTE İZCİOĞLU'YLA YAPTIĞIM O SÖYLEŞİ:

Mehmet Durmuş; Hocam ARALIK’SIZ adlı kitabın yazımıyla ilgili başlangıç sürecini anlatır mısınız?

Sabahattin İzcioğlu; Bu kitabı yazmayı, 10–15 yıldır kafamdan geçiriyordum. Sonra yazmaya bir oturdum. 15–20 günde yazdım kitabı.

Durmuş; 15–20 günde bitirilen bir kitap.


İzcioğlu; Evet. Ama hazırdı, kafamda her şeyi ile hazırdı.

Durmuş; Kitapta yer alan onca isim nasıl aklınızda kalmış hocam, öncesinde notlarınız mı vardı? Yoksa olayların akışında mı aklınıza geldi?

İzcioğlu; Hayır. O dönemlerde araya iki tane darbe giriyor. Darbe dönemlerinde çalışmalar gizlilik esasına göre olduğu için not alamazsınız. O alınan notlar örgütlenmeye girebilir, ileride kullanabilirler endişesiyle not alamazdık. Ve bu arkadaşlarımızın hiç birini böyle bir nedenle örgütlenme konusunda emniyete düşürttürmek istemem. Ama şu var, o kadar etkiliydi ki olaylar ve kişiler, yer etmişti beynimizde. Bu nedenle unutmadım. Ayrıca da ismi geçenlerden hiç kimseye de yazdıklarımla ilgili önceden hiçbir şey sormadım. Burada geçen kişilerin anlatımının, duygularının etkisinde kalmamak için hiç kimse ile de ilişki kurmadım. Çünkü herkesin bakış açısı farklı olabilir. Nerden bakıyorsa öyle görüyor. O anlamda da onların etkisinde kalmadan benim üzerimde bıraktığı izi yansıtmak anlamında, oturdum yazdım ve bitirdim.

Durmuş; Kitapta bahsi geçen siyasi olaylara adım atışınız M.Hulusi, Mehmet Çakır ile başlıyor. Bildiğim kadarıyla üniversite öncesi a-politik bir durumunuz var.

İzcioğlu; Evet doğrudur üniversite öncesi politik bir durumum yoktu.

Durmuş; Üniversiteye başlamanızla siyasi durumunuz ortaya çıkıyor.

İzcioğlu; Üniversiteye girer girmez, ikinci haftası başladı politik konuşmalar. Koğuşta birlikte kaldığımız arkadaşlarımızla başladı. Tabii o bahsettiğiniz arkadaşlarımla. Daha sonra siyasi süreci en zor şekilde geçirdiğimiz arkadaşlarımız oldu. Ayrıca aranma döneminde birçok arkadaşlarımız oldu. Ondan öncesi bir sürü arkadaşımız vardı birlikte olduğumuz.

Durmuş; Bahsi geçen bu arkadaşlarınızın içerisinde biri var ki, yaşadıklarınızdan yola çıkarak O’nun “emniyetin içerisinde olan biri” gibi anlatıyorsunuz. Bu sizin tespitiniz mi? Yoksa şüphe midir?

İzcioğlu; Şüphe, sorgulama ve yargılama sonucuna göre bizlerde oluşan şüphe. Tespit edilmiş değil. Ve şuanda da hala yaşıyor.

Durmuş; Kitabınızda birçok ünlü ismi görüyoruz. Bunlardan bazıları Deniz Gezmiş, Ali Kırca, Aydın Engin, Prof. Sabahattin Eyüboğlu, Yazar Vedat Günyol, Doçent Çetin Özek, Mahir Çayan, İlhan Selçuk, Ulaş Bardakçı, İlhami Soysal, Harun Karadeniz…

İzcioğlu; Dündar Kılıç da vardı. Meşhur kabadayılardan. Dündar Kılıç sivil ceza evlerinde hep solcularla yatmış, biraz da gariban yalnızı olması nedeni ile o dönem solcularla arası çok iyi idi, Kartal Maltepe’de de İlhan Selçuk la arası çok iyi idi. Yanlış hatırlamıyorsam tabii senatör İrfan Solmazer, Deniz subayı Sarp Kuray da Kartal Maltepe’de idi.

Durmuş; Evet. Birde o dönemde emniyette görevli daha sonra İstanbul Emniyet Müdürü ve milletvekili olan Necdet Menzir ile karşılaşma süreciniz var...

İzcioğlu; Necdet Menzir, 12 Eylül 1980 sonrası beni sorgulayan emniyetçi, önce saydığımız ünlüler Kartal Maltepe de birlikte kaldığımız tutuklular ve 12 Mart 1971 dönemindekiler. Bu saydıklarımızın çoğunluğunu darbeci olarak getirdiler. Deniz subayları, havacı subaylar da vardı burada, aynı zamanda.

Durmuş; Ali Kırca ile nerde karşılaştınız?

İzcioğlu; Ali Kırca Kartal Maltepe’de, tutuklu denizci teğmen idi o zaman.

Durmuş; Mahir Çayan’la da mı burada karşılaştınız?

İzcioğlu; Mahir Çayanla ilk önce İstanbul Selimiye Kışlasında bir hücrede. Ellerinin arkadan bağlanmış olarak tuvalete giderken kapı aralığından gördük. Daha sonra bizi Kartal Maltepe’ye götürdüler. Aradan 4- 5 ay geçmişti ki Mahir Çayan’ı da getirdiler buraya. Yaralıydı o zamanlar. Tedavi sürecini geçirdiği zaman Selimiye’deydi. Biraz sağlığına kavuşunca Maltepe’ye aldılar.

Durmuş; Mahir Çayan’ın kaçışı Maltepe Cezaevinden miydi?

İzcioğlu; Evet. Kartal Maltepe’den kaçmışlar. Daha doğrusu bizim tahliyemizden 3–4 gün sonra kaçtılar.

Durmuş; Mahir Çayan’ın kaldığı koğuşta da sizde kaldınız.

İzcioğlu; Kaldım. Altı kişilik bir koğuş vardı. Savunmaların hazırlandığı Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Necmi Demir, Sina Çıladır, Sırrı Öztürk’ ün de aralarında bulunduğu bir grup vardı. Bende vardım o grubun içerisinde.

Durmuş; İlhan Selçuk’un da savunmaların hazırlanmasında yardımcı olduğundan da.

İzcioğlu; İlhan Selçuk karşı koğuştaydı. Havalandırmalarımız ortaktı. Bizim savunmalara da yardımcı oldu. Diğer savunmalarda da yardımcı oluyorlardı. Biliyorsunuz ilhan Selçuk aynı zaman da hukukçu, doçent Çetin Özerk de hukukçu idi başka davadan olanlar da onlara danışıyorlardı.

Durmuş; Hocam siz de oradayken Mahir Çayan’ın kaçışıyla ilgili hiç emare var mıydı?

İzcioğlu; Hiç hissetmedik. Tünel karşı koğuştan, Cihan Alptekin’in bulunduğu büyük koğuştan kazılmış hiç hissetmedik, duymadık.

Durmuş; Daha sonra siz bu kaçışı Eskişehir’e döndüğünüzde öğrendiniz. Babanızın tepkisi ne oldu bu kaçışa?

İzcioğlu; Ben tabii sevinçten kim bilir nasıl bir psikolojik davranışlarda bulunuyorsam. Babam ise tam tersine surat asık. Endişe de var biraz tabii. Sinirli bir şekilde tavır gösterdi.

Durmuş; Hocam hayli ilginç durumlarda var kitapta. Bursa-İstanbul daha sonra Konya üçgenin de. İfadenizi biz değil Bursa Emniyeti almalı diyen ancak Oraya varınca da sizi tekrar İstanbul’a yönlendiren…

İzcioğlu; Bursa Eğitim Enstitüsündeyken Bursa Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’ nın okul yatakhanesine baskın yapacağı haberi geldi. Ama bu haber ne yolla geldi bilemiyorum. Böyle bir baskın da gerçekten oldu. Bizde Şükrü Balcı’ nın baskıcı ve işkenceci bir polis şefi olduğunu duyuyorduk hatta biliyorduk. Eylemlerinden de biliyoruz davranışlarında da biliyoruz. Biz de bu durumda İnegöl’e kadar dağlardan yaya olarak, oradan da İstanbul’a kaçtık. Düşüncemiz Şükrü Balcı’ ya teslim olmamaktı. İstanbul’a gittik. İstanbul’daki arkadaşlar dediler ki: “Ya sizin hiç bir şeyiniz yok. Siz burada ne arıyorsunuz?” Orada birileri bizi kullanmak isteseydi, her türlü eyleme hazırdık. Hadi bunları alalım eyleme sokalım deseler hazırdık. Yapacak bir şeyimiz kalmamıştı artık, ok yaydan çıkmıştı bir kere. Mehmet Çakır’ın hemşerileri aklıselim davranıp bize: “sizin hiçbir şeyiniz yok” dedi. Bunun üzerine bizde gidip Harbiye’ye teslim olduk. Harbiye’de bizim yüzümüze bakmadılar. Kapıda bir astsubay : “Bekleyin bakayım burada. “Verin bakayım nüfus cüzdanlarınızı” dedi. Gitti-geldi “Gidin” dedi. “Siz burada aranmıyormuşsunuz” dedi. “Nerede aranıyorsanız oraya gidin” dedi.

Durmuş; Bursa’ya gönderdiler.

İzcioğlu; Döndük Bursa’ya. Kendimiz gittik ve bizi hemen gözetime alıp işkenceye başladılar. Ve hiçbir suç isnat edemiyorlardı. Daha önce yazdığımız bir bildiri nedeniyle takipsizlik kararı verilen davayı yeniden açarak tutuklama kararı çıkarttılar. Bu olaylarda üç kişi idik, asıl başkanı yani daha sonra şüphelendiğimiz M.Hulusiyi serbest bıraktılar, Beni ve Mehmet Çakır’ı tutukladılar. Açıkça görülüyor ki, adaletsizlik 40 yıl önce de aynı imiş.

Durmuş; Burada aranmıyorsunuz denen yere daha sonra tekrar gönderileceksiniz…

İzcioğlu; Bursa nöbetçi mahkemesinden tutuklama kararı çıktı. Tutuklama kararından sonra yaklaşık iki ay hücrede tutularak tekrar Bursa da başka bir mahkemenin kararı ile Bursa’nın bağlı olduğu İstanbul sıkıyönetim komutanlığına yani, daha önce sizi biz aramıyoruz diyen Harbiye’ye oradan da Selimiye Kışlası’na tekrar getirdiler.

Durmuş; Bildirinizin içeriği aklınızda mı?

İzcioğlu; Bildiri o dönemki Demirel iktidarının taraflı davrandığını, halkı sömürdüğünü ezdiğini içeren sıradan bir bildiri.

Durmuş; Güncel siyasi konularla ilgili yani.

İzcioğlu; Evet. Bugün okusanız o bildiriyi. Gülersiniz. O kadar basit ve sıradan. O bildiriyle ilgili olarak sıkıyönetimden önce mahkemece beraat etmiştik. Yani aynı bildiriden bizlerin beraat kararımız var. Takipsizlik kararımız vardı.

Durmuş; Yani takipsizliği tescillenmiş karar karşınıza yeniden çıkıyor

İzcioğlu; Sıkıyönetim sürecinde bizde hiçbir şey bulamayınca o bildiriyi yine gündeme soktular. 159.maddeye göre hükümetin manevi şahsiyetine tahkir ve tezyiften tutuklama kararı çıkardılar. Tutuklama kararında bu kez dosyayı “bizi ilgilendirmez, sıkıyönetim mahkemesine girer” gerekçesiyle İstanbul’a gönderdiler. İstanbul Sıkıyönetim de görevsizlik vererek Bursa Mahkemesine geri yolladı, top gibi paslaştılar ama bizim bir yılımız gitti. Sonunda bundan da beraat ettik.

Durmuş; Konya sürecide var bu arada.

İzcioğlu; Biz beraat etik… Tabii bir yıla yakın bir sürede yatmışlığımız oldu. Bir yıl sonra okulumuza döndük. Yani bir yılımız kayboldu. Sınavlara girdik ve son sınıfa geçtik. Öğretmenlik Stajlarımızı yaptık. Nisan ayındaydı, bir buçuk ayım kalmıştı okuldan mezun olmama. Topladılar bizi yine. "Can güvenliği" nedeniyle bizi Konya’ya sürdüler. Yatılılığımız elimizden alındı. Paramız yok, pulumuz yok… Nereye gideceğimizi bilemiyoruz. Ailelerimize söyleyemiyoruz. Böyle bir durumda Konya sürecimiz başladı. Aramızda çok iyi bir dayanışma vardı. Bu sürecide dayanışma ile atlattık.

Durmuş; Kitabınız da bir işçiden bahsediyorsunuz. Ailesinin tamamı cezaevinde olan Basri Dede.

İzcioğlu; Basri Dede gerçekten öyle. Hatta Kamil Dede oğlu şu anda politikanın içinde olduğu söyleniyor. Kadınlar koğuşunda gelinleri vardı. Damatları bir koğuştaydı. Oğlu bir koğuştaydı. Basri Dede Kartal Maltepe askeri ceza evinde bizim koğuştaydı. Sessiz... Sesi çıkmayan bir işçi. Ve o zamanlar büyük olasılıkla TİP de politikaya başlamış olduğunu zannediyorum. Onunla beraber yine İşçi emeklisi Şevki Erencan vardı. Koğuşta her gün yaratıcı bir şeyler buluyordu. İstanbul’un susuzluktan kırılırken adam çatıdan akan yağmur sularından (borulardan) bize su biriktirip veriyordu. Çay yapıyordu, pamuğu ispirtoya batırarak. Yasak olmasına rağmen yumurta kaynatıyordu, menemen yapıyordu. Şevki Erencan’ın denetiminde Tuvaletler, yerler tertemiz olurdu. Yaratıcı, inançlı, ta Spartacus’leri bile savunan. Enternasyonal bir yanı vardı. Çıkarken hiç unutmam adamcağız kendini tutamayıp hüngür- hüngür ağladı. Aramız da çok iyiydi O’nun la

Durmuş; Hocam o yıllarda Bursa Cezaevinde bulunan Deniz Gezmiş’ve Cihan Alptekin’i ziyarete gitmişsiniz. Biraz bahseder misiniz?

İzcioğlu; 1971 yılı 12 Mart darbesinden önce İstanbul’daki protesto yürüyüşlerinden ya da okul işgallerden dolayı aldıkları cezayı geçirmek üzere Deniz Gezmiş ile Cihan Alptekin Bursa Cezaevine getirilmişlerdi. Bizde o zaman Bursa’da öğrenciydik. Deniz Gezmiş’ in Bursa Cezaevine geldiğini duyunca ziyarete gittik. Kendileriyle o karanlık görüş yerlerinde ne kadar görüşme yapılabilirse işte o kadar bizde kendileriyle görüştük. Hatta bizlere moral verdi. “Dimdik ayaktayız, devrimciğiz, İnançlıyız” mesajları verdi. Tabii ki o ifadeleri duyunca sevindik, mutlu olduk. Daha sonra o sıkıyönetim dönemi geldiğinde Deniz’in o yakalanma olayı oldu, Ankara’daydı. Cihan Alptekin ile de Kartal Maltepe Cezaevinde yeniden karşılaştık. Cihan Alptekin ile o Bursa’daki o ziyaret sürecimizi yad ettik. Ve Cihan Alptekin Bursa Cezaevinden Kartal Maltepe’ye gelen gardiyanlardan birini dövdüğünü söylediler. Ki o gardiyanın Bursa’da bizim arkadaşımız Mehmet Çakır’ı dövmüştü. Hiçbir şey yokken. Sırf diğer mahkûmlara gözdağı vermek için.

Durmuş; Arkadaşınız Yüksel Tuna Eskişehir’de bulunurken Deniz Gezmiş’in idamının haberini vermiş… Hatta bir gün önce evinizi de ablukaya almışlar.

İzcioğlu; Eskişehir’de ki evimizde 6 Mayıs sabahı dışarı çıktım. Etrafa bir baktım. Etrafta ekipler… Biraz yürüdüm. Karşıdan Yüksel Tuna geliyor. Yüksel Tuna hem gençliğimizde birlikte olduğumuz hem de bizimle aynı düşünceyi paylaşan arkadaşımızdı. Bana idamları haber vermeye geliyordu. Karşılaştık. Yüksel, Deniz’lerin asıldığını bana söylemeye gelmiş. Arkamızda da bizi takip eden polis ekibi var. Ancak o olaydan sonra, o moral bozukluğuyla takip edilmek gibi durum bizim hiç umurumuzda olan bir şey olmadı. Birlikte yürüyüp, köz- köz şehre indik.

Durmuş; Evin ablukaya alınma olayı?

İzcioğlu; O arada komşularımız da “ tüm gece ekiplerin burada olduğunu” söylediler.

Durmuş; Kendilerince elebaşları da gözlem altına alınmış demek Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılma öncesinde.

İzcioğlu; Yani. Hatta komşularımıza “anneme belli etmeyin dedim. Annem Kalp hastası olduğu için söylememelerini rica ettim. Ben olayı bildiğimi söyledim.

Durmuş; Kitapta çocuğuna bir çift ayakkabı dahi alamayan bir babanın 5 yıl bir hiç uğruna yattığından bahsediyorsunuz…

İzcioğlu; Bir tekstil işçisi. Kara-kuru zayıf... Saçları dökülmüş… Eskimiş kıyafetiyle geldi. Şokta gibiydi geldiğinde. Konuşamıyordu. Biz, önceleri O’nu ajan olarak gönderdiklerini zannetmiştik. Oradaki konuşmalarımızı cezaevi yönetimine söyleyebileceğini düşünmüştük. Adam ne konuşuyor, ne yiyor, ne içiyor. Fakat daha sonra açıldı. Suçu iş yerinde ‘’çocuğuma ayakkabı bile alamıyorum ne biçim bir düzen bu’’ dediğinden dolayı ihbar etmişler. Komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile tutuklanmış. Çocukları geldi ziyaretine. Ağlamaya başladı. Bizi İstanbul’a götürdükleri sırada o hala tutukluydu. Aslında kendisi devrimci falan da değil. Hatta bize “sizin bu dediklerinizle bu iş olmaz” diyordu. Bir celse de Türk.Ceza Kanu'nun 141. Maddesine göre 5,5 yıl hapis cezası vermişlerdi. Yine de bizim hücredeki yaşam anlayışımızdan paylaşımcılığımızdan çok etkilendiğini söyledi. Daha sonra Ankara’dan gelen tel emri ile tahliye olmuş.

Durmuş; O siyasi yaşanmışlık sürecinde “aşkı öğrenemedik, Kendimize dahi yabancılaştık” gibi bir duygusallığın eleştirisi de söz konusu. Buna geçmeden “yaşam biçimimi değiştirdi” dediğiniz bir isim var. Melike. “Yaşam biçimimi değiştiren” derken bunu biraz açar mısınız hocam?

İzcioğlu; Biz o yıllar. Gerçekten bütün dünyamız devrim yapabilmekti. Ve işimiz devrimcilikti. Bütün her şeyimizi devrime endekslemiştik. İnsanın doğasında olan duyguları vardır. Nedir işte kız arkadaşı edinme geleceğini hazırlama, ev bark sahibi olma gibi… Oysa biz gelmişiz 23 – 24 yaşlarına. Ailelerimizden kopuk. Nerede olunduğumuz bilinemiyor. Bir bakıyor bir hapishane de. Bir bakıyor başka bir hapishanede… Bir bakıyorsunuz, Aynada bir bakıyorsunuz Konyadayız. Bağlar kopmuş. Onlarda korkuyor zaten Fazla da yaklaşamıyorlar. Yabancılaşma başladı ister istemez. Onun dışında devlet bizleri nötralize ediyor. Takibe alıyor. Etrafımızı yalıtıyor. İster istemez bir yabancılaşma da oradan ileri geliyor. Ki açık söyleyeyim bu arkadaşımız kendisi geldi. Bu anlamda aramızda bir gönül bağı oluştu.

Durmuş; Yani ideolojik bir yaşamın yanında duygusal bir bağında varlığına bu arkadaşınız sayesinde hisseder olmuşsunuz.

İzcioğlu; Evet. Yani işte.

Durmuş; Birde kız arkadaşlarınızdan birinin, Beyhan’ın size bir anlamda “şart koşması var” kitaptaki anlatımla aynen şöyle diyor : “…proleter disipline uyarak, proleterce bağlılık koşuluyla”

İzcioğlu; İşte yine bu bağlamda bakıyoruz her şeye. Duygulardan ziyade ideoloji öne çıkarılıyor. Proletarya disiplini. Çok anlam ve derinlik ifade eden bir cümle. Bu işte duyguyu değil ona rağmen, o düzen o sistem- o sıkı disiplin. Biz ona çelik disiplin diyorduk. Onu da benimsemek kaydıyla kabul ettik. Hiç düşünmedik ne anlamda olacak diye. Ki onu da bozan ben olmadım.

Durmuş; GATA’ da görev yapan tanıdık bir doktora annenizin ameliyat için Eskişehir’den getirilmesi…

İzcioğlu; Konya’da bir dersten bütünlemeye kalmıştım. Son sınıftaydım. Ankara da bir Otelde gece müdürlüğü-resepsiyon da çalıştım. Orada çalışırken kurduğum ilişkilerden böyle bir durum oldu. Otelde kalan biriyle annemin rahatsızlığını konuştuk. Oda yardımcı olabileceğini söyledi. Gata da tanıdık doktorla tanıştırdı. Ve hakikaten çok ilginçtir o süreçlerde devlete karşı olmamıza rağmen o tür bir yardımda da bulundular. Sağ olsunlar. Ama maalesef annemin direnci o kadar düşmüş ki ameliyat başarılı geçmesine rağmen narkozun etkisinden çıkamadı.

Durmuş; Görev yaptığınız okulun Müdürü Ali Yılmaz’la ilgili, sınıfınızın basılma olayını da anlatır mısınız?

İzcioğlu; Konya’nın Aşağı Çiğil nahiyesinde (buraları devrimciler gerici yer olarak nitelerlerdi) benim kim olduğuma dair bilgiler okul müdürü tarafından Çiğil halkana anlatılmış. Ancak buna rağmen halkla çok iyi ilişkilerim vardı. Orada beş-altı genç, askerliğini yapmış İlerde bir iş bulabiliriz düşüncesiyle bir ortaokul diploması alma istekleri vardı. Tek dersleri vardı. Matematikten sınav olacaklardı. Bitirme sınavına girdiler. Ben sınav sorularını hazırladım. Çocuklarda “hocam, sınav sorularını anlamadık biraz açar mısınız?” derken kapıda okul müdürü bunu dinliyor. Müdür, birden bire kapıyı açtı.”Sen soruların çözümünü yapıyorsun” dedi ve sınavı iptal etme kararı aldı. Bunun üzerine akşam evime gittim. Gece köylüler okul müdürünün evini çeviriyorlar… Benim evin etrafına da güvenlik için nöbetçi koyuyorlar. Ertesi günü sabah okula gelirken yolda müstahdemle karşılaştık o da bana geliyormuş.” Hocam, seni kaymakam çağırıyor” dedi. Niye çağırıyor hayrola” dediğimde “O… gece neler oldu, neler. Okul müdürünü jandarma denetiminde ailesiyle beraber ilçe dışına çıkardılar” dedi. Kaymakam benim ifademi aldı. Hayır, ben soruları vermedim.”Anlamadık” dediler bende anlaşılmayan tarafları anlattım. Müdür beyde bu sınavı iptal etti” dedim. Tabii okul müdürü can güvenliği ve halkın tepkisi karşısında buradaki görevinden alındı.

Durmuş; Virane bir oteli. Düzenleyip “Devran” adıyla öğrenci pansiyonuna çevirmişsiniz.

İzcioğlu; Evet, Eskişehir’de böyle bir şey yaptık. İşte yine bakınız. Ülke öyle bir duruma geldi ki Ülkedeki bütün yurtlar bölündü. Bütün sokaklar bölünmeye başladı. Dönemin ilerici-devrimcileri dövülüp orta yere atılınca benim aklıma böyle bir çözüm geldi.3 Katlı bir oteli alıp, düzenledik. Otelin adını da Devran koyduk.

Durmuş; Halkın Kurtuluşu tarafından kaçırılan beş arkadaşınızda bu otelde kalıyordu değil mi?

İzcioğlu; Kaçırılanlar işçi idi, otelde kalmıyorlardı ama ilişkimiz vardı, bizimle aynı görüşte olan sendika çalışması yapan işçiler idi. Burada daha çok öğrenciler kalıyordu. En üst katıda yemekhane yaptık. Bunların barınma ve yemek ihtiyaçlarını da bu şekilde çözümlemiştik. Para verme konusunda ise zorlayıcılık yoktu. Var olan veriyordu, olmayan da vermiyordu.

Durmuş; Erdal isminde bir arkadaşınızın bu otelde dövüldüğünü görmüşsünüz bu durum nedir?

İzcioğlu; Evet. Gece sesleri duydum. Tuvaletlere gittiğimde bir baktım Erdal yerde kıvranıyor. Kendi insanımız, kendi insanımız tarafından coplarla dövülüyor. Özellikle bana göstermek için zaten kapıları aralayıp o sesleri benim duymamı sağladılar. Öyle bir ilginçlikte var ki. Müdahale edemiyorsunuz. “Bu bize ihanet etti, bizi sattı” diyorlar.”Karşı gruba geçti” diyorlar. O dedikleri grupta yine sol fraksiyon bir grup. İGD. Olay şu, bize bağlı olan Eskişehir gençlik derneği bir bölünme aşamasında, buna karşı çıkan Seyfi, de bu bölünmeyi sağlayanlara karşı şiddet uygulama yoluna gidiyor. Ayrılmak isteyenler de yine sol bir fraksiyon olan İGD hareketi olay bu. Dikkat edilirse o dönem başka bir fraksiyona geçme özgürlüğü bile yok.

Durmuş; Eskişehir’de bir dönem bağımsız grup olarak (Seyficiler) yol arkadaşlığı yaptığınız Seyfi adlı arkadaşınız da içerisinde bulunduğu bir grup sizi de bir odaya kapatmış…

İzcioğlu; Önce Seyficilik konusuna bir açıklık getireyim. Seyfi Akman Hava üsteğmeni, 1971 darbesinde Mahir Çayanları kaçış döneminde İstanbul da saklayan, ev bulan kişi. Daha sonra yakalanıp ceza alıyor ve ordudan atılıyor. Ortalık sakinleştikten, 1974 affından sonra memleketi olan Eskişehir’e yerleşiyor. Aynı zamanda Eskişehir de aynı mahallenin insanıyız. Birlikte yeniden bu çalışmalara Eskişehir de başladık. Ama ben süreç için de bu tür çalışmaların yanlış olduğunu Seyfiye söyleyerek eleştiriler de bulundum. İşte bu eleştiriler sonrası dövülmeler başladı. Ben bu dövülmelere karşı çıktım. Ve “sende bunlarla berabersin, bunların başı sensin” diyerek bana da saldırdılar. Ve ben daha öncede yapılan bu tür örgütlenmelerin yanlış olduğunu söylemiştim Seyfi’ye. Herkesin önünde söylediklerimi de Seyfi bir kenara yazdı. Ve o durum olunca da “bunların başı sensin” dedi. Altı gün bir odada tutuklu kaldım. Seyfiye karşı olan bizim arkadaşların baskısı ile tutukluluktan kurtuldum. Seyfi otuz yıldır, tek başına kalarak yarı meczup durumda yaşamını sürdürüyor.

Durmuş; Kendimi özgürleştirme cümlesini bu katılmadığınız süreç için söylüyorsunuz.

İzcioğlu; Evet

Durmuş; Öğretmen birliklerinde de çalıştınız.

İzcioğlu; TÖBDER’ in Bölge Yürütme Kurulu üyesiydim. Seçildik. Ama bu örgüt seçimlerinde iki başlılık çıktı. Mahkeme kararları v.s. Düşünün Türkiye’de iki sol hareket biri TÖB-DER “benim yönetimim de “ diyor, diğeri “benim” diyor. Sonra bizim grup geri çekildi. Yönetimi TSİP-DEV-YOL grubuna verdik. Ama çok kavgalar oldu bu konuda.

Durmuş; Hocam hazır yeri gelmişken TÖB-DER’ den-öğretmen örgütlenmesinden konu açılmışken yani öğretmenlerin haklarından bahsediyorken bu soruyu da sormadan geçersem (kitabın konusu dışında kabul edin lütfen) haksızlık yapmış olurum. Oda şu: Öğretmen haklarından bahsederken şu an fiili olarak gerek ilk özel dershanenizde, gerekse şuan kurucuları arasında bulunduğunuz dershanede öğretmen haklarının yeterince verildiğini düşünüyor musunuz?

İzcioğlu; Valla bu sistemde yeterince verildiğini kimse iddia edemez. Çünkü bunu vermeye kalktığınız zaman siz ayakta kalamazsınız bu bir. İkincisi de TÖB-DER olayında da öğretmenlerin gerçekten ekonomik-sendikal hakları için mücadele verilmedi. İdeolojik yanlar öne çıktı.

Durmuş; Siyasilerin arka bahçesi olarak mı?

İzcioğlu; Tabii, tabii. İşte o dönemlerde dernekler ve sendikalar kendi mücadelelerini verseydi hem ülkemiz bu konuda, bu durumlarda olmazdı. Hem de kitle örgütleri yanlış yönetilmemiş olurdu. TÖBDER’ de ideoloji öne çıktı. Ki bu yanlıştı. Parti değilsiniz. Demokratik kitle örgütüsünüz. Üyeleriniz arasında hiç ayrım yapmadan, etnik kökenine bakmadan. İdeolojik tutumlarına, dünya görüşüne bakmaksızın tüm öğretmenlerin ekonomik-demokratik haklarını savunmak zorundaydı ama hiçbir zaman bu gerçekleşmedi.

Durmuş; Afyon’da şu an ilçemizdeki İşçi Partisi ilçe başkanlığını yapan Tanju Beyazıt ile yaşadığınız bir olay var.

İzcioğlu; Afyon Eğitim Enstitüsünde öğretmenliğe başladım. Sınıfa girdiğimde (daha öncesinde öğretmen olan babasını da tanıyordum) sınıfta iki kişi vardı, ilerici devrimci. Bu iki kişiyi sağcılar almışlar aralarına boyuna tekme atıyorlar, oradan tanıyorum. Kaldı ki Eskişehir Eğitim Enstitüsünde de tam tersi oluyordu. Orada da solcular çoğunluktaydı, sağcıları dövdürtmedim. Açık söyleyeyim

Durmuş; Hocam, kitap ta yer alan bir kavram var. Kitle kuyrukçuluğu. Bu kavramını açar mısınız?

İzcioğlu; İGD ye ve TKP ye geçiş dönemlerinde söz konusu oldu. Ben kitle kuyrukçuluğu yapmak istemediğimi söyledim. Çünkü önceden biz bu hareketlere küfrediyorduk. Çok korkunç-acımasız eleştiriyorduk. Bizim harekette hastalıklı bir hareketti. Küçük burjuvazi, anarşist bir hareketti. Bizim bu anarşist hareket dağılınca yeni arayışlara başlandı. Bu hastalıklı bir hareketten yani eski hastalıklarınızdan kurtulmadan eleştirdiğimiz harekete geçmeyi kabul edemedim. Nasıl geçersiniz? Veya da sizi nasıl kabul edecekler? Bizi bu gruba alanda hatalı, geçende. Önce bizim bu hastalıklardan arınmamız gerekiyordu. Kitlesel olarak bizim eski arkadaşlar TKP ve İGD hareketine geçti. Ben yine geçmedim. Ancak Onlarda etrafımı boşalttılar. Ya benim hassas noktam bu. Demokrasi işletilmeden, hiç bir şeyi eleştirmeden, belirli bir grubun her şeyi alıp götürmesi..işte bu kitle kuyrukçuluğu. Ve buna karşı çıktığınız zaman da yalnızlaşıyorsunuz. Ötekileştiriliyorsunuz. İşte hep bu yaşanmıştır. Buna Türkiye’nin sol çocukluk hastalığı denir. 1980 sonrası ne oldu? O koca-koca hareketlere fraksiyonlara, partilere bakın ortada ne kaldı?

Durmuş; Askerlik anıları anlatılırken Necati ismindeki öğretmenin kitapta yer alan ilginç bir askerlik anısını anlatması var.

İzcioğlu; Necati hoca ile birlikte beş öğretmen Eğitim Enstitüsünde öğretmenlik yapan bir gruptuk. Can güvenliğimiz nedeniyle bekâr olan beş öğretmenle aynı evde kalıyorduk. Necati hoca’da bizimleydi. Birlikte kalıyorduk. Onun ve o dönem askerlik yapanların anılarını her vesileyle dile getiriyorlardı. Askerde biliyorsunuz ayak yıkama yerleri, upuzun yerlerdir. Serbest zaman da tüm asker bu ayak yıkama yerlerine koşunca buraları ayakla doluyor. Necati hocanın arkadaşlarından biri anlatıyordu. Diyor ki: “Bir gün bir baktım yanımdaki arkadaşım benim ayaklarımı yıkıyor.” Yanındaki de Necati Hoca, hocaya bakmış neden benim ayaklarımı yıkıyorsun dediğinde, Necati Hoca “ ya arkadaş o kadar ayak var ki kendi ayağımı yıkıyorum sandım” demiş (gülüşmeler). O karambol de.

Durmuş; Bir kız isteme olayınız olmuş.

İzcioğlu; Kız istediğimiz kişi benden üç-dört yaş küçük öğretmen arkadaş. Ama biz orada iyi kötü ismi olan, öğretmenlik yapan (kendimde bekârım o sırada) biri olarak bizi kız istemeye davet etti. Üç kişi gittik. Bir arkadaşımız evliydi, diğer ikimizde bekâr idik. Gittik… Kızın babası “vermem” diyor. “Öldürürüm, sokağa atarım, kızımı vermem”,“keserim vermem”. E neden? Diyorum. “Ben Aleviye kız vermem” diyor. Soruyorum “Sen Müslüman mısın?”Müslüman’ım”. Peki dedim “ Ya Müslümanlıkta böyle ayrım var mıdır? Bir. İkincisi Müslümanlıkta öldürmek-sokağa atmak var mıdır? Bak biz sana büyük diye değer verdik geldik. Hatırını çiğnemedik. Oysa biz istesek bu kızı alır gideriz dedim. Gerçekten sormadan etmeden götürürdük. Bu gücümüz var. Neyse… “yok” dedi, “olmaz” dedi. Biz de çıkıp geldik. Üç gün sonra da kız istemeye gittiğimiz öğretmen arkadaşla kız kaçtılar. Ve şuan da çocukları var. Torunları var. Ve ilginçtir. Bunu her zaman derim. İnsan ilişkilerinde örnektir. O baba hasta oldu. Damadı baktı. Böyle de bir durum oldu.

Durmuş; 12 Eylül sorgu odasına getirilen sigara sarılı gazete de gördükleriniz…

İzcioğlu; 12 Eylül 1980 sabahı saat 5.30–06 arası kardeşim geldi. Dedi ki :” Sıkıyönetim ilan edildi”. Biz duymamıştık. Aradan 15 dakika geçtikten sonra kapıya bir albay, bir üst teğmen, iki inzibat, iki sivil memur,

Durmuş; Sizi misafir edeceklerini söylediler.

İzcioğlu; Evet… ‘’Can Güvenliği’’ nedeniyle misafir edeceklerini söylediler. Bu arada bizi Eskişehir’deki 1.Hava Üssünde askeri ceza evine koydular. İçeri girdik. Tabii bir-iki saat sonra askerden sigara istedik. Sigara paketinin sarılmış olduğu gazete kâğıdını bir açtım. Mahir ile Ulaş Bardakçının mahkemede birbirileriyle tokalaşan resimleri var. Bu kadar tesadüf-î bir şey. Dokuz yıl aradan sonra yine Ulaş ile Mahir.

Durmuş; Buca’da Salih takma adıyla bisikletle gazete dağıtım işi- büfe işletmeciği süreci var.

İzcioğlu; Aranıyordum…

Durmuş; İlk olarak arananlar afişine nerede denk geldiniz?

İzcioğlu; 1980 sonrası sıkıyönetimce arandığımı gösteren fotoğrafımı Alsancak’ ta Büyük Merkez Postanesinde gördüm. Hatta önce camlara asılan arananların resimleri olan panonun önünden geçerken yürüyüş anında resimlerden birisi tanıdık geldi. Geri -geri geldim, baktım evet bu benim resmim. İzmir de, Kale’nin İmariye Mahallesin de bir evde oturuyoruz. Eşimle komşuluk ilişkisinde olan bir bayanın kocasının Gazete bayii büfesi varmış. Komşu Tekel’de işçi olarak çalışıyor. Dolayısıyla büfeye bakamıyor. Zarar ediyor. O dönemde bende işsizim. Bana “oraya bakar mısın ?” dedi. Bende gazete bayiliğine öyle başladım. Onun adı da Salih’ti. İşletme ruhsatında da Salih yazıyor. Büfenin sahibi Salih. Bende oradan esinlenerek Salih ismini kullanayım gitsin, dedim.

Durmuş; Oğlunuz Mehmet’te o dönemde dünyaya geldi.

İzcioğlu; Evet… Evet.

Durmuş; Hocam kitabınızda “darbeciler ideolojik çatışmalardan beslendi” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

İzcioğlu; İki darbeyi de somut olarak yaşadım. 1971 12 Mart darbesini Mahirler öldükten sonra, okuyarak, dünya devrimci hareketlerini inceleyerek, tartıştığımız da ortak olayları izlediğimizde Denizlerin, Mahirlerin o dönemki hareketlerinin tamamen askeri cuntanın ister istemez oluşumunda öne çıktıklarını gördük. Biz buna karşı örgütlenmeye girdik ama Türkiye’de öyle bir sel geliyor ki. Sizin gücünüz bunu önlemeye yetmiyor. Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş gibi fraksiyonlar örgütlendi. Halkın Kurtuluşu örgütlendi. Bölündü, bölündü… Korkunç bir örgütlenmeler oldu. Ve hepsinin kökenine baktığınızda İttihatçılık ve Terakkicilik var. Darbeler, komplolar. Hem örgüt içerisinde hem de örgüt dışında. Kİ bu tekrar 80 ihtilalinin de hazırlanmasında kullanıldı. Bilinçli-bilinçsiz. Ama özünde darbecilik var. Gerçek anlamda… Halkın sorunlarını çözmeye, halkın iktidarı olmaya. Demokrasi mücadelesi hiçbir zaman gündeme gelmedi. Evet, bu anlamda Türkiye sol hareketinin çok büyük hataları olmuştur. Her zaman söylüyorum. Bu hatalarında en büyük müsebbipleri bizleriz. O dönem yeni girdiğimiz partide de bunlar yaşandı. Hatta bir birini döven birbirine silah dahi çekenler vardı. Bir birine hakaret eden ve birbirini öldüren gruplar çıktı.

Durmuş; Süleyman- Zuhal Karabaş çiftinin ki hamileyken görülen işkence olayı… İnsanın içini acıtan… Emniyette ve cezaevindeyken de görüşme günlerinizde eşinizin Mehmet’i size getirmesi.

İzcioğlu; Birlikte içeri alındığımız Süleyman arkadaşın hanımı Zühal öğretmeni de gözaltına aldılar, yapılan işkencelerde kanamaları başlamış. Daha sonra hamile olduğu anlaşılan Zühal hoca doğum yapmakta tereddüt geçirdi. Bu dava sonrası beraat eden hoca doğumunu da yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesini bitiren oğlu bilgisayar mühendisi olarak yaşamını sürdürüyor. Anlaşmaya uymayan emniyet oğlum Mehmet’i de emniyete getirmişlerdi. Aynı karanlık hücreye annesi ile birlikte koydular 2,5 yaşındayken. Çocuğun ne bezi var, ne bir şey. Dönem- dönem çırılçıplak iken kucağıma veriyorlar. Duygusal sömürü ve psikolojik baskı için. Yeter ki konuşayım, isim vereyim diye. Hem vurma var fiziki olarak, hem baskı var konuşayım diye. 25–26 Gün emniyette kaldık biz. O süreçte hem eşimi hem çocuğumu hücreye aldılar. Yalnız Mehmet’ i bir hafta veya on gün sonra dedesini bulup, O’na veriyorlar. Mehmet’i bir hafta – on gün falan tuttular. Tabii daha sonra beni tutukladılar. Tutukluluk sürecinde, bayramlarda gerçekleşen açık görüşlerde… İki günde bir mesela Bolu’nun Mengen ilçesinde yatarken… Eşim ziyaretime geliyor. Sonra ilçede bir otelde kalmaya gidiyorlar. Ertesi günü tekrar açık görüşe geliyor.

Durmuş; Hapishanelerde çiçek resimleri yapma durumunuzda var. Hatta kitabın son sayfalarında yaptığınız o resimlerden örnekler de var. Selimiye Kışlasında da olmuş karakalem çalışmalarınız.

İzcioğlu; Selimiye’deki 1971 de Harem’de Boğaza karşı Selimiye Kışlasında yaptığım çalışmalar. Bunları da askerlerden aldığımız A4 kâğıdına yapmıştım. Boğazı, geçen gemileri, karşıyı, Avrupa yakasını çizdim.

Durmuş; O çalışmalar duruyor mu?

İzcioğlu; Oradan oraya taşınırken onları kaybettim. Kitaptaki o çiçek resimleri de Şirinyer’ de askeri cezaevinde yaptıklarımdan. Yine askerlerin getirdiği, temin ettiğimiz ilkel adi boyalardan yaptık. Kazıyınca da çıkar o boyalar. Daha sonra tahliye olunca dışarıda yağlı boyaya çevirdim. Sergilerimde bu resimleri teşhir ettim.. Bir kısmını da Mengen cezaevinde yaptım. Bir kısmı da Urla’da yapılanlar. İnsanoğlu kendisini zorlayınca zaman da bol olunca, bir takım şeyler üretebiliyor.

Durmuş; Betona toprak biriktirerek diktiğiniz çiçekler?

İzcioğlu; Onu Mengen ceza evinde yaptık. Havalandırmaya dışarıdan toprak getirttik, daha doğrusu, idareden hapishanenin çevre duvarının dışından toprak rica ettik verdiler. Bayağı oraya yeşillendirdik. Mısır, çim falan ektik. Çiçekler diktik. Ayrıca güvercinlerimiz vardı onlara küçük bir gölet yaptık.

Durmuş; Cezaevi görevlileri de sizlerden yaptıklarınızı istiyormuş.

İzcioğlu; Güvenlikten sorumlu asker yaptığım resimlerden istemişlerdi. Bende “vermem” dedim. “Bunlar bizim ileride anılarımız arasında yer alacak” dedim. Hatta en büyük hatamız Nazım Hikmet’in cezaevindeki berber hanede bulunan kendisinin yaptığı iki tane resmi vardı… Şimdi onlar ne oldu, ne yapıldı bilemiyorum. Şu an olsa onların değeri biçilmez bir. İkincisi bize vermezlerdi elbette. Ama takip edilebilinirdi.

Durmuş; Sizin yattığınız koğuş Nazım Hikmet’in o dönemde yattığı koğuş muydu?

İzcioğlu; Evet. Nazım Hikmetin yattığı tecrit koğuşunda yattık. Tabii Nazım’ın kaldığı süreçte biraz daha itinalıymış. Kapılar falan açık tutuluyormuş, Denizler de bu koğuşlarda yatmışlar. Ama biz kırk gün kapıları hiç açmadılar. Tam bir tecrit hücresi idi. Sinop cezaevindeki tecritler gibi.

Durmuş; Ayrıcalıklı dediniz de aklıma geldi. İlhan Selçuk’un yatmış olduğu koğuş içinde “ayrıcalıklıydı” diyorsunuz.

İzcioğlu; Koğuşlarımız aynı tip, haklarımız aynı olmakla beraber kendi Yaşam biçimleri ayrıcalıklıydı. İlhan Selçuk’un koğuşunda karavana yenmiyordu. Dışarıdayken hayatımda yemediğim şeyleri orada gördüm. İlk önce bizi İlhan Selçuk’un bulunduğu o koğuşa verdiler. İlhan Selçuk’un etrafındakiler… Mesela İçlerinde Senatör var. Avukatlar var… Öğretim üyeleri var… Yaşamları çok farklı, kültür olarak uyamadık ki biz. Üç dört gün sonra rica ettik hapishane yönetiminden. Dedik ki “bizi karşı koğuşa verin”. Dediler ki “oğlum ne işiniz var, işte yiyin yaşayın “. :”Biz rahat değiliz, huzurlu değiliz”. Orada yiyip içiyoruz. Gündüzleri karşı koğuşa geçiyoruz. Etik bulmadık öyle bir şeyi.

Durmuş; O durumu kendimize yediremedik diyorsunuz?

İzcioğlu; Yediremedik. Eee biz proleteriz ya…(gülerek)

Durmuş; Cezaevinde yattığınız dönemde şahit olduğunuz iki de nikâh gerçekleşmiş,

İzcioğlu; Tabii hapishanede yaşanan nikâhlar insanın içerisine bir burukluk oluşturuyor. .Acıyla burukluk karışımı böyle bir şey… Sevinci yaşayamıyorsunuz… Çay bardaklarından birer çay… Dışarıdan alınan veya hapishane koşullarında bisküviden yapılan pastalar, yarım yamalak yiyecekler… Tabii garip oluyorsunuz. Anneleri babaları garip- garip bakıyor. Nikâhları yapılıyor. Ondan sonra kısacık bir sarılma ve sonra çekip gidiliyor. Bunları vurgulamak istedim. O tür nikâhlarda oldu, aklımda kalan birisi Urla cezaevinde, birisi de İstanbul Bayrampaşa ceza evinde bunları yaşadık.

Durmuş; Atmacanın güvercini götürme hikâyesi ne hocam?

İzcioğlu; Bizim beslediğimiz güvercinler vardı. Bunları havalandırmadan sabahları bırakıyorduk. Uçup, tekrar geliyorlardı. O arada güvercinlerden birini atmacanın kaparken gördük. Hatta güvercinin bir ismi de vardı ama şu an anımsamıyorum. Bu olayı anlatan bir hikâyede yazdım yakında yayınlamayı düşünüyorum.

Durmuş; Hocam il emniyet müdürlüğü ve XX. Dönem DYP İstanbul Milletvekilliyi ve bir dönem de Ulaştırma Bakanlığı yapan Necdet Menzir ile o yıllarda karşılaşmanız var. Bundan biraz bahseder misiniz?

İzcioğlu; 1980 12 Eylül darbesi sonrası bizi İzmir emniyeti yakalayıp, gözaltına aldı. Ancak konuşturamadı. Bizim bir grubu da Denizli’de yakalaşmışlar. Denizli Emniyet Müdürü, Necdet Menzir, “getirin onları ben konuştururum “demiş. İzmir bizi Denizli’ye gönderdi. Denizli emniyeti bizi aldı. Ben orada da konuşmadım, tabii. Konuşmadım ama.

Durmuş; Necdet Menzir’ in sorgusundan bizatihi geçtiniz mi?

İzcioğlu; Evet. Bizatihi geçtim. Öyle bir yere attılar ki. Hakikaten orada çırılçıplak o halde kalmak en zor saatlerdi, çok soğuk Denizli. İzmir den daha soğuk. Aralık ayı. Pencereler açık… Soğuk su… Böyle… Çok değişik bir işkence… Dedim “biz burada gideceğiz...” Denizli’de bizim beşinci gün falan… Dedim tamam bizim hanım anlamıştır, yakalandığımızı. Dolayısıyla da evdekileri (kitap vs) temizlemiştir. Kendini de emniyete almıştır. Neyse yine getirdiler beni sorguya. Dediler “Bak! Sen Sabahattin İzcioğlu’sun.” Ben tabii ismimi söylemiyorum. Atıyorum kafamdan rast gele bir isim. Menzir “bana bak dedi. Sen Eskişehir’deyken bin kişiye otur derdin, otururdu. Kalk derdin kalkardı. Sen orada öğretmendin…” Adam başladı saymaya. Meğerse Necdet Menzir o dönem Eskişehir’de siyası Şube Müdürlüğü yapmış. Taa biz o Seyficilik dönemimizde, kavga ettiğimiz dönemde. Eğitim Enstitüsünde öğretmenken. Adam sürekli anlatıyor. İsmimi benden, kendimin itiraf etmemi istiyor. Dediğim gibi bende atıyorum kafadan bir isim.

“-İsim ne?”” —Ahmet.” –“Nerede oturuyorsun?”-“Kütahya’da.” Bakıyorlar yok böyle bir isim, adres yok. İşte atıyorum Atatürk Mah. Ya da Cumhuriyet Caddesi. En sonunda “ bak aslanım, ben seni konuşturacağım. Ona göre sen düşün taşın” deyip iki-üç saat mühlet verdiler. Düşündüm-taşındım. Ondan sonra çağırdılar. Bakın dedim “Bir koşulum var. Eşimi ve oğlumu emniyete almayacaksınız. Ev adresimi istiyorlar şimdi. Ev adresimi vermiyordum. “Ev adresimi vereceğim, ancak hanımı ve oğlanı işkenceye almayacaksınız” dedim.”Tamam” dediler. Yalnız “Sen kimsin? Sen de yüzünü bana göstereceksin ben de seni göreceğim, yüzünü göstereceksin, adını sen de söyleyeceksin”. Dedim ”Tamam” dedi...”İyi”... “Ben Necdet Menzir “dedi. “Açın gözlerini” dedi. Gözlerimi açtılar. “Bende Sabahattin İzcioğlu” dedim.

Durmuş; Bu arada verilen sözde durulmadı, sanırım.

İzcioğlu; Durulmadı. Eşimle oğlum Mehmet’i de nezarete aldılar. Yalnız evde çok belge çıktı. Evde çok belge çıktığı için de buldukları belgelerle beraber alıyorlar tabii. Ama Menzir ile de sorulacak bir hesabımız var. Elbet bir gün karşılaşacağız… Kitapta da zaten geçti. Necdet Menzir ile tanışmamız böyle oldu.

Durmuş; Kitabı yazarken kilo aldığınızdan bahsediyorsunuz. Anlaşılan geçmişte o yaşanılan acıların sizde bıraktığı stres, izler… Hatta tuvaletin su kabından içtiğiniz suyu anlatırken…

İzcioğlu; Kitabı yazarken yaşadıklarım aklıma geldikçe aynı stresi yaşadım. Bu stresi yaşarken aklıma açlık susuzluk geldikçe yemeğe saldırdım kilo almam bu nedenle oldu. Aralık ayında yine. İzmir emniyetinde çırılçıplak soyuyorlar. Gözler bağlı. Sadece iç çamaşırınız kalması koşuluyla. Pencereleri açıyorlar. Sizi o soğukta dikiyorlar. Su yok. Yiyecek yok. Tuvalete götürme yok. Gecemiydi anımsamıyorum. Dedim ki “tuvalete gideceğim”.Yine “hayır” dediler. “Bulunduğun yere işe” dediler. Ama gece vakti kim temizleyecek. Adam baktı demek ki “Tamam” dedi. Nöbetçi memur İteleye, iteleye tuvalete götürdü.

Durmuş; O tuvaletteki su kabını şuan da gördüğünüzde…

İzcioğlu; İnanın o anı her tuvalete girdiğimde aklıma gelir. O plastik kabın içindeki suyun tadını hala hissediyorum. Bu zamana dek yaşamımda içtiğim en lezzetli su bu oldu.

Durmuş; Sizi en çok mutlu eden bir kelime var. Nedir o kelime hocam?

İzcioğlu; Tahliye. Tahliye olmak. Çünkü özgürsünüz.

Durmuş; Belki başlarken sormam gerekirdi. Ancak şimdi sorayım… Aralık ayının yaşamınızda ayrı bir yeri var. Evlilik yıl dönümünüzde dahi Aralık ayını cezaevinde geçirdiniz. Aralık ayının yaşamınızda ki yeri nedir hocam?

İzcioğlu; Aralık ayının sadece evlilik yıl dönümü değil. Eşimin doğumu 7 Aralık. Oğlumun doğumu 7 Aralık, benim doğumum 15 Aralık. Evlenmemiz 19 Aralık. Tüm bu kutlama günlerini cezaevinde işkenceyle geçirdik. Belki telepati yâda psikolojik bir şeydir. Başıma bu yaşananlardan sonra bir trafik kazası geldi. Yine Aralık ayıydı.

Durmuş; Her Aralık ayına girerken…

İzcioğlu; Her Aralık ayını bir fobi gibi yaşıyorum… İsmi de zaten koyarken ARALIK’SIZ olarak düşünmüştüm.

Durmuş; Kaygısız bir yaşam anlamında yani.

İzcioğlu; Yani. O anlamında koydum.

Durmuş; Sevgili Hocam, kitapta ana tema olarak geçmişte yaşamış olduğunuz ideolojik olarak aynı fraksiyon gibi gözüken ama kutuplaşmış bir ideolojik yaklaşımların ülkeye getirdiği handikapları dile getiriyorsunuz. Yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. Bu arada kitapta özel bir durumunuzdan da bahsediyorsunuz ki benimde ilginç bulduğum bir durum bu. Oda şu: Eşiniz Hatice hanımla Selçuk’ta bir ayrılık süreci yaşıyorsunuz. Bu nasıl garip bir durumdur ki Onca mücadeleler ve atlattığınız badireler var. İdeolojik bağlılık var. Yaşanmışlıklarınız var. Siz cezaevlerinde çeşitli işkencelerdeyken O’da bunların psikolojik sıkıntısını yaşıyor. Dolayısıyla yaşam bir bahar havasına yöneleceği zaman, bir ayrılık rüzgârı esiyor. Bu ikilemi nasıl açıklarsınız hocam?

İzcioğlu; Çok ilginç bir durum doğdu, bu tahliyelerden sonra. Özellikle de ideolojik görüşler ve ideoloji zayıfladı. Sovyetler Birliği’nin de o dönemde çökmesi, dağılma süreci. Herkesin, bütün bizim insanlarımız… Paramparça. On üç-on dört yıl geçmiş, yer altı tutuklanmalar, kaçmalar. Bir çıktık ki herkes kendi dünyasında. Herkes böyle bize acıyarak bakılıyor. İşsizlik. İş yok… Para yok… Ev yok… O’nun aile durumu iyi değil. Bizim aile bizden zaten korkuyor. Şimdi bu durumda bir hesaplaşma dönemi başladı.

Durmuş; İç hesaplaşma mı?

İzcioğlu; Karşılıklı. Yani O benden “on yılım gitti” hesabını çok ince bir şekilde soruşturması gündeme geldi. Ki evlenme teklifimi yaparken söylediğim koşul şuydu :”Biz bahçelerinde çiçekleri olan, pembe camekânlı olan bir yaşam ne değil. . Bizi yarın ya hapishane ya da hastane ya da bilmem neler bekliyor…” diye söylememe rağmen tabii onlar gidiyor bu arada, unutuluyor. Dediğim gibi bir hesaplaşma dönemine girdik. Gerginlikte var. Streste var. İnanın, hani çok dramatik bir şey olurda acınacak halde kalırsın insanlar o gözle bakıyordu bize. Bunun etkisiyle O’da dedi :”Bak herkesin bir şeyleri var… Ev, dam sahibi olmuş… Biz? Hani benim hani senin arkadaşların?”. İşte giderek bu durumlar aradaki ilişkiyi-güveni sarstı. Güven meselesi. Karşılıklı olarak sarsıldı Tabii ben zorladım, bu ayrılmayı hak etmedi. Gerçekten hak etmedi. Yani tam böyle rahata ereceğimiz, birlikte zorlukları aşmışız. Fakat en kolay sürece geldiğimizde bunlar yaşandı. O’nun sinirleri buna dayanamadı. Sonrasında benim de dayanmadı tabii. Benimde hatalarım var tabii ki. Birazda iki tarafta da inatçılık var. Ayrılalım… Ayrılalım. Böyle bir duruma geldi. Çok sabırlıyımdır. Sonuna kadar sabrederim. Hiçbir zaman her hangi bir şey için bozan taraf ben olmak istemem. Yaşamda da böyledir. Ama bir karar verdiğim zamanda hiçbir şey dinlemem. İşte o sürece rast geldi. Üzüldüm tabii. Hala üzülürüm, hak etmedi, böyle bir şeyi. Ama yapacak bir şey de yoktu.

Durmuş; Yaşamın o akışından yola çıkarak devam edelim… İlçemizde ilk özel dershaneciliği başlatmanızdan kısaca bahseder misiniz? Yine kitabın sonunda aday adaylığı süreciyle ilgili olarak yaşamış olduklarınızla ilgili bir iki anekdota yer vermişsiniz. Bunlarla söyleşimizi tamamlayalım isterseniz.

İzcioğlu; Burası (Selçuk) çok özel seçilmiş bir yer değil. Tesadüfen dershane olmayışı nedeni ile geldiğimiz bir yer. Torbalı’ da ki bir dershaneye, bir arkadaşımın teklifiyle ortak olmuştum. “Gel sana ihtiyacımız var” dediler. Çünkü daha önceki ortakları arasında çelişkileri vardı. Kavgalar vardı. Beni dördüncü kişi olarak bağlayıcı-birleştirici olarak kendi aralarına almışlardı. Biliyordu benim huyumu da. Hakikaten orayı düzenledik… Bir baktım Selçuk’ta dershane yok. Beni Torbalı dershanesine ortak eden arkadaşla Selçuk’a geldik. “Arkadaşlarla beraber burada açalım “dedim. Diğer Arkadaşlar gelmeyince ikimiz kurduk dershaneyi. Fakat arkadaşımın program dışı bir durumu olunca dedim “ya sen al, ya ben alayım”.”Sen al” dedi.”Sen evlisin… Eşini de getirdin”.Benim üzerime böylece kalmış oldu. Selçuk’ da ki dershanenin açılma süreci böyle oldu.

Durmuş; Sonrasında Selçuk’ta CHP üyeliği gündeme geldi.

İzcioğlu; CHP’ye üye olmam açıkçası birikimlerimi, deneyimlerimi demokrasi mücadelesine katkı sunmak adına oldu. Ve birde marjinallikten kurtulup, artık tasvip etmediğim bu tür örgütlerden, bu tür çalışmalardan uzak kalmak için katıldım. Olabildiğince legal-açık kitle bağlarıyla ilişkisi olan bir parti olarak gördüm ve girdim. Ben CHP’yi samimi söylüyorum (daha önceleri de tabii o dönemlerde de oyumu verdim) az da olsa demokrasi mücadelesi veriyor diye ama “burjuva demokrasisi “. Onu da bilerek girdim. Fakat içerisinin bu kadar böyle statik-durgun-durağan olmasını beklemiyordum. Bunlar benimde zaten hassas olduğum şeylerdi.

Durmuş; Mücadelesini verdiğiniz durumlar…

İzcioğlu; Mücadelesini verdiğim, damarıma basan hassas şeyler. Onlarında alışmadığı şeyler. Görmemişler bu zamana kadar. “Kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışıyla hep gitmiş. Hep yukarıdan birilerinin yönlendirmesine göre gitmiş. Ne derse öyle uygulama olmuş. İçeride hiç eleştiri-özeleştiri falan yok. Böyle klasik bir anlayış. Açıkçası devletçi bir anlayış hâkim. Beklediğim yaklaşımları göremedim. Bu anlamda da kimse çıkmıyordu orta yere. Bizde işte…

Durmuş; Yani parti kendi içerisinden bir isim çıkarabilir.

İzcioğlu; Tabii canım. Bu anlayışla. Partiden neler- neler çıkabilir tabii. Bu anlayışla aday oldum. T.B.M. Meclisinde Yerel Yönetim Komisyonu üyesi Mehmet Ali Susam’ı hiç tanımıyorum. Hiç görmemiştim, hakkında hiçbir ön yargım yoktu..Adaylık sürecinde tanışmak ve kendimi tanıtmak amacıyla T.B.MM ‘sindeki odasına gittiğimde, daha kapıdan içeri girip elimi uzattım “Ben Sabahattin İzcioğlu aday adayıyım” dediğim an “Sen kimsin ya. Ne gücün var senin?” dedi. “Var olanı desteklesene sen” dedi. Yani bu bir anlam ifade ediyor. Ha aramızda bir çelişki olur anlarsınız, Bir sürtüşme bir hesaplaşma olur tamam dersin. “Sen ne yüzle geldin” dersin. Hayatımda ilk defa gördüğüm birisi. Bu arada milletvekili seçimlerinde de vekil olması için oy verdiğim birisi. Mehmet Ali Susam’ı tanımam ama vekil olarak tayin etmişim. Benim vekilim en azından. Adamın yaptığına bakın. O kadar şey yaşadım beni M Ali Susamın yaptığı kadar etkilemedi. Şu yaşadıklarımdan çok bu olay beni etkiledi. Daha çok üzdü.

Durmuş; Çok ilginç. Burası çok önemli… Geçmişte yaşadığınız ve atlattığınız onca badirelerden daha çok Mehmet Ali Susam ile karşılaşma sürecinde yaşadıklarınız sizi daha çok üzdü. Öyle mi?

İzcioğlu; Yani demokrasinin bu kadar maniple edilerek, bu kadar otoriter-baskıcı, statik bir hale getirip insanlar üzerinde böyle bir etki yaratılmaya çalışılması. Öncesi siyasi süreç zaten illegal bir süreçti. Yakalandığınızda zaten biliyorsunuz karşılaşacaklarınızı. Ya işkence. Ya hapis. Mesela polisin kolunda giderken dahi bu beni üzmedi ve yıpratmadı. Giderken biliyorsunuz yasal olmadığını zaten. Onurunuzu koruyorsunuz tabii. Polis saygı duydu bana. Gerçekten kitapta da anlattığım o yüzüğümün alınma olayında da polise “yüzüğümü getireceksiniz” dediğimde polis saygı duydu bana. Susam olayı ise sizin vekil tayin ettiğiniz kişi. Size böyle bir cevap veriyor. Aynı partiden… Bu insanı yıpratıyor, üzüyor. Tabii, bu aslında skandal bir olay. Ama hiçbir şey olmadı. Kitabıma yazdım. Ayrıca Ankara’dan döndüğümde Mehmet Ali Susam’a mektup yazdım. “Sen bunu bana yapamazsın” dedim. Benden de altı yaş küçük. Yani O on üç yaşındayken ben Bursa’da mücadele veriyordum. O da Bursalı. Aynı yerlerde. On üç yaşındaymış ben on dokuz-yirmi yaşlarımda onların gerici düşünce dediklerine karşı ben mücadele veriyorum. Ve tür yaklaşımların, anlayışların başarılıda olamayacağını söyledim. Milletvekillerine de söyledim. Yazdık-çizdik. İzmir gazetelerinde de çıktı. Ama hiçbir cevap yok. Buraya da (Selçuk) geldi. Devrimci-ilerici nutuklar çekti. İlçe kongresinde. Bende çıktım karşısına son kongre de ve gözünün içine baka-baka konuştum. İktidarı alamazsınız bu yapınızla diye. Mehmet Ali Susamla öyle bir ilişkimiz oldu.

Durmuş; Hocam çok teşekkür ediyorum. Çok verimli ve güzel bir sohbetimiz oldu. Ayırdığınız zaman içinde özellikle teşekkür ederim.

İzcioğlu; Ben teşekkür ederim. Bir nebze olsun bizim yaşadıklarımızı çocuklarımızın yaşamaması… Aynı ülkenin, aynı kültürün-aynı düşüncenin aynı dinin insanlarının birbirini düşman olarak görmemesi için özellikle bu yaşadıklarımı her yerde her ortamda anlatırım. Ve aslında bu bir anlamda bizim görevimiz. Aslında bu görevimizin dışında yaptığımız yanlışı düzeltmemiz gerekiyor. Geleceğimiz var… Çocuklarımız var. O yüzden ben bunu bir görev olarak görüyorum. Bu anlamda ben teşekkür ederim. Ben ülkü ocakları başkanıyla da yattım. Oturduğumuz konuştuğumuz zaman ortak noktalar bulunuyor, anlaşıyoruz. Selimiye askeri kışlasında 1971 de Ülkü ocakları genel başkan yardımcısı ile kaldım. Eskişehir de Kütahyalı, Afyonlu ülkücülerle yattık. Ülkücülerin çoğu cinayetle suçlanıyordu. Oraya getirilmişti Kütahya’nın ülkü ocakları başkanı. Teklif onlardan geldi. “Anlaşalım hocam” dedi. Doğal olarak buranın temsilcisi ben oldum. 1.hava üssü askeri ceza evine ilk giren ben idim. Daha sonra TİP’lileri, sendikacıları, meslek örgütü temsilcilerini, getirdiler. İçlerinde, Mühendisler, öğretmenler, öğrenciler, Avukatlar. Vardı. Yazık geldiler koltuğumuzun altına sığınmaya… Hepimizi bizlerle aynı yere, aynı odaya koydular düşünebiliyor musun? Kavgalar başladı. Omuz vurmalar falan. Asker karavanayı ortaya koyup, gidiyor. Hadi dağıt bakalım. Nasıl dağıtacaksın? Sağcısı da solcusu da aynı yerde herkes aynı karavanadan yiyecek. En sonunda ülkücülerden birisi geldi. Akıllı, akıllı… Genç çocuk. “hocam, anlaşalım, uzlaşalım” dedi. Bir dakika dedim. Gidip grubu topladım. “Bakın böyle-böyle…” diyorlar. Anlaşma koşulları ne olacak? “Hocam, herkse eşit karavana dağıtılacak… Kimse kimseye hakaret etmeyecek… Herkese eşit koşullarda yatacak yer ayrılacak. Ona göre karavana alınacak, bulaşık nöbeti tutulacak. Saygısızlık edilmeyecek. Tamam mı? Tamam-tamam. Herkes uydu. Hatta bana etin yağlı tarafı fazla veriliyordu, “bırakın” dedim. Şefiz ya! (gülerek)Ama anlaşma silahların gölgesinde oldu. Şimdi, dışarıda birbirini öldürenler silahların gölgesinde birbirinin tabağını yıkıyorlardı.

Durmuş; O dönemde yaşananlar bir anlamda aynı odada son bulabiliyor.

İzcioğlu; Tabii. Tabii. Mamak’ta da anlaştılar. TiP’ liler, Aydınlıkçılarla Türkeşçiler birlikte yattılar.. Birbirlerine konuştuklarını anlatıyorlar. Biliyorsunuz bazı gazete yazarları çıktı. Anlatıyorlar birlikte… Ama aynı koşullardasın. Asker silahı bir gün böyle doğrulttu. Eskişehir 1. Hava üssü hapishanesinde Ülkücülerle hırlaşırken, Nöbetçi asker, içeride kavga edildiğini üstüne bildiriyor. Haber salmışlar. Bir yüzbaşı geldi. “Kavga mı ediyorlar?” dedi Yüzbaşı , “Kavga ettikleri zaman tara” dedi. Nöbetçi askere. O kadar. Ondan sonra “anlaşalım” dediler. İşte bu, illa böyle yaşadıklardan sonra mı anlaşma yapılmalı, yaşamadan anlaşma yapılamaz mı? Bir de halkı aptal, cahil yerine koyanlara bir iki çift lafım var. Arandığımız, kaçak yaşadığımız, en zor dönemlerimizde, halk bizi bağrına bastı. Arandığımızı bildiği en azından tahmin ettiği zaman bile bizi sakladı iş verdi aş verdi. Bu nedenle halka olan inancım güvencim sarsılmadı daha da pekişti.

Durmuş; Hocam inşallah ilçemizde, siyasetimizde-insani ilişkilerimiz de birbirimizi ötekileştirmeden, kırmadan-dökmeden sevgi saygı içerisinde devam eder.

İzcioğlu; İnşallah

Durmuş; Beklentimiz o. Çok teşekkür ederim hocam. Sağolun.

İzcioğlu; Rica ederim.

EFESHABER (Selçuk/EYLÜL 2012)

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0