Ücretli öğretmenlik ve sıra dışı deneyimler - 2

12 Mart 2012 22:45 / 2746 kez okundu!

 


Erciş’teki ücretli öğretmenlik maceramın ikinci yılı Van - Erciş yolu üzerindeki Topraklı Köyü köyüne bağlı Deredam mezrasında geçti. Deredam, Van-Erciş karayoluna paralel konumlandırılmış, muhtemelen 2-3 km içeride bulunan bir yerleşim birimi.

Köyün yerleşimi kayalık bir alana yapılmış. Köy okulu 1978 yılında (yanlış hatırlıyorsam) yapılmış. Prefabrik yapı olan okul, iki binadan oluşuyor. Birinci binada ilk zamanlar bir müdür odası bir de sınıf yapılmış. Zamanla müdür odası sınıfa dönüştürülmüş. Burada birinci sınıflara ders veriliyor. Yandaki büyük sınıfta ise dört ve beşinci sınıflara ders verilmekteydi.

Diğer bölüm ise lojman olarak düşünülmüş. Burada da bir mutfak, küçük bir banyo, bir salon ve bir de oda var. Tabi bunlar da zamanla sınıfa dönüştürülmüş. Buradaki salon, sınıf olarak kullanılmaktaydı. Oda ise evrakların konulması için düzenlenmişti. Muhtemelen o odayı da okul öncesi sınıfı olarak düzenlemişlerdir.

Okula öğretmen olarak başladığımızda üç kişiydik. İki öğretmen kadrolu idiler. Benim sınıf, iki ve üçleri içeriyordu. Sınıfa girdiğimde adeta şok oldum. Derme çatma bir sınıfa girmiştim. Sadece pencereleri biraz yeniydi. Kapılar kapanmıyor, sıralar adeta yapışıktı. Sınıfta adım atacak yer yoktu. Bir öğretmen masası bile bulunmuyordu. Sınıfın klasik sıralı yapısını bozup masaları birleştirdim ve böylece kare bir masa elde etme yoluna gittim. Böylece öğrenciler karşılıklı oturup grup çalışması yapabiliyorlar. İlkin ikinci sınıflar için ders anlatıyor, onlara ödevler yazdırıp sonra üçüncü sınıflara ders veriyordum. Zamanla çocuklar alıştılar. Dersler pek verimli geçmese de ben, bireysel çalışmayı ön planda tutup öğrencilerin mümkün mertebe kendi başlarına bir şeyler yapmalarının yolunu bulmayı hedefliyordum. Çünkü kalabalık, küçük, hijyen ve fiziki şartların pekte yeterli olmadığı, üstelik birleştirilmiş bir sınıfta ne kadar verimli olacağım da tartışılırdı. Müfredattaki konuları anlatıp bireysel soru çözme, grup halinde çalışma, okuma etkinliği, alıştırmalar derken çocukların gittikçe daha iyi olduklarını gördüm. Zamanla bazı öğrenciler oldukça başarılı oldular. Her zamanki gibi bazı öğrenciler zayıf kaldılar.

Bu köyde okul çölde bir kerpiç eve benziyordu. Etrafında hiçbir ağaç yoktu. Bakımsız bir okuldu. Öğretmen arkadaşlarla kış gelmeden ilkin okulun kapılarını yeniledik. Ailelerden alınan ufak tepek paralar ve okulun bütçesiyle ahşap dış kapıları demir kapılarla değiştirdik. Tüm dış duvarları boyadık. Sonra ilçe tarım müdürlüğünden aldığımız yüzden fazla ağacı ve çocukların bahçelerinden getirdiği kavak ağacı dallarını okulun bahçesine diktik. Hatta okul bahçesinin bir köşesini de küçük bir koruluğa dönüştürdük. Köyde başıboş hayvanların ağaçlara zarar verebileceğini düşünerek diktiğimiz tüm ağaçların etrafını önce çıtalarla daha sonra kafes tellerle çevirdik. Bu çalışmalar birkaç haftayı buldu.

Okuldaki öğrencileri gruplara ayırdık. Sonra her akşam bunların sulanması için öğrencileri görevlendirdik. Neredeyse her öğrencinin bir ağacı vardı. Köylülerin ne bir yardımını gördük ne de desteğini. Hatta bizlere şunu bile dediler: “Hoca bunları boşuna dikiyorsunuz. Keçiler ağaçları kemirir ve ağaçlar kururlar” dediler. Ben de şu cevabı vermiştim: “Neredeyse hepinizin bahçesinde ağaç var. Hem kavak ağaçları hem de meyve ağaçları var. Eğer 1978 yılından beri her yıl birer tane ağaç dikmiş olsaydınız şimdi 78 ağaç vardı. Uzaktan bakınca burası çok güzel gözükürdü. Oysa uzaktan köy gözüktüğünde harabeyi andırıyor.”

Deredam mezrasındaki öğrencilerin sosyal zekâları oldukça ileriydi. Daha küçücük olmalarına rağmen ellerinde kürekler, kazmalar, boya fırçaları bizim yaptığımız her işe destek veriyorlardı. Okulun tüm dış duvarlarını boyaladığımızda da bizlere yardım ettiler. Dışarıda futbol başta olmak üzere değişik oyunlar oynuyor, üstelik futbol maçlarını da kızlı erkekli karışık halde oynuyorlardı. Gerçekten şehirdeki çocuklardan çok daha sağlam ve atiklerdi. Ne var ki okul dışında geliştirdikleri yeteneklerini eğitime yansıtamıyorlardı.

Sınıfa ilk girdiğimde kızların ve erkeklerin ayrı ayrı oturduklarını gördüm. Neredeyse tüm çocuklar akrabaydı. Sınıfın üçte ikisinin soyadı aynıydı. Diğer geri kalanlar ise değişik iki soyadı kullanıyorlardı. Onlar da uzaktan akraba sayılıyorlardı. Aileler tarafından bir şekilde öğretildiği haliyle erkekler ve kızlar sınıf ortamında oldukça mesafeliydiler. Neredeyse birbirlerine düşman gibi davranıyorlardı. Sanırım, toplumsal cinsiyet açısından baktığımızda kızların ve erkeklerin neyi nasıl yapmaları gerektiği daha küçük yaşlardan itibaren öğretiliyor. Özellikle toplumsal gözetim mekanizmaları, özellikle köyler gibi küçük yerleşim yerlerinde daha aktif çalıştığı için bunu böyle değerlendirmekte fayda var. Karşı cinsin iyi bir şey olmadığı ve onlardan sakınması, korunması gereken bir algı meydana getirdiği için ister istemez çocuklar arasında bir gözetici algı oluştuğu hemen anlaşılıyordu.

Birbirlerine karşı çok serttiler. İzin istemek yerine doğrudan eyleme geçmeye programlanmış gibiydiler. Bu durumu ilkin çocukları karışık oturtarak ve her eylemlerini gözlemleyerek bir nebze olsun değiştirmeyi başladım. Özellikle kız çocuklar arasında birbirine kaba davranma had safhadaydı. Aradan geçen bir aydan sonra baktığımda daha uysal ve sakin birer öğrenci oluvermişlerdi. Artık özür diliyor, “kusura bakma” gibi kelimeler çıkıyordu ağızlarından. Doğal bir ortamda yaşadıkları için gelişi güzel sözler sarf etmek pek de zor değildi onlar için. Bunları zamanla bir düzene ve belli kurallara indirgemeyi başardım. Çocuklara verdiğim her kitap mutlaka yırtılmış getiriliyordu ya da kayboluyordu. Sonra düşündüm de, demek ki okula dair bir mülkiyet algısı gelişmediği için bu insanlarda, ağaç dikme, okul işlerinden yardım etme, okula dair bir şeyler düşünme algısı da gelişmemişti. Çünkü köylü kesiminde genelde toplumsal fayda gözetilmez. Dolayısıyla ortak kullanım alanları olan camiler, kuran kursları vb. daha özel alanlar korunup geliştirilirken, okul gibi tamamen dışlarında olan ve sahipliğini devletin yaptığı bir kuruma dair bir sahiplenme duygusu gelişmemişti. Aynı duygular çocuklarda da vardı ve okul ait araş ve gereçler genelde hor kullanılıyordu.

Çocuklara bir kampanya düzenledim. Buna göre herkes harçlıklarını toplayacaktı ve bunları belli bir süre sonra bana getirecekti. Ben de bunlara toplu kitap alacaktım. Gerçekten de sınıfın çoğunluğu harçlıklarını topladı. Bir iki hafta sonra toplanan paralarla çocuklara hikâye ve kısa romanlardan oluşan kitap setleri aldım. Ortalama her çocuğa sekiz ya da on kitap verdim. Böylece artık küçük de olsa birer kitaplıkları olacaktı. Çoğu zamanla kitapları okudu. Baktım ki, gerçekten değer verilen şeyleri iyi koruyorlar. Her gün mutlaka ellerindeki kitapları kontrol ettin. Yırtılanları yeniden yapıştırdık, zamanla bunu daha iyi anladılar.

Çocuklara iyi örnekler gösterildiği vakip o yönde geliştikleri bir aşikâr. Kaldığım bir sene boyunca çocuklara bilginin sosyal zekâlarına nasıl adapta olacağı üzerine sürekli uğraş verdim. Hatta son derslerde çoğu zaman hikâye, masal, efsane dinlerdik. Bazı öğrenciler ailelerinden öğrendikleri efsaneleri anlatıyorlardı. Bunlardan birinden etkilenip bir efsane de ben derledim. Anladım ki, bu çocukların hayal dünyaları çok geniş. İnanılmaz şeyler düşünüyorlar. Bilim Teknik dergisi verdiğim Alper isimli öğrencim tam bir masal anlatıcısı idi. Çok zeki ve çalışkan bir öğrenciydi. Babası da çok bilinçli biriydi. Köyde kızını dışarıda yatılı okutan tek kişiydi yanılmıyorsam. Oldukça ileri görüşlü bir babaydı.

Okulda çocukların başka spor dallarına ilgi duymaları için diğer öğretmen arkadaşlarla bir tane basketbol potası yerleştirdik bahçeye. Bu çok hoşlarına gitmişti. Yine çocuklarla birlikte bir çukur kazdık, demir direği diktik ve çimentoyla yaptığımız harçla işimizi tamamladık. Yine her zamanki gibi köylüden hiçbir yardım alamadık.

Karneleri dağıttığımızda içimi bir önceki köyden ayrılırkenki hüzün kapladı. Hiç ummadığım bir kız öğrencim bir köşede durmadan ağlıyordu. Oysaki o her zaman mesafeli durmuştu bana karşı. Çok terbiyeli ve uysal bir çocuktu. Verdiğim her ödevi elinden geldiğince yapardı. Yanına gittim, “kızım neden ağlıyorsun” dedim. Hıçkırıklara boğuldu. Ne kadar da kötü oldum. Gözlerim doldu. Ama yapacak bir şey yoktu, oradan ayrıldım.

Okuldan sonra özellikle köyün muhtarını her gördüğümde ağaçları sordum. Maalesef hiç kimse o ağaçlara sahip çıkmamış. Onca emeğimiz boşa gitti. Her gün kontrol ettiğimiz, suyunu verdiğimiz, kuruduğunda yerine yenisini diktiğimiz o ağaçlar kurumuş. Gelen yeni öğretmenler de sahip çıkmamışlar sanırım. Zaten hep böyle olur ya, yaptıklarınız kısa bir zaman diliminde güzel bir film karesi olarak kalır o kadar.

Uzak da olmasa, orada bir köy var. Prefabrik bir okulda okuyan o öğrencilerle dijital sınıflarda okuyan öğrenciler arasındaki farkı görünce bir yanımız Batı, diğer yanımız Doğu. Bir önceki yazımda şunları yazmıştım, “Neden bu ülkede iki şey arasındaki fark birkaç asırda kapanacak kadar derinlerde oluşturuluyor? Bunu anlamak, anlamaya çalışmak ve anlamlandırmak o kadar zor ki.”

Bu satırın yazarı ilkokul 1’i bitirdiğinde henüz okuma ve yazma bilmiyordu. Okuma ve yazmayı 3’ncü sınıfa gelene kadar da doğru düzgün beceremedim. 1. sınıfı geçtiğimi evimizin yakınındaki motor tamirci ustasından öğrenmiştim. Karneme bakıp sınıfı orta derece not ile geçtiğimi söylemişti usta. Bir hakikati de görmüş olduk bu vesileyle; bu ülkede evrim geçirmişiz haberimiz yok.


İsmet TUNÇ

12.03.2012

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.