Özgürlük herkes içindir - İbrahim Akar

07 Mart 2008 05:38 / 2537 kez okundu!

 

1980 öncesinin en ateşli günlerinin İzmir'ini yaşamış, hapislerden geçmiş, her şeye yeniden başlayıp ODTÜ'de psikoloji okumuş, sonra da bu bilgilerini, kendimizi kişisel ve toplumsal sorgulamaya adamış bir yazar olarak İbrahim Akar'ın; türban, özgürlükler

1985 yılında, bir dönem Yarın dergisi yazı kurulunda yer almıştım. Orada bulunuş amacım, biraz da tekleşme sürecine yönelen iki ayrı siyasi partinin (TKP ve TİP) gençlik platformunda yakınlaşmasına katkı sağlamaktı.



O günlerde Yasemin Çongar arkadaş, Yarın dergisi adına, dönemin yasaklı siyasetçisi Demirel ile bir röportaj yapmıştı.



Tabii yasakçılar yasakçısı Demirel, kabak başına patlayınca, artık özgürlüklerin hamisi kesilmisti. Röportajda, yasaklara veryansın ediyordu!



Sıra Yasemin arkadaşın turnusol kağıdı sorusuna gelmişti: "Sayın Demirel, o zaman artık ülkemizde yasal bir komünist partisi kurulmasını da savunuyorsunuzdur."



Demirel'in yanıtı şuydu: "Bakınız, birilerinin komünist partisinin kurulmasından yana olması kadar, diğerlerinin de bunu engelleyebilme hakkı olmalıdır ki, özgürlük özgürlük olabilsin."



Anlayacağınız, Demirel özgürlüğü benmerkezci bir şekilde, öncelikle kendisi için istiyordu. :-)))




Yasakçılık kusurlu bir modernite uygulamasıdır


Türbanın yasaklanmasının kökleri, topluma prototip giyimi dayatan moderniteci yaklaşıma dayanır. Bu yaklaşım, sadece ülkemizde değil, dünya genelinde insanların zamanla batılı normlarda tekleştirilmesini amaçlamıştır.



Ve işin özünde, bu yasakçılık kusurlu bir modernite uygulamasıdır. Batı kültürünün, kendi dışındaki
toplumları asimile ederek tekleştirme çabasının parçasıdır. Önceleri açık sömürgecilik döneminde,
zorunlu asimilasyon uygulamaları ile dayatılmış, sonrasında gizli sömürgeciliğin raconuna uygun bir
dolaylılıkta sürdürülmüştür.



Ulusal kültürler böylece, zamanla sadece kırsal alanda yaşatılan folklorik değerlere dönüştürülmüştür. Kentsel alanlar, batının tek tip kültürünce teslim alınmıştır. Bireyler ve beğeniler, tornadan çıkmış halde birbirine benzeşmeye başlamıştır.



Ülkemiz somutunda, güzelim kasaba ve köy düğünleri ile kentlerdeki renksiz iki çalgı bir kalgı düğünler, buna örnektir. Keza, şalvarlı insanların Erzurum’da kayak yapmalarını komik buluşumuz da, dayatılan bu kültürü ne kadar içselleştirdiğimizin bir göstergesidir.



Batı kendi değişim sürecini, farklı coğrafyalara, hemen her konuda, en rasyonel uygulama olarak
yaymıştır. Devletin organizasyon şekli ve yönetim süreçlerinden tutunuz, bilim normlarının
belirlenmesine kadar, bu böyledir.



Uluslararası moda sektörü de, aslında bu sürecin en önemli halkası olmuştur. Benimsetilmiş zevkler moda, bunun dışındakiler ise demode sayılmıştır. Bu mantığa göre, burun ve kaşlarında hızmaları ve dövmeleri olan Hintli kadın, daima demodedir ve geridedir. Ancak dövme ve pierching, bir moda ikonuna dönüşünce, uygulayıcılar demodelikten kurtulmuş ve çağdaşlaşmış olurlar.



Batının tek renkli toplumuna en ciddi tepki, Hippiler’den geldi. Onlar, kapitalist sistemin
kendilerine dayattığı yapay değerleri topyekün reddederek, insanlık tarihinin en özgür çocukları
oldular. Grileri, kahverengileri, lacivertleri reddederek, giyim kuşamlarını gökkuşağının bütün
renkleriyle donattılar. Yağmur sonrası gökyüzü açılırken ortaya çıkan gökkuşağını, zamanla
özgürleşmenin simgesi haline getirdiler.



Ne yazık ki onlar da, süreç içinde, karşı çıktıkları üniformik giyimi tam ters köşeden yarattılar. Giderek, rengarenk üniformalarıyla dolaştılar.



İçimize sinen sömürgeci zihniyet



Peki şimdi, farklı olma özgürlüğünü niye bu denli yanlışlar zemininde tartışıyoruz?



Giyim kuşam özgürlüğüne karşı çıkarsak, Hippiler’i nasıl olumlayabiliriz? Sih’in kavuğunu, Hindu’nun
sarisini, nasıl normal karşılayabiliriz? Dünyanın farklı yaşam ve giyim kültürlerini nasıl
koruyabiliriz?



İçimize sinen bir sömürgeci zihniyetten söz etmemiz, acaba bir abartı mı olur?



Özgürlük, hiç kimse tarafından tasarruf edilemeyecek bir bütündür.



Düşünce özgürlüğü nasıl herkes içinse, giyim kuşam özgürlüğü de herkes için olmalıdır.



Yoksa yaşadığınız toplumu, o toplumu oluşturan kültürel renklerinden arındırmış olursunuz.



Ne devletin, ne insanların, çoğunluğa tapınma duygusunu yüceltmeye hakkı yoktur. Bunu kabullendiğiniz an, kanunlar gayrı kanuni hale gelir ve statükoculuk adına herşey meşru sayılır.



Meşruluklar, meşruiyet hakkını yasalardan değil, toplumdan alırlar. Topluma rağmen oluşturulan ve
dayatılan bir yasa, sadece gayrı meşrunun meşru kılınmasıdır. Zamanla ters yüz olması da kaçınılmazdır.



Özgürlükten yanaysanız, statükocu devlet anlayışının hamiliğine soyunamazsınız. Aksi durumda, karşı
çıktığınız şey, kendi özgürlüğünüz olur.



Bu nedenle özgürlükler kuşa çevrilmemeli, bir bütün olarak ve herkes için savunulmalıdır.



Her mesele, barındırdığı paradokslar dahilinde yorumlanmalıdır. Meseleleri paradokslarını dikkate almadan değerlendirmek, ne yazık ki yanlış anlamalara zemin hazırlayabiliyor. Böyle olunca da, karşı eleştiriler, yanlış noktalara yöneltilebiliyor.



Özgürlükler ve türban



Özgürlüklerden söz edince güncel bir konu olan türbana değinmemek olmaz.



Öncelikle, türban yanlısı değilim, türbana karşıyım.



Ancak, özgürlüğü kıyısı köşesi mıncıklanmayacak bütünsel mesele olarak gördüğüm için, insanların
türban takma hak ve özgürlüğünden yanayım.



Türban takanların çogalmasını, negatif ilerleme olarak görüyorum. Türban takma özgürlüğünü ise, pozitif ilerleme...

Bireysel farklılıklarımızı, bir tür var olma hakkı olarak gören bilinçli bireyler olarak, bunları ayrıştırabileceğimizi sanıyorum.



Tersine sorular sormadan, paradoksları aşabilmemiz ve doğru cevabı bulabilmemiz zordur.

Kendini dışlanmış ve ötelenmiş hisseden türbanlı birinin karşısında, etik olarak devletin yasakçı
tutumundan yana mı, yoksa bireyin kendisi olabilme hakkından yana mı olacağız? (Benzer soru,
paradoksların ortaklığı nedeniyle, Kürt meselesi için de sorulabilir.)



Kendimizle bizim gibi düşünmeyenlerin hak ve özgürlük eşitlenmesini, nasıl ve neye göre sağlayabileceğiz?



Ben bu nedenle, konunun genel hak ve özgürlükler kapsamında yorumlanmasından yanayım. Toplumsal çatışma yerine, toplumsal uzlaşmayı, çözüme daha yakın bulmaktayım.



Statükoculuk, muhafazakarlık ve çözüm kültürü



Dini, bir inanç sistemi olması nedeniyle, bilimsel sorgulama kapsamına alamayız. Çünkü, dinsel önermeleri ne doğrulamak ne de yanlışlamak mümkündür. İnanıyorsanız doğrudur, inanmıyorsanız yanlıştır. Bu nedenle, inanç özgürlüğü ile inancın insanı köleleştirmesini, aynı parantez ya da paradokslar dahilinde değerlendiremeyiz. Nasıl ki inanç özürlüğünü savunmak dini savunmak değilse, türban özgürlüğünü savunmak da türbanı savunmak değildir.



Konu bir kamplaşma siyasası kapsamında değerlendirildiği ve dayatıldığı için, taraflar ne
yazık kı meseleye uzlaşmazlık temelinde yaklaşıyor. Bu ise toplumu, çözümsüzlüğün muhafazası parantezine hapsediyor çünkü statükoculuk sorunların çözümüne değil, muhafazasına yakındır.



Çözümsüzlüğün doğal uzantısı olan "çatışmanın muhafazası", toplumsal konsensusu ve bunun yansıması
olabilecek siyasi çözümleri de imkansızlaştırır. Böylece ülkenin kaşınan noktalarından siyasi fayda
sağlamayı amaçlayanların da ekmeğine yağ sürer.



Dayatmacı politikalar, gittikçe sertleşen ikilemleri temel alırlar. Doğal olarak da toplumsal kamplaşma politikalarına dayanırlar. Buna "sarkaç etkisi" de diyebiliriz. Karşıtlar uyguladıkları karşı kuvvetle, birbirini zıt uçlara doğru ötelerler. Giderek ne uzlaşmacı çözümlere ne konsensusa zemin kalmaz. Çünkü taraflar, birbirini artan ölçüde öteleyen ve reddeden konumda konuçlanmıştır. Bu durumda, tarafların manipülasyonu da kolaylaşır. Çözümsüzlükten yarar sağlayacak güç ve karar mercileri, bunu siyasi ranta kolayca dönüştürebilir. Aslında buna "tersine senmdrom" da diyebiliriz. Karşıt sanılanlar, aslında eldivenin ters yüz hali kadar aynılıklar taşırlar ve
giderek birbirine benzerler.



Türkiye solunda Kemalizm etkisi



Türkiye solunun teorik ve pratik açılımlarında Kemalizmin etkileri malumdur. Ülkemizde neredeyse her solcu ya da komünist, Kemalist olarak doğmuştur. Kemalizm'in değerlerini solculuk olarak algılayıp, zamanla düşünsel degişime yönelmiş, ancak bu etkilerden de tümüyle arınamamıştır.



Kemalizm pek çok konuda, ülkedeki siyasi çizgilerin genel devlet ideolojisine kooptasyonuna yol açmış ve ideolojik açıdan yeterince bağımsızlaşmasını ve kendisi olabilmesini önlemiştir. Bu sol için de, sağ için de geçerlidir.



Statükocu yaklaşımlar ve kapitalist devletçiliği sosyalizmin doğasına uygun bir değermiş gibi
kabullenmeler, devlet kapitalizmine uyumlu ideolojik sapmaların da yolunu açmıştır. Son yıllarda solun özelleşmeyi olumlayan tutumu aslında bir liberal sapma değil, kendi özüne rücudur.



Bugün yaşanan en önemli gelişme, statükoculuğun merkezinden uzaklaşan güçlerin -sağda ve solda-
giderek çoğalması ve toplumun sınıfsal ve siyasi dengelerini hızla ve kontrolsüz şekilde değiştirmesidir. Merkezkaç etkisiyle statükoculuğun etkisinden kurtulan kesimler, henüz kendilerini
yeterince net konumlandıramadıkları ve bağımsız tutumlarını oluşturamadıkları için, hem teoride hem
pratikte, birbirine karışan yaklaşımlar sergileyebilmektedirler.



Statükoculuğu reddeden sol ve sağ cenah (somutta özgürlükçü sol ve AKP), merkezin dışına savrulurken, pek çok konuda benzer tepkiler geliştirebilmektedir. Bu çok doğaldır, çünkü tepkili oldukları güçler aynıdır. Dolayısıyla tepki şekilleri de kısmen benzeşiktir. Ancak bunu, her ikisi de aynı kefedeler diye yorumlamak doğru değildir. O zaman, bu tür bir eleştiri yöneltenler de, öncelikle statükocularla ayni kefede olmalarının hesabını vermelidirler.



Solun özgürlüğe bakışı, öncelikle statükocuların kuyruğuna takılanlardan ayrışmış bir değerler
manzumesinden oluşmalıdır. Artı, merkezin dışında kalan ve salt bu nedenle kendine daha yakın
bulunanlardan da ayrışabilmelidir.



Aksi durumda, kamplaşma ya da sarkaç siyasetinin, yani çözümsüzlüğün parçası haline gelirler.



Bu devlet göstermelik demokrasiyle bile çok rötarlı tanıştı. Göstermelik olduğu için de, oluşan güdük demokrasi askeri darbelerce kolayca telef edilebildi. Statükoculuğa temel taşı oluşturan kuvva ve askeri devlet gerçeği, orduya sorgusuz, sualsiz ve koşulsuz saygı geleneğini oluşturdu. Bu durum, tıkanıklık oluşturan konularda sivil ve resmi kurum tepkilerini güdükleştirdi, hatta anlamsız kıldı. Halkın darbelere karşı kitlesel tepki geleneğinin olmayışı; devletin yasama, yargı ve yürütme kurumlarının askeri güç odaklarına kolayca boyun eğmesi, önemli ölçüde buna bağlıdır.



Bunun içindir ki, Türkiye’de pekçok konu Kemalizm'in "tabula rasa"ları kapsamındadır. Özgürlüğün önündeki engelleri yıkmak için, beyinlerimizin özgürleşmesi şarttır.




Özgürlük yolunu tıkayan mı olacağız, açan, kolaylaştıran mı?



Özgürlük, bir kesim için dikensiz gül bahçesi oluşturma eylemi değildir. Özgürlük doğaya benzemek
zorundadır. Herkes, kendini yeşertebileceği toprak, su ve hava koşullarına sahip olabilmelidir.



Aksi durumda, şekilcilikle (buna mevzuata uydurmak da diyebiliriz) kar leoparlarını, ekvator leoparları ile aynı ortam ve şartlarda yaşamaya zorlarsınız, ki isteseniz de olmaz!



Akıntıya istediğiniz kadar karşı durun, sonuçta su akıp yolunu bulur, toplum kendi dengelerini kurar. Ama öncelikle bizlerin, kendimizi özgürlüklerin yolunu tıkayan değil, açan güçler olarak konumlandırması gerekiyor.



Yoksa, bu ülkedeki neredeyse tum musibetleri başımıza saran statükocu devlet; başta ordu ve son kaleleleri olan Yargıtay, Danıştay gibi kurumlar aracılığıyla, sivilleşmeye dönen toplumsal tekere çomak sokmayı her koşulda sürdürür. Üstelik, bir anda anti-Amerikan kesilerek, kendini ulusun ve ulusal bağımsızlığın bir numaralı hamisiymiş gibi yutturur, islami gericilik ve statükocu devlet ikilemi arasında şuurunu kaybederek kendisine bir başka kulvar açamayan bazı sol kesimleri
de kolayca yanına alır...



Zaten solun bazı kesimlerinin, farklı kulvarlardan sağcılaşması da, bu durumun eseridir.



Kemalist kökenli statükocu solculuğun, türbanı özgürlüğün paydası olarak görmemesi biraz da buna
dayalıdır. Çünkü devletçidir ve bu nedenle devletin ilkelerini rahatça solun temel ilkelerinin, örneğin özgürlüklerin önüne koymaktadır. Giderek de, sağ söylemlerin sol versiyonuna dönüşmektedir.



Şu soruyu sormak isterim; statükocu devletin yanında ve ona payanda olmak mıdır solculuk? Ya da toplumsal sivilleşme yanlısı merkez dışı AKP gibi sağ cenahtan unsurlarla örtüşmek mi?



Sol, bağımsız bir çizgi oluşturabilmek için, öncelikle kendini bu ikilemler sarmalından kurtarmalıdır...



Sol, sorunlar karşısında kendi bağımsız yaklaşımını oluşturmalı, özüne yakışır çözümler üretebilmelidir...



Yoksa zıt kulvarlarda yer alan sol karşıtlar, yanlış güç birliklerine ve çözümsüzlük hatlarına savrularak, karşıt noktalardan çıksalar bile, nihayetinde sağ politikalara yönelip, sağ siyaset yapmaya başlarlar. Oysa o alan zaten doludur ve kendisine ait değildir.



Örneğin, sosyalizmi ulusalcılık sosuna bandırırsanız, nasyonal sosyalizme doğru yelken açarsınız. Tarihte örnekleri fazlasıyla mevcuttur.



Bugün sol adına sağ politikaların savunulması ve hızla sosyal şovenizme yönelen ulusalcılık, ülkemizde benzer bir sürecin işaretlerini veriyor.



"Özgürlükçüyüm ama salak değilim" derken özgürlükçüleri aşağılamak



Benim gözümde, bir insanın başını zorla açmakla zorla kapatmak birbirinin zıddı gibi görunse de, özünde aynı eylemdir. Her ikisi de özgürlüğe tahammülsüzlüktür ve temel hak ihlalidir.



Bu nedenle, karşındakinin özgürlüğünü savunmadan kendi ozgürlüğünü savunamazsın ve koruyamazsın
düşüncesindeyim. Bu nedenle, özgürlük ayırımsız herkes için olmalıdır diyorum.



Özgürlükleri kendin için istersen, bunun adı özgürlük olmaz. Bu anlayış pratikte özgürlüğün kendine
yabancılaşmasına, hatta kendi zıddına dönüşmesine ve totaliter nitelik kazanmasına yol açar.



Marksist solun yaşadığı en önemli paradoks, bu nedenle yıllardır özgürleşme karşısındaki karmaşık tutumudur. Kapitalist toplumda maksimum özgürleşme istemi, nedense sosyalist toplumda kendine yer bulamaz.



Gerçekçi çözümlerde, parametrelerin öznel olmaması zorunluluğu vardır.



Herkes özgürdür ama birileri daha özgürdür derseniz, eşya tabiatına yabancılaşır. Özgürlük anlayışınız, birilerinin özgürlüğü, diğerlerinin ise köleliği haline gelir.



Tıpkı, herkes eşittir ama birileri daha eşittir anlayışı gibi, öz kendini tahrif edecek hale dönüşür.



Bu tür durumda eşitlik, ayrıcalığın yolunu açar ve pratikte kendi özüne yabancılaşır.



Mühim olan, yolun sağında ya da solunda olmanız değil, istikametinizdir!



Çıkış noktanla varış noktan, pek çok durumda tümüyle farklı olabilir. Mühim olan düştüğün değil, çarptığın yerdir!



Aksi takdirde, "Özgürlükçüyüm ama salak değilim" türü söylemlerle, özgürlükçü güçleri aşağılayan
politikalar üretmeye başlanır ki, maazallah işin ucu, egemen devletin ideolojik ve pratik taşaronluğunu üstlenmeye kadar uzanır.



Ya da, şöyle ifade edelim, paradoksları dikkate almadan rasyonel çözüm üretmek mümkün değildir. Yoksa karşımızdakinin yanlışlarına kilitlenir, olası yanlışlarımızı göremeyiz.



Ve yazımın başında da vurguladığım gibi, Sayın Demirel’in 1984’lü yıllardaki özgürlük anlayışının
bile gerilerinde bocalamayı sürdürür dururuz.




İbrahim Akar

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.