Hakan Akçura: 'Her şey geriye her an sarabilir'

11 Aralık 2009 20:17 / 2204 kez okundu!

 


Aşağıdaki metin, 1 Haziran 2009'dan bu yana Batman'da çıkan ve 13 ile dağıtım yapan Duruş Gazetesinin kültür sanat editörü Hasret Birsel'in benle geçen hafta internet üzerinden yaptığı, bugün, gazete yazı işlerinin "yayın politikalarına uygun olmadığı için" yayınlamama kararı verdiğini öğrendiğim röportajın tam metnidir.

Bugünlerde gazetenin editör imzalı yazısı şu ilkeye işaret ediyor: "Kuşkusuz yapıcı, geliştirici ve düzeltici olduğu sürece herkes eleştirilebilir. Basının temel görevi budur." Oysa görüyoruz ki, bu ülkenin batısında olduğu gibi doğusunda da kimi medya kurumları, iki ayrı "resmi ideoloji"den besleniyor olsa da "aslında 'nasıl' değil, 'neyin' eleştirildiğine bağlı olarak", benzer kaygılarla, benzer reflekslere sahip. Ne yazık ki! Hakan Akçura

Kısa film yönetmeni, şair, makale yazarı, ressam, video ve performans sanatçısı, tasarımcı, kısaca çok yönlü bir sanatçısınız. Bütün bunların dışında Hakan Akçura, kendisini nasıl tanımlıyor?

Ben neredeyse sadece göründüklerimim zaten. Şunlar da eklenebilir, siz oralardan göremediğiniz için: Baba, eş, kültür emekçisi, politik aktivist, liberter sosyalist, göçmen, işsiz, egeli, melez, oğul, kardeş, arkadaş, yoldaş.

Sizin Stockholm’e yerleştikten sonra oradaki sistemle ve yabancılarla ilgili çok ciddi ve ses getiren bir çalışmanız oldu. Bize bu çalışmanızdan söz edebilir misiniz?

Birden çok çalışmam oldu göçmen politikasıyla ilintili. Üçü burada anılmaya sanırım değer:

İlk yıllarımda, oturma ve çalışma izninin yenilenmesi için aylarca bekleyen on bin kadar göçmenden biri olarak, videoya kaydettiğim 51 dakikalık konuşmamı ve yakın plan yüzümü bir “açık mektup” olarak İsveç Göçmen Dairesi’ne yolladım. Onların soracağını düşündüğüm ve asla sormayacağını bildiğim soruları cevapladım.

Bir diğerinde, metro çıkışlarında gazete dağıtırken, her gelene “günaydın” diyerek ilişki kurmaya çalışmamı ve bu ilişki biçiminin sonuçlarını gösteren bir video performans yaptım.

Ama herhalde sisteme yönelik en ses getiren işim “Bir eksik” adını taşıyan, sabundan pastalarımdı. İçlerinde, İsveç’in on yıllarca süren kısırlaştırma politikasının kurbanı samilerin, valonların, çingenelerin ve eşcinsellerin resimleri ve kullanılmış dosya artıkları ile devletin hala yasal tıp hizmeti vermediği yasadışı mültecilerin gitmek zorunda kaldıkları, onlara gönüllü hizmet veren gizli tedavi kurumlarından topladığım kanlı, irinli artıklar birlikte yeralıyordu. Steril kelimesinin çift anlamlılığında –kısır ve temiz-, İsveç’in geçmişte kendinden olmayanı ancak kısırsa, şimdi ise ancak “temiz”se kabul eden devlet politikasını tartışmaya açıyordu.

Aslında size soru yöneltmekten ziyade, öncelikle, başlık başlık çalışmalarınızı ve bunları yapmaktaki amacınızı sorsam daha anlamlı olacak diye düşünüyorum. “Nefret tünelinde Aşk" çalışmanız bildiğim kadarıyla istediği sonuca ulaşmadı. Neydi “Nefret tünelinde Aşk”?

2007’de sayısı hızla artan, internet forumları, haber sitesi yorumları ve sohbet kanallarında kullanılan ırkçı mesajları ve sesleri topladım. Türklerden kürtlere, kürtlerden türklere akan… Bunları, bir yanı kürt, biryanı türk olan ilişkilerin gönüllü kaydedeceği ve kendi aşklarını bu nefret mesajları ve seslerine karşı istedikleri biçimde konumlayacakları videolarla birlikte sergilemek istiyordum.

Bir çağrı yaptım, derdimi anlatan. Çok destek ve çok katılım isteği aldım. Sadece bir yanı türk, diğer yanı kürt olan değil, türk-ermeni, türk-arap, sunni- alevi çiftler, çift ulusal kimlikli eşcinsel ilişkiler vardı, katılım videolarını beklediğim… Tümü tembel çıktı ve o sergi gerçekleşmedi.

İlginçtir, aynı yıl bu çağrımın haberiyle bir gazeteci, Vercihan Ziflioğlu, “Kültürel Diyalog için Avrupa-Akdeniz Gazetecilik Ödülü”nü kazandı. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, ödül törenine katıldı. O dönemde türk ve kürt ırkçılarından çok fazla tehdit ve saldırı aldım. Yani en azından bunlara neden oldu yaptığım...

Birçok konuda duyarlı olduğunuz gibi Kürtler ve Kürt sorunu konusunda da çok duyarlı olduğunuzu biliyoruz. Kürtlerin çok tepkili olduğu hem devletin, hem de PKK'nin itirafçısı konumundaki Abdülkadir Aygan’la çok uzun bir söyleşi gerçekleştirdiniz. “Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan'ın ya da Türkiye'nin karanlık 22 yılının portresi: Gerçekler bilinsin yeter!" adı altındaki bu çalışmanıza nasıl tepkiler aldınız?

Öncelikle ben tanımlamanızın tersine, hala tepki duyanlar bir yana, Aygan’ın, tüm bu geçen zaman içindeki duruşu, itirafları, açıklamaları ile artık birçok kürt tarafından dost bilindiğini, türk ve kürt bir dizi demokrat örgüt ve kişinin desteğini kazandığını bildiğimi söylemek isterim.

“Gerçekler bilinsin yeter!”, internet üzerinden yayınladığım 3,5 saatlik bir video. Aygan, bu videoda, üç ayrı kimliğiyle, PKK’nin Abuzer’i, JİTEM’in Şerif’i ve Kadir olarak sorularımı cevapladı. Çift taraflı itirafçı kimliğiyle bu 22 yıla dair bildiklerini ilk kez bu kapsamda ve kronolojik olarak aktardı.

En başlarda birkaç genç ve cesur gazetecinin marifetiyle tanıtıldığı Tempo dergisi dışında hiçbir gazete, dergi ya da tv kanalı bu videodan bahsetmedi. Ama birkaç istisna dışında tüm medya, benim ve videonun ismini vermeden görüntülerini yüzlerce kez kullandı. Kulaktan kulağa aktı internetten yayınlandığı bilgisi ve bugüne kadar en az 19,000 kişi izledi. Değişik kampus ve kahve gösterimleri için benden dvd’si istendiğinde gönderdim.

Bence hala gündemde kalmayı hak eden ve PKK ve JİTEM gibi iki yasadışı örgütlenmede yeralan ve her ikisine de ihanet eden birinin, tüm bu karmaşık sanılabilecek yolculuğu, ne kadar aynı ahlak ilkeleri ve mantık dizgesi ile rahatça akılcılaştırabildiğini göstermesiyle de öğretici bir kayıt. Her kürt anasının, her işsiz kürt gencinin, her yorgun kürt babasının izlemesini isterim ben hala, milyonlarca türkün yanı sıra…

Düşünebileceğiniz her türden tepkiyi, defalarca aldım: Tehdit, saldırı, küfür, teşekkür, olumlama, göklere çıkarma, aşağılama, küçümseme, sadece bir bölümünü -ya PKK’ye, ya da JİTEM’e dair bölümünü- anlamlı bulma… Beni ise en çok kaç kişiye ulaştığı ve kaç kişinin izleyebildiği ilgilendiriyor.

Biliyorsunuz o çalışmanızdan sonra Abdülkadir Aygan’la ilgili bir makale yazdım, belki yazarken taraf oldum. Siz söyleşiyi tarafsız gerçekleştiren biri olarak, o söyleşi esnasında, sizi çok rahatsız eden ya da duygulandıran bir şey oldu mu? Buna bağlı olarak Aygan’ı dinlerken tarafsızlığınızı koruyabildiniz mi?

Ben Aygan’a da söyledim, basın açıklamalarımda da aktardım: Onla tanışmaya gittiğimde elini sıkıp sıkamayacağımı bile bilmiyordum. Çok gerçek ve olabildiğince samimi bir insandı bulduğum. İtiraf onun için sadece bir arınma değil, aynı zamanda olmasını dilediği bir gelecek için çaba göstermekti de… Bulunduğum, bulunmam gereken nesnel uzaklığı rahatça korumaktan öte, çekincesiz elini sıkarak ayrıldığım bir insandı Kadir o kayıt sona erdiğinde…

Çekimler sırasında rahatsız olduğum tek şeyi, aslında kaydı izlerken sizler de gördünüz: Oğlunun aralarda konuşmaya tanık olması. Zaten Aygan da rahatsız oldu ben uyarınca ve çıkardık odadan…

Sizce sanatçı tarafsız mıdır?

Gerçek sanatçı bağımsızdır, tarafsız değil. Muhaliftir ve her zaman taraftır.

Atatürk’ün yüzünü silerek oluşturduğunuz “Kemalizm bir ibadet biçimidir” isimli afişiniz polislerce incelenmeye alındıktan sonra savcılığa gönderdiğiniz savunmanızda “Birbirine karşı görünen radikal İslamcılar ve anti-demokratik Kemalistler aynı tapınma biçimiyle davranıyor,” dediniz ve düşünme, yaratma bunun da ötesinde insanlık hakkınız olan bir şey yaptığınızı söylediniz. Kemalizmin Türkiye’de bir din gibi algılandığını mı düşünüyorsunuz?

Öncelikle, “Kemalizm bir ibadet biçimidir” sözünün Murat Belge’ye ait olduğunu belirtmek, sorumluluğum. Ben bu cümlenin ilhamıyla Atatürk’e, bir peygamber, Muhammed suretini yakıştıran ve bunu yapmakla yargılanmanın kıyısına gelmiş olan bir sanatçıyım sadece…

Evet, Kemalizmin Türkiye’de, resmi devlet ideolojisi olarak, bir dinin sahip olabileceği bir etki alanı ve güçle/zorla kitlelere dayatıldığını, özellikle anti demokrat, milliyetçi türk ve kürt kemalistlerce de böyle taşındığını söyleyebilirim. Ben afişi yaptığım günden bu yana kemalist resmi ideoloji çok daha rahat tartışılabilir, sorgulanabilir bir hale geldi. Bu çok ses getiren afişle bunda küçük bir katkım olduysa sadece sevinebilirim.

Sizin ifade ettiğiniz gibi, “Gerçekler bilinsin yeter!” diyerek sisteme ve sistemin yanlışlarına yüreklice karşı çıkacak sanatçıların çoğalması, toplumun değişim ve dönüşümünde nasıl bir rol oynayabilir? Bizde sanat ve sanatçı bu rolünü yerine getirebiliyor mu?

Yine sorumluluğum belirtmek: Videonun ismine taşıdığım bu cümlenin de sahibi, izleyenler hatırlayacaktır, ben değilim, Abdülkadir Aygan.

Sorunuzun cevabına gelince, yıllar önce yayınladığım bir manifestoda, kendimi şöyle tanımlamıştım:

“Ben bir open flux sanatçısıyım. Kaygı ve sorumlulukla yaratmaktan geri duramayan günümüz sanatçılarının sahip olmaları gerektiğine inandığım şu nitelikler, benim yaratımımın da hedefidir: Zamanın ruhu’na (zeitgeist) bir kez daha tanıklık etmek yani giderek daha boka batan bu yerkürede daha muhalif ve radikal olmak. Yaratımlarının mülkiyet sorunlarından daha çok, yaygın dolaşım ve paylaşımını önemsemek. Bağımsız olmak. Yol gösterici, zihin açıcı, sorunlara yeni tanımlar önerebilen bir sanatçı olmanın yanısıra, her türlü etkileşim ve iletişime açık, gerektikçe oyun kurucu olmayı becerebilen bir sanatçı da olabilmek. Elitizm batağına da, popülizme de düşmeyen bir cesareti, özgünlüğü ve niteliği varetmeye, ötesi hep korumaya çalışmak.“

Günümüz sanatçılarının sahip olmaları gerektiğine inandığım bu nitelikler, bugün birçok sanatçıda var. Geçen ay İstanbul’da açtığımız ve benim hem “Gerçekler bilinsin yeter“, hem de “Ceylan’dan bize kalan: Şahmeran“la katıldığım “Pis Hikaye“ başlıklı grup sergimize katılan 17 sanatçıda mesela...

Günlük hayata, toplumsal sürece müdahil bir sanatçı olmak, ne benim, ne bu 17 sanatçının, ne de bizler gibi olan diğer sanatçıların yaratımının ana özü ve damarı değil aslında. Bu, daha genel yaratım istek ve potansiyelimizin, daha rahat görülebilir ve muhalif karakterimizle örtüşür bugünkü seçimi sadece. Sanatçı arkadaşım Erdağ Aksel’in geçenlerde bir röportajda dediği gibi:

“Ama tabii ki her zaman sadece siyasi sanat üreteceğiz, ya da her siyasi eylemimizi sanat ürününe dönüştüreceğiz diye bir önkoşul yok. İyi ki de yok. Aşk üzerine de sanat yapabilme hakkımız, sanatla ilişkisiz siyasi eylem yapabilme hakkımız kadar kıymetli.“

Son günlerde Kürtlere karşı gelişen ırkçı saldırılara karşı “Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı” adı altında bir çalışma yaptınız bize bu çalışmadan söz edebilir misiniz?

22 Kasım 2009 günü İzmir’de Ahmet Türk’ü havaalanında karşılayan DTP konvoyuna saldırıldığını öğrendiğimde, olayla haberler ve ilgili fotoğraflar ile video kayıtlarını aradım, buldum. Okudum, gördüm, seyrettim. Konuyla ilgili ilk yaptığım çalışma beni çok etkileyen –ertesi gün herkesi etkilediği anlaşılan-bir fotograftan yola çıkarak yaptığım "Dikilmesi mümkün 'İzmirli ırkçılar' heykel tasarımı"ydı.

Ertesi gün, daha çok konvoyun da hiç masum olmadığını “gösteren” bir başka kayıt ortaya çıktı. Bu kayıtta, konvoydan bir arabanın yol kenarındaki saldırgan ya da protestocuların üzerine nasıl da aniden, çok tehlikeli bir biçimde çıktığını gösteriyordu. Saldırıyı meşru kılmaya çalışanlar çok sözetti, çok yaygınlaştırdı bu kaydı. Bense onu izlediğimde, en çok kaydı yapan ya da kaydı yapanın yanında yeralan kadının çığlıklarından etkilendim: “İndirin onu, indirin onu, ulan indirin onu!” diye bağırıyordu kadın. Yani? “İndir onu ve döv” mü diyordu yoksa “İndir onu ve linç et! Gebert!” mi? “Polise haber verin o sürücüyü, plakasını alın!” filan demiyordu mesela…

Ardından 4 gün boyunca, benim ilk tasarımımın kaynağı olan fotografı haberlerinde kullanan, başta “En son haber” ve “Hürriyet” olmak üzere birçok haber sitesinin okuyucu yorumlarını okumaya, okudukça da dehşete düşüp biriktirmeye başladım. Nihayet 26 Kasım’da okuduğum, elediğim, tüm ırkçı okur yorumlarının yeraldığı ve sorunuzun kaynağı olan “Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı”nı tasarladım ve internet üzerinden yayınladım.

Yazıt hala yayında… Blog sitemden hem ona, hem diğer yazdıklarıma ve yaptıklarıma ulaşabilirsiniz.

Çalışmanızın tam adı, “Kürt Ulusuna, Kürt İnsanına Yönelik Gelişen Nefret Dolu Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı” adını taşıyor. Doğrusu, orada yazdığınız Kürt Ulusu söz hemen dikkatimi çekti. Kürtlerin bir Ulus olduğunu söyleyen Türkiyeli birilerine rastlamak nerdeyse hiç mümkün değil. Kürt halkı deniliyor ama Ulus olayına gelince evlenip güveleniyor Türklerde. Türkiyeli insanlardan bu söyleminiz yüzünden tepki aldınız mı?

Elbette aldım. Önce “ulus”un ne demek olduğunu bilmem gerektiğini söyleyenden, kürtlerin neden bir ulus olamayacağını şu ya da bu tonda tarif edenlere kadar yüzlercesini. Çok bol da tehdit!

Oysa benim tuzum kuru. Ben 1978’lerden, yani 16 yaşımdan beri kürt ulusunun varlığından, haklarından, mücadelesinden söz eden bir insanım. 1982’de beni ve arkadaşlarımı sorgulayan işkencecilerin, bizle tartışırlarken göz attıkları masalarının üzerindeki bir dizi kitaptan biri her zaman, “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”ydı.

Hakan Akçura Kürt Sorununu nasıl tanımlıyor?

Sorunun kuramsal tarifini vermekten çok bugününe bakarak yazmaktan yanayım. Çok özetle şunları söyleyebilirim:

Bugün dört ayrı ülkeye yayılan kürt coğrafyası içinde yaşayan kürt ulusu, tarihi boyunca neredeyse ilk özerk devlet örgütlenmesini Irak’ta kurabildi. Bu süreç Irak’ı işgal eden ABD ile girilen ittifak sayesinde yani bence ne nedenle olursa olsun girilmemesi gereken bir ittifakla başlamış ve sonuçlanmış olsa da, diğer üç ülkedeki kürt ulusal mücadelesinde de büyük ivme yarattı; birkaç yıl içinde her birinde ama en çok Türkiye’de yüzlerce kazanıma yol açtı.

Bu kazanımların en önemlisi ise, Türkiye’deki demokratik cumhuriyet mücadelesine verdiği ivmeydi. ABD’deki siyasal değişimin ve artık büyük bir çoğunluğunu AKP’nin temsil ettiği büyük burjuvazinin gereksindiği daha “temiz” ve artık kürtlerle savaşmak istemeyen bir devlet isteğinin de etkisiyle, ilk kez, hatasıyla eksiğiyle onlarca yıldır ülkenin tüm yaşam kanallarına zehir, kan ve ölüm pompalamış Ergenekon’un üzerine yürünebildi, hala da yürünebilmekte...

Bu kazanım, kürt ulusal sorununun en yakın, en yakıcı ve en temel ilk hedeflerine ulaşabilme şansını beraberinde getirdi. Ben, PKK’nin silahlı mücadelesinin gücüyle ve bir eski devlet politikası olarak Türk Silahlı Kuvvetleri eliyle dayatılan silahlı çözümün olanaksızlığının ortaya çıkmasıyla başlayan bir süreç yaşadığımızı düşünmüyorum. Bu yaygın ve büyük bir yanılgı… Bana kalsa bu kirli savaş, eğer büyük burjuvazinin ve ABD’nin çıkar ve gereksinimleri değişmeseydi her iki tarafın da istek ve katılımıyla daha sürerdi.

Şimdi, Türkiye’deki demokratik cumhuriyet mücadelesi, kürt ulusunun tüm duyarlı bireylerinin atacağı şu adımlara muhtaç:

Kendi kitle partileri DTP’nin daha bağımsız bir önderlik ve politikaya sahip olması yolunda çabaları…

Bu kirli savaşın kendilerine bakan kısmında Ergenekon örgütlenmesiyle bağları olan insan ve kurumlara yönelik savaşları…

En önemlisi ise, PKK, kürt coğrafyasında ne kadar büyük bir desteğe sahip olursa olsun, bence kendi uluslarının hak ettiği, daha onurlu örgütlenme, program ve liderlik anlayışında, niteliği çok daha yüksek yeni örgütlenme modellerini yaratmaları…

Bu adımlardan yakın vadede umutlu muyum? Hayır. Ama umarım yanılıyorumdur.

Her şey geriye her an sarabilir. Ben, tehlikeli boyutları çoktan aşan egemen ulusun, Türklerin ırkçılığına karşı içinde yeraldığım savaşın, ırkçılığın her türüne, dolayısıyla her geri adımda, olumsuzlukta, giderek yükselme eğilimi gösteren kürt ırkçılığına karşı savaştan bağımsız olmadığını da düşünen bir insanım.

Kürt ulusunun kendi kazanımlarını geliştirmek ve Türkiye’deki demokratik cumhuriyet mücadelesinde yol açıcı olmak adına atacağı her bilinçli ve doğru adımda, yanında varlığını gereksindiği şey ise, CHP, TKP ve İP gibi içerdiği her sol özellikten kilometrelerce uzaklaşmış, her biri çok şaibeli ve tehlikeli hale gelmiş sağcı kurumlar ve ÖDP gibi çok kafası karışık, kemalizmle köprülerini atamamış sol bir parti dışında, nitelikli, yaygın, yasal bir sol alternatiftir. Bu alternatifi varetmek ise, tüm Türkiyeli komünistlerin, liberter sosyalistlerin, sosyalistlerin, bilinçli sol demokratların görevidir. Bu konuda da yakın vadede çok umutlu olduğumu ne yazık ki söyleyemeyeceğim. Yine umarım yanılıyorumdur.

Bu söyleşi için teşekkür eder, tüm okurlarınızı dostlukla selamlarım.


Posted by Hakan Akçura
09.12.2009

http://open-flux.blogspot.com/

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.